DÖNMEYE DEĞİL ÖLMEYE -2-

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

a_ziylan-sayı119

Geçen yazımızda, ailelerde yaşanan ayrılık ve boşanma sebeplerini yazacağımızı belirtmiştik. Aile yuvasını bozan en mühim sebeplerden biri:

İSLÂMÎ YAŞANTI ve KÜLTÜR EKSİKLİĞİ, ÎMAN ZAYIFLIĞI

Allah kadını kocasına, erkeği karısına emânet etmiş;

“Emânetin kıymetini bilin, ihânet etmeyin!..” demiştir. Zulmeden, emânete ihânet etmiş sayılır. Emânete ihânet münafıklık alâmetlerinden biridir. Sadece karın veyahut kocan değil; malın, evlâtların, paran da emânettir.

Hattâ canın bile…

Nitekim;

“Benim canım değil mi, istediğim gibi yaparım, kime ne?..” diyemezsin. Canını tehlikeye atamazsın, meselâ kendini zehirleyemez, intihar edemezsin.

Mal konusunda da aynı;

“Benim malım değil mi? Nasıl istersem öyle yaparım…” demek bir yere kadar.

Çünkü;

Tarlan varsa ekmeye, bakmaya mecbursun.

Paran varsa, helâlinden çalıştırmaya mecbursun.

Mevlâ’m bunları bize emânet olarak vermiş. Gelirinden de; -israf etmeme şartı ile- kullanmamıza, yeme-içmemize, harcamamıza müsaade etmiş.

Kazancımızdan; bizde olandan da başkalarına ikram etmemizi emir ve tavsiye buyurmuş, bu davranışlarımızdan da sevap kazanacağımızı bildirmiştir.

Allâh’ın varlığına, birliğine inanıyorsak, ki elhamdulillâh inanıyoruz; O’nun emirlerine uymak mecburiyetindeyiz.

İnsanın; kendisine emânet olan hanımına veya beyine güzel davranması, hatalarını yüzüne vurmayıp iyi taraflarını görmesi lâzımdır.

Birbirimize sevgi ile bağlanmalı, nazikçe davranmalı, birbirimizin kalbini kırmaktan sakınmalıyız.

“Ben bilirim!” değil; “Sen bilirsin…” demeliyiz.

Beyler hanımlarına hitap ederken;

“Güzelim, çiçeğim, nûrum, meleğim, sultanım…” gibi güzel, değer verici sözlerle hitap etmelidir.

Sadece beye veya hanıma değil, annelere ve babalara da hürmette kusur etmemeliyiz.

Her insan beşerdir, «Beşer bazen şaşar!..» demişler. Yani insan hata yapabilir, hatasız kul olmaz. Hatasız kullar, ancak peygamberlerdir, onlara da Allah yardım etmiştir.

Bu sebeple;

“Hatasız arkadaş arayan ve yahut kendi ahlâkında eş arayan, eşsiz, arkadaşsız kalır.” demişlerdir.

Mevlâ’m;

“Geçimli, huzurlu ailenin yanındayım, yardımcısıyım.” demiştir.

Allah yardımcın olursa o aile yıkılır mı? Şeytan yaklaşabilir mi? Bize düşen Mevlâ’mızın emirlerine, Peygamberimiz’in sünnetlerine sıkıca sarılmaktır.

İbâdetlerimizi zamanında ve eksiksiz yapmalı, haramdan sakınmaya son derece dikkat etmeli, gösterişten, israftan uzak durmalıyız.

Kur’ân-ı Kerîm’i, Peygamberimiz’in hayatını çok çok okumalıyız. Kendimize ve bütün mü’minlere duâ etmeliyiz. Besmele dilimizden eksik olmamalı, her işimizi Allâh’ın rızâsına uygun yapmalıyız. Böyle bir ailede ayrılık sebebi son derece az olur.

İnanç ve mâneviyat dünyamız gibi bir de örfümüz, aile kültürümüz var. Boşanmaların bir sebebi de bunun ihmale uğraması:

AİLE KÜLTÜRÜNE, EĞİTİMİNE ÖNEM VERMEDİĞİMİZDEN

Şehirlerin, ülkelerin, ırkların kendine göre kültürleri vardır. Her ailenin de kendine göre an‘anesi vardır. Bu gelenek-görenek, töre dediğimiz kültürü; -İslâm’a aykırı olmadığı müddetçe- öğrenmemiz, uygulamamız gerekmektedir. Onun için eve gelen gelinin de bunları bilmesi lâzımdır.

Kız analarının; büyüyen kızlarını çocuk gözüyle görmeyip, yetiştirmesi gerekir. Çamaşır yıkama, ütü yapma, yemek pişirme, temizlik, ikram, sunuş gibi hizmet ve usulleri öğretmesi gerekir. Bunları öğretmeli ve uygulamalıdır.

Atalarımız ne demiş:

Kız anadan öğrenir biçki biçmeyi,

Oğlan babadan öğrenir sofra açmayı.

Yani bir kızın; bir evin dikişi, yaması, söküğü, hulâsa hanımlara bakan bütün işlerini bilmesi, elbette bunları da annesinden öğrenmesi gerekir.

Oğlanın sofra açması da; cömertliği, izzet-ikramı öğrenmesi demektir. Bunlar alışmaya, görmeye bağlıdır. Bir evlât, babasından atasından görecek ki bilsin. Görmeyen, bilmeyen yapamaz.

Yine bu mânâda;

“Kurt ulusundan gördüğünü yapar.” derler.

Yine bazı yörelerde;

“Görgülü kuşlar, gördüğünü işler.” derler.

Kız annelerinin, gelin olacak kızlarına ev işleri ve hizmetler yanında; hürmet, nezâket ve tevâzu gibi âdâb-ı muâşeret kurallarını da kazandırması gerekir. Beyine, kayınvâlidesine, kayınpederine; hürmetkâr, nâzik olmasını, inatçı ve bencil olmamasını, tatlı sözlü-güler yüzlü olmasını da öğretirler.

“Evin gelini, sonra da annesi olacaksın; ona göre! Geri dönüş yok!” tembihatında bulunurlar. “Aman ha! El kapısı var.” diye ikaz ederler.

Rahmetli babaannem anlatırdı;

Ninemin 6 kızı varmış, kızlarını da mümkün olduğu kadar terbiye edermiş. Kızlardan biri evlenecek diye, onun üzerinde iyice durmuş, vakit gelmiş kız evlenmiş. Ondan sonraki kız da evlenecek. Ona;

“Kızım sen de nişanlandın, evleneceksin; seni ihmal ettik.” deyince kızı şu akıllı cevabı vermiş:

“Sen merak etme anne, sen ablama öğretirken, ben baktım öğrendim.”

Bu âdap, örf, âdet hususlarına riâyet edilince; aileler uyum içinde yaşar, istenmeyen olumsuzluklar son derece azalır.

Bu geleneklerin sadece ülkemizde değil, başka ülkelerde de olduğunu görüyoruz. Hattâ müslüman olmayan ülkelerde de…

Bir hâtıramı anlatayım; 15 sene kadar önce, iş maksadıyla Kore’ye gitmiştik. Pazarlamacı bir ekiple yemekte sohbet ediyoruz, ekibin başı olan kişiye sordum:

“–Siz bu işinizden kaç lira aylık alıyorsunuz?”

Adam rahatça;

“–4.000 dolar alıyorum, ayrıca yaptığımız işten de prim alırız.” dedi.

O zaman Türkiye için büyük para. Ben sormaya devam ettim:

“–Tatlı para alıyormuşsun, nasıl bir evde oturuyorsun?

Adam güldü:

“–Bizim geleneklerimize göre, evlendiğimiz zaman iki sene babam ve annemle beraber oturmak mecburiyetindeyiz. Bu zaman içinde, eve gelen gelin; ailemizin örf ve âdetlerini öğrenir. İki sene sonra istersek evden çıkabiliriz. Biz evleneli 18 ay oldu, daha altı ayımız var. Ne kadar zengin olsak da, çok para da kazansak, kuralı uygulamak mecburiyetindeyiz.”

“–O zaman babanızın evi, büyük bir ev olsa gerek…” dedim.

Yine güldü:

“–Babamın evi 87 metrekare!..” dedi.

Düşündüm ve hayretler içinde kaldım.

Şimdi mukayese edelim: Biz İslâm’ız, bizde daha fazla saygı ve kanaat olması lâzımken, aksine ne kadar israf içinde olduğumuzu inkâr edemeyiz.

Evlâtların aile hayatının gerektirdiği örf ve âdetler hususunda yetiştirilmemesinin bir sebebi de şu:

Ülkemizde ister fakir, ister orta hâlli olsun ailelerin büyük çoğunluğu kız ve erkek bütün çocuklarını okutuyorlar. Bu tahsil küçük yaşta başlıyor. Çocukların başlarını kaldıracak zamanları yok. Çocuk boş zamanı olunca ya televizyon, ya telefon, ya internet ile meşgul oluyor, oyun oynuyor. Öyle ki şöyle hareket edecek zamanı bile yok. Anne-babalar, çocuklarının bu yoğun hâlinden haberdar, bir parça boş olduğunu görünce;

“Derslerini yaptın mı, dersine niye çalışmıyorsun?” diye sıkıştırmalara başlıyor.

Bütün bunların arasında bir de ev işleri yaptırmak zor oluyor. Çocuk o hâle geliyor ki su içeceği zaman bile;

“–Anne bana su verir misin?” diyor. Anne de çok sevdiği çocuğunun arzusunu yerine getiriyor. Çocuk emretmeye alışıyor, emir almaya değil.

Temizliği anne yapıyor, sofrayı anne kuruyor, bulaşık hâkezâ… Çocuk biraz daha büyüyünce elini hiç soğuktan sıcağa vurmuyor. Kız çocuğu, oğlan çocuğu, aynı.

Çocukken bunlara dikkat etmeli, ne kadar zor da olsa, aile kültürünü, aş ve iş yapmayı çocuklarımıza öğretmeliyiz.

Biraz daha büyüyüp okulu da bitirince, Allâh’ın tabiî kanunu, evleniyor. Ya karı koca, ikisi de çalışıyor yahut birisi çalışıyor. Ev işini yapacak birisini bulsalar maddî durumları karşılamıyor.

“Sen şöyle yaptın, ben böyle yaptım…” tartışmaları başlıyor. Daha başta hemen; “Ayrılalım!” lâkırdısı… Daha aile yapılmadan, yıkılıyor. Ne hürmet, ne sevgi, ne nasihat bu yıkılışa çare olmuyor.

Evlâtlar; okul eğitimi alıyor, aile eğitimi almıyor, dînî eğitim almıyor. Aileyle ilgili şeyleri televizyondan alıyor. Televizyon ise yeni nesilleri kavga üzerinden eğitiyor.

Herhangi bir konuda karı koca arasındaki en ufak münakaşa sert bir tartışmaya dönüyor. Sonu kavga… Lâfın altında kalma yok, daima daha fazlası ile karşılık verme var. Sabır yok, nezâket yok, idare etme yok, alttan alma yok. “Benim dediğim olacak, ben haklıyım, ben, ben!..”

Bu görüntüleri seyredenler böyle olmalı sanıyor, kendileri de aynı şekilde davranıyor. Televizyon kültürü, yuvalarının yıkılmasına sebep oluyor.

Aslında insan severse; kültürü de öğrenir, hizmet de eder, hürmet de duyar… Fakat severse dedik. Bugün aileler sevgiyi bilemeden kuruluyor. Kopuşların bir sebebi de;

SEVGİYİ TAM BİLMEDİĞİMİZDEN

Sevgi her şeyin anahtarı. Hürmetin de, fedâkârlığın da geçimliliğin de anahtarı.

Her şeyde en güzel örnek kim?

Cenâb-ı Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

O, kızını, torununu döverek mi terbiye etti?

Hayır!

Talebesi; Zeyd’i, Üsâme’yi, Enes’i döverek mi, bağırıp çağırarak mı terbiye etti?

Hâşâ…

Hep sevgiyle, muhabbetle, şefkatle eğitti. Gerekirse ciddî fakat sevgi dolu.

Onlar da Efendimiz’i çok sevdiler, O’na çok hürmet ettiler. Sözünden hiç çıkmadılar.

Sevgi gevşeklik değil. Sevgi, yanlışları müsamaha ile karşılamak değil.

Sevgi, öfkeye kapılmamak demek. Evlâdımıza, gelinimize, talebemize; bir yanlışını düzelttirirken bile, kabalaşmamak, katılaşmamak demek. Onun bir kötü huyunu tamir ederken de, belki kaşımızı çatarken de, gözlerimizin içindeki ışıldayan muhabbeti kaybetmememiz demek.

Evlâtlarımıza, gelinlerimize, kızlarımıza, çalışanlarımıza, talebelerimize, hepsine sevgiyle yaklaşmalı, onlara sevgiyi öğretmeli. O sevgi; şefkati, saygıyı, adâleti, sabrı ve fedâkârlığı da getirecektir. Sevgi ile, insanlara ve bütün mahlûkata merhametli olacak, nefret etmeyecektir.

Sevgi olmayınca, saygı, sabır, fedâkârlık gibi duygular da kaybolmuştur. “Zorla güzellik olmaz!’’ derler ya; zorla hürmet, zorla sabır bir yere kadar. Sevgi kaybolunca, çok şey kaybedilmiş oluyor.

Onun için sevmeyi bileceğiz, öğreteceğiz.

Çocuğumuzun her arzusunu yerine getirmek, ona iş tutturmamak, namaza kaldırmaya kıyamamak, bütün yanlışlarını görmezden gelmek, söylediği yalana tepki göstermemek, sevmek değil; onu bu dünyada huzursuzluğa, âhirette de ateşe hazırlamak demektir. Onları böyle yetiştirirsek, gelecekte huysuz, geçimsiz biri olacak, kendiyle bile kavgalı, anlaşılması zor birine dönüşecektir.

Geçimsizliğin bir sebebi de budur…

İki cihanda aziz, bahtiyar olmak istiyorsak; Allâh’ı sevmek, Peygamber’i sevmek, dînimizi, insanı ve bütün yaratılanları sevmek, Mevlâ’nın sevdiklerini sevmek, dînimizin emridir.

Sevdiklerimizi Allâh’ın rızâsı için sevmeliyiz.

Yûnus Emre de demiş ya;

Elif okuduk ötürü,

Pazar eyledik götürü;

Yaratılanı hoş gördük,

Yaratan’dan ötürü.

Yeni, mutlu ve huzurlu bir toplum kuracaksak; önce sevgiyi, muhabbeti diriltmeliyiz. O, bütün güzel ahlâk hasletlerini bir bir toplayacaktır.

Hepsinin özünde, Allah sevgisi var…

Allâh’ını seven, O’nun yazdığı kaderi de sever. O’nun nasip ettiği işi de sever, eşi de sever, kayınvâlideyi de sever, gelini de sever. Her şeyi O’ndan bir emânet bilir. Korur, şefkatle bağrına basar.

Rabbim, hepimize «muhabbetullah»tan nasip lutfetsin.

Bu sevginin eksikliği hangi neticeyi verir?

İnsanın sadece kendi nefsini sevmesi, yani bencillik. Hiçbir zora, zahmete, hizmete katlanmaması… Yani şımarıklık… Aile yapısının darmadağın olması;

ŞIMARIK ve BENCİL OLUŞUMUZDAN

Çocuğumuzu sevmeliyiz ama şımartmayacak kadar. Çocuklarımızı hayatın gerçeklerine hazırlıklı yetiştirmemiz gerek. Onları, yaşları büyüdükçe; hizmete, çalışmaya, büyüklere hürmet etmeye, geçinmek için fedâkârlıklarda bulunmaya alıştırmalıyız. Onlar gerek iş hayatlarında, gerek aile hayatlarında bu gerçeklerle karşılaşacaklar. Onları şımartır, onlardan hiçbir hizmet ve gayret beklemeden yetiştirirsek, iyilik değil kötülük yapmış oluruz.

Anlatacağım misal bunu daha açık hâle getirecektir:

Kur’ân kursunda düzen koymuşlar, her hafta bir sınıfa genel temizlik yaptırıyorlar. Böylece bir öğrenciye temizlik sırası ayda bir kez geliyor.

Temizlik sırası gelmiş kız öğrencilerden biri önüne önlük takmış, kollarını sıvamış, ayaklarını sıvamış, ellerine eldiven takmış. Elleri sabunlu bir şekilde öğretmeni Ayşe’nin yanına geliyor. Başlıyor şikâyete:

“–Ayşe Teyze! Ben buraya okumaya mı geldim? Yoksa temizlikçi olarak mı geldim? Bak hocalarım bana temizlik yaptırıyor. Şu hâlime bak!”

O da diyor ki:

“–Kızım, seni bir başka yere götürüp de temizlik yaptırmıyorlar. Siz kendi oturduğunuz yeri temizliyorsunuz. Sonra senin yaptığını herkes yapıyor. Sadece sana özel değil. Bu da eğitimin bir parçası… Böyle hizmetlere de alışmanız lâzım…” deyince, kızcağız; haklı çıkamadığını anlayınca, son ümidini kaybetmiş olarak avazı çıktığınca bağırıyor:

“–Anne!.. Gel de cici kızına bak! Ne hâlde? Bak kollarının hâline, ellerinin hâline bak, kıyafetine bak, bak şu hâline! Kızına temizlik yaptırıyorlar!.. Sen elini soğuk sudan sıcağa vurdurmuyordun!..”

Ayşe Hocası bunun üzerine diyor ki:

“–Kızım sen bu kadar rahatsız oluyorsan, şu önlüğü çıkart, eldivenleri de çıkart bugün senin yerine temizliği ben yapayım.”

Kız şaşırıyor:

“–Ne? Sen mi yapacaksın?.”

“–Ne yapayım. Senin hatırın için ben yapacağım. Çünkü sen yapamayacaksan, senin yerine birinin yapması lâzım. Arkadaşlarına hak geçer. Tamam mı?”

Çocuk düşünüyor;

“–Yok sana yaptırmam, ben yaparım diyor.” kaçıp gidiyor.

Bu çocuk, kurstayken bu eğitimi alıyor. Ya evleninceye kadar bu eğitimi alamasaydı? O zaman ailevî bir probleme dönüşecekti.

Yine o annenin kalbinde îman duygusu varmış ki onu Kur’ân kursuna göndermiş. Ya böyle bir eğitime de göndermeyenlerin çocukları; nerede, nasıl öğrenecek hizmeti, fedâkârlığı, gayreti?

Mevlâ’m; annelere, babalara yavrularını sevdirmiş, şefkat vermiş. Bu, bütün mahlûkatta da geçerlidir. Yavrusunun büyümesi, beslenmesi, korunması için elinden geleni yapar.

Atalarımız;

“Ben yanarım yavruma, yavrum yanar yavrusuna…” demişlerdir.

Bu bir kaidedir. Allâh’ın lutfudur.

Gaziantep’deki Han’da kapalı bir pencereye güvercin yuva yapmış, oraya yumurtlamış, üstüne oturmuş, yavruları için yumurtaları ısıtıyor. Erkek olan kuş geldi; şimdi dişi olan kuş kalkıp, yayılmaya, beslenmeye gidecek, yerine erkek kuş yatacak, yumurtaları ısıtacak. Dişi kuş geldi, tekrar yer değiştirdiler. Bu şekilde yavruları çıkarıp uçurana kadar yardımlaşmaya devam ettiler.

Aman yâ Rabbî!

Ne büyüksün! Kuşlara bu bilgileri, bu yaptıklarını kim öğretti? Yuvayı ve yavruları; erkek ve dişi kuş, ikisi birlikte koruyor.

Rabbimiz bizim kalbimize de bu duyguları verdi. Bencil değil, fedâkâr olmayı; şımarık değil, gayretli olmayı bize de ilham etti. Fakat biz; nefsimizi terbiye etmezsek, çocuklarımızı da bu şekilde yetiştirmezsek, ham nefis her zaman bencilliği ve şımarıklığı seçer. Şeytan da aileler bozulsun ister.

Boşanma sebepleri olarak saydığımız diğer dört maddeyi de hulâsa edelim:

İstemediğimiz Hâlde Hatır İçin Evlendiğimizden

Anne-babalar, evlâtlarını evlendirirken, onların gönül hoşnutluğunu gözetmelidir.

Günümüz tabiriyle, insan evleneceği kişiden bir elektrik almalıdır.

İstememesine rağmen, baştan şiddetle karşı çıktığı hâlde, zorla evlendirilenlerde ileriki yıllarda büyük problemler çıkmaktadır.

Ailelerin Dengesi Uyuşmadığından

Evlenecek evlâtların aileleri arasında, denklik ve uyum olması da çok mühimdir.

Aileler arasındaki ciddî dünya görüşü farklılıkları, maddî-mânevî anlamda aşırı farklılıklar, ailenin geleceğini tehdit eder.

Başta kız ve oğlan birbirini sevdikten sonra önemli değilmiş gibi görünür. Fakat bunun böyle olmadığını gösteren birçok acı hâdise vardır.

Adâletsiz, Hep Kendi Tarafımızı Haklı Görmemizden

Karı koca, evliliğin hukukunu gözetmezlerse bu da, huzursuzluklara ve ayrılıklara götürür. Hanımının veya beyinin ailesine cephe almak, onlarla irtibatı kesmek, torunları esirgemek ve benzeri adâletsizlikler de aileleri parçalayan sebeplerdendir.

Hâinlikten, Namustan ve Affedilemeyecek Sebeplerden

Evlilik yuvasında birçok kusur hoş görülebilir. Tembellik, örf-âdet bilmemek, fizikî veya huyunda suyunda olabilecek kusurlar, bunlar müsamaha ile karşılanabilir. Fakat ailenin olmazsa olmazı namustur. Namus ve iffette ciddî bir kusur meydana gelmişse, işte bu affedilmez.

Rabbim hepimize, evlâtlarımıza, nesillerimize birlik ve beraberlik lutfetsin. Hakikî sevgiyi, fedâkârlığı nasip etsin. Güzel örf ve âdetlerimize sahip çıkmayı nasip etsin. Güzel ahlâkı, adâleti hepimize yaşatsın. Ailelerimizi âfetlerden muhafaza eylesin.

Âmîn…