HELÂL ve HARAM KAZANÇ -4-
Haram olanların bir kısmı bi-zâtihî haramdır. Yani haram oluşunun sebebi bizzat kendisidir. Fâiz yemek; tefecilik yapmak; kumar oynamak; alkol, esrar, eroin satışı yapmak ve bunları içmek, vücuda şırınga etmek; kan, irin, lâşe, vahşî hayvan etleri ve benzerlerini yemek ve içmek.
Bazı haramlar da vardır ki, aslında temizdir. Ancak elde ediliş itibarıyla kişiye haram olmuştur. Meselâ; ekmek yemek helâldir. Ancak hırsızlıkla alıp yenirse haram olur.
Bunun gibi; yalan, hile, sahtekârlık, aldatma gibi yollarla alışverişe fesat karıştırmak sûretiyle elde edilen kazanç. Hattâ böylesi bir kazançta haramlık olduğu gibi bir de kul hakkından doğan günah vardır.
Yine Cuma vaktinde namazı terk ederek yapılan alışverişten (hem alıcı hem satıcı için) elde edilen kazanç haramdır. Ayrıca şans oyunları, millî piyango, toto, loto, at yarışları; çalınan, bulunan, bahse girmek sûretiyle kazanılan; hile, aldatma yoluyla elde edilen; yalan beyanla kazanılan, devlet malından zimmete geçirmek sûretiyle sahip olunan, rüşvet olarak ele geçen, gasp yoluyla temin edilen ve zorla alınan mallar haramdır.
Bizans, Sâsânîlere yenilmişti. Mekkeli müşrikler de, ehl-i kitabın ateşperestlere mağlûp olmasına sevinmişti.
Rûm Sûresi’nin ilk dört âyetinde ise Rabbimiz, bir süre sonra Bizans’ın galip geleceğini bildirdi. Bunun üzerine Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- sevincinden müşriklere şöyle demişti:
“–Allah, sizin gözlerinizi aydınlatmayacak. Peygamberimiz haber verdi. Yemin ederim ki Rumlar, birkaç yıl içinde İranlılara galip geleceklerdir.”
Buna karşı müşriklerden Übey bin Halef, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’a;
“–Yalan söylüyorsun. Haydi aramızda bir müddet tayin et, seninle bahse girelim.” dedi ve her iki taraf on deve üzerine bahse girerek üç yıl müddet tayin ettiler.
Ebûbekir -radıyallâhu anh-, durumu Rasûlullâh’a arz etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“(Âyette süreyi bildiren) Bid‘ kelimesi, üçten dokuza kadardır. Miktarı artır, müddeti uzat.” buyurdu.
Bu görüşmeden sonra Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- Übey’e rast gelince o;
“–Galiba pişman oldun.” dedi.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- da;
“–Hayır. Gel seninle bahsi artıralım, müddeti de uzatalım. Haydi dokuz seneye kadar uzat ve yüz deve yap!” dedi.
O da;
“–Haydi yaptım.” dedi.
Tirmizî’nin rivâyet ettiği üzere; Bedir günü, Rumlar İranlılara galip geldi.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- onu Übey’in vârislerinden aldı. Hazret-i Peygamber’e götürdü.
Peygamber -aleyhisselâm- ona;
“Bunu tasadduk et.” buyurdu. (Hak Dîni, Kur’ân Dili, 6/237)
“«Bu aldığın haramdır, tasadduk et.» ilâvesini Beyhakî «Deâilünnübüvve»de İbn-i Abbas’tan rivâyet etmiştir. (İhyâ, 2/326) (Abdullah SEVİNÇ, Duâlarımız Kabul Olmuyor, Neden? 76-81)
Ey kardeş! Gördüğün gibi İslâm’ı takvâ üzere yaşamak; haramları ve şüphelileri terk edip azîmet yolunu tutmakla olur. Sen de bu konuda gayret edersen Allah seni de müttakîler sınıfına dâhil edip cennetine koyar.
Şu kıssayı ibretle oku! İbret al ve ehl-i takvâdan olmaya çalış. Mevlâ muînimiz olsun!
Somuncu Baba nâmıyla mâruf Hamîdüddîn Aksarâyî Hazretleri; Bursa’da Yeşil Cami’de va‘z u nasihatte bulunuyordu. O devrin meşhur âlimlerinden Molla Fenârî ki, cennetmekân Yıldırım Han’ın müfti-i enâmı idi. Bu velînin meclisine, li-hikmetin tesadüf etti ve deryâ-yı ilâhîden «ibâdullâh»a saçtığı inci ve cevâhirlere şahit oldu. Somuncu Baba’nın, yedi mealde tefsir ettiği Fâtiha-i Celîle’nin mânâsını zevk ile dinledi.
Molla Fenârî, hayretler içinde kalmıştı. Kendisi de âlim idi; ne var ki, bildiği ilimlerle bu esrârı çözmeye imkân yoktu. İlmi buna kâfî değildi. Yanında bulunanlara, ders veren zâtın kim olduğunu sordu. Somuncu Baba olarak tanındığını öğrendi ve kendisinden bu ilmi öğrenmeye niyetlendi. Fakat işgal ettiği yer, dînî makamların sûretâ en yüksek mevkii idi. Kendisinin Somuncu Baba’dan ders aldığını kimse duymamalı, halk ve saray bu işe vâkıf olmamalıydı. Gizlice ve kimse görmeden Somuncu Baba’nın zâviyesine vardı. Tekkeye girdi ve orada bazı fukarâ ve dervişlerin, mürşidlerine hizmet için bekleştiklerini gördü. Müftü efendiyi içeriye alarak buyur ettiler, yer gösterdiler. Oracıkta fukarânın oturduğu hasırlara oturdu, şeyhin gelmesini beklemeye başladı.
Bir müddet sonra Hazret-i Şeyh geldi ve müftünün fukarâ ile birlikte hasır üstünde oturduğunu gördü. Teşrifini gören fukarâ ve dervişân; tâzîmen kıyam ettikleri için, Molla Fenârî Hazretleri de ayağa kalktı. Hoş beşten sonra, Hazret-i Şeyh, Molla Fenârî’den sebeb-i ziyaretini sordu. Molla Fenârî;
“–Cami-i şerifte dersinizi dinlemek bahtiyarlığına nâil oldum. Hâmili bulunduğunuz ilm-i ilâhîye tâlibim. Fakire himmet buyursanız da, bizi de bu esrâr-ı ilâhiyyeye mazhar kılsanız…” dedi.
Hazret-i Şeyh, kendisine;
“–Bizim vazifemiz biraz ağırcadır. Eğer yapabileceğinize güveniyorsanız hay hay…” cevabını verdi ve hemen ilâve etti:
“Müftü Efendi! Şimdi benim merkebime bin ve bu resmî kıyafetinle Bursa’yı bir dolaş ve sonra yanıma gel!”
Molla Fenârî, şöyle bir düşündü. Kendisine emrolunan bu işi nasıl yapabilirdi? Sırtında müfti-i enâma mahsus resmî elbise ile, merkebe binerek Bursa sokaklarında dolaşmak, halkı kendine güldürmek demekti. Sonra bu iş, saraya ve padişaha da aksederdi. Şeyh’e niyazda bulundu:
“–Ey Aziz! Huzûrunuzda hilâf-ı hakikat konuşulmaz. Nefsime sordum, bu işi kabul etmedi. Fakire daha kolay bir vazife veremez misiniz?”
Hazret-i Şeyh, kendisine cevap verdi:
“–Mademki, tenezzül edip benim dervişlerimle şurada aynı hasır üstünde oturmak tevâzuunu gösterdin. Var git, Sûre-i Fâtiha’ya bir tefsir yaz!” buyurdular.
Bu icâzeti alan Molla Fenârî Hazretleri, mukabele-i şükran olmak üzere, bir torba altın uzatarak;
“–Lütfen bunlarla, dervişlerinizi sevindiriniz.” dedi.
Hazret-i Şeyh, tereddüt etmeden bu teklifi reddetti. Molla Fenârî;
“–İtimat buyurmanızı istirham ederim ki, bu akçeler devlet hazinesinden çıkmış değildir. Pederimden kalan çiftliğin gelirindendir.” dedi.
Şeyh Hazretleri, keseyi aldı ve içinden birkaç akçe çıkararak dervişlerden birisine uzattı ve;
“–Bu para ile biraz arpa ve saman al da, önce bizim karakaçana bir ziyafet çekelim.” emrini verdi. Derviş, denileni yaptı.
Şeyh’in karakaçanı, önüne konulan arpa ve samanı şöyle bir kokladı ve sanki yemeye tenezzül etmezmiş gibi arkasını döndü, arpa ve samanın üzerine işedi, ayağı ile de tepti. Hazret-i Şeyh;
“Ey Müftü Efendi! Görüyorsun ya, senin helâl diye verdiğini, bizim karakaçan bile kabul edip yemedi. Nerede kaldı ki, biz dervişlerimize bu akçeleri yedirelim.”
Hayretler içinde kalan Molla Fenârî, evine döndü. Nazar-ı evliyâ ve izn-i velî ile bir Fâtiha Tefsiri yazdı. Arapça bilenlerin; «Aynü’l-A‘yân» adındaki bu tefsiri behemehâl okumalarını tavsiye ederim.
Molla Fenârî; merkebe binerek şehirde bir dolaşsaydı, acaba nasıl bir ilm-i ilâhiyye nâil olacaktı? Bir nazar ile yazılan tefsir bu derece beliğ olursa, tam teveccühle yazılanın nasıl olacağını kestirmek ehl-i irfan için herhâlde müşkil değildir. (İrşad, Muzaffer ÖZAK, c. 3, s. 228-230)
Haram yersen evlâdın,
Bil ki olur harâmî…
İnsaf eyle, gel sakın,
Yeme sakın haramı! (Gülzâr-ı İrfan)