ALIŞKANLIK ve İBÂDET

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

h_ogmus_yazi-SAYI-119

Zelzele, heyelân, sel vb. tabiî âfetleri; -peygamber kıssalarında olduğu gibi sübut-i kat‘î bir dînî niteleme olmadıkça- ilâhî bir ceza olarak değerlendirmek doğru olmaz. Ancak varlık âleminde meydana gelen hâdiselerin Allah’la hiçbir bağlantısı olmadığını düşünmek de îmânî bir tavır değildir. Mü’mine göre en küçük bir hâdise bile -en azından izni dâhilinde gerçekleşmesi bakımından- Allah’la ilişkilidir. Bu itibarla peygambersiz toplumlarda meydana gelen tabiî âfetler; mü’minin nazarında ikaz, işaret, ibret vb. mesajlar içerir. Nitekim 17 Ağustos depremi meydana geldiğinde hemen hemen hepimiz böyle mesajlar çıkardık. Hattâ bir kısmımız haddini aşarak -elinde vahye dayalı kesin bir bilgi olmadığı hâlde- bunun bir ilâhî ceza olduğuna hükmetti. Yine mütedeyyin insanlar olarak, pek çoğumuz o zaman, dîne kayıtsız insanların hiç değilse nisbeten dindar olacağı beklentisine girdik. Şahsen o vakit böyle bir beklenti içinde hiç olmadığımı söyleyemem. Ancak içimde bu beklenti duygusu belirdikten sonra bir özeleştiri yaptığımı ve kendi kendime şöyle dediğimi de hatırlıyorum:

“Yahu! Sen bu felâketi yaşadıktan sonra daha mı dindar oldun? Meselâ daha önce yalnızca farz namazları edâ etmek ve zekât vermekle yetiniyordun da, bu hâdiseden sonra nâfileler kılar, teheccüde kalkar ve hayır işlerine daha çok mu harcama yapar oldun ki; namaz kılmayanların namaza başlamasını, fâizli işlem yapanların fâizi bırakmasını bekliyorsun? İnsanlar büyük ölçüde alışkanlıklarının esiridir. Sen bu felâketten önce de beş vakit namaz kılıyordun. Kendini buna alıştırmıştın. Bu sebeple felâket olduktan sonra da aynı alışkanlığını kolaylıkla devam ettirebildin. Felâketin tesiriyle ilâhî kudreti daha güçlü hissetmenden başka ne değişti? Namaz kılmayan ve fâizli işlem yapan insan, felâketten önce bunları normal davranışlar olarak benimsemişti. Hâdisenin etkisi geçtikten sonra onları yine normal görmeye devam edecek…”

Evet, o zaman kendi içimde böyle bir muhasebe yapmıştım. Buna bugün de büyük ölçüde katılıyorum. Hattâ bizim davranışlarımızda dinden çok içtimâî ve kültürel sâiklerin belirleyici olduğunu düşünüyorum. Yani biz, en azından birçoğumuz, -samimî bir iç gözlemde bulunursak- bir kısım menfî davranışları; «Allah yasakladı!» diye değil de, «cemiyet tarafından kınanıp hor görülüyor» diye yapmaktan uzak duruyoruz. Gerçi bu davranışlardan din dışı sâiklerle kaçınıyor olmamız, -çok şükür ki- dinen riyâ ve gizli şirk sayılmıyor.* Hattâ;

“Utanmıyorsan istediğini yap!” (Buhârî, Enbiyâ, 54, Edeb, 78) hadîsini dikkate alırsak dînin, insanlardan utanma ve toplumun dedikodusundan çekinme duygularını da -bir bakıma- şer‘î bir ölçü kabul ettiğini söyleyebiliriz. Ancak -sözgelimi- zinâ etme temâyülü içindeki bir kimsenin; sırf Allah korkusuyla içindeki dürtüye direnmesiyle, insanların görüp bileceği kaygısıyla bu çirkin işten uzak durması elbette Allah katında bir değildir. Verdiğimiz bu örnek, dindar çevrelerde yetişen insanların ne büyük nimet içinde olduklarını ve bu sebeple Allâh’a daha fazla şükretmeleri gerektiğini de gösterir. Zira Allah’tan ve dinden uzak bir çevrede yetişmeleri durumunda, belki de kendilerini dînin emir ve yasaklarına riâyet etmekten ümit kesecekleri bir hayat içinde bulacaklardı.

Yukarıdan beri zikrettiğimiz düşünceler;

«İnsanlar alışkanlıklarının esiridir, binâenaleyh kendilerini dînin öngördüğü müsbet yönde değiştirme gayreti içine girmeleri beyhûde bir uğraştır.» mânâsında anlaşılmamalıdır.

Elbette kendimizi müsbet yönde değiştirip geliştirebilmek için devamlı gayret göstermeliyiz. Ancak bu gayretlerin semeresini vermesi, her şeyden önce kendimizi tanımamıza bağlıdır. Kendimize dönüp baktığımızda ise; genellikle yukarıda tespit ettiğimiz durumu, yani alışkanlıklarımızın esiri olduğumuzu görürüz. Bunun farkında olmak, değişime karar verip onda azim göstermenin ilk adımıdır. Bunun farkına var(a)mamak ise, müsbet yönde yapacağımız muhtemel değişimin gerçekleşmesini engelleyeceği gibi kendimizi beğenip «ucb»e kapılmamıza, hattâ başkalarını küçümseyerek kibre düşmemize bile sebep olabilir. Hâlbuki bunlar, ahlâken tasvip edilen tutumlar değildir. Hani hep söylenir ya; insan dînî açıdan hep kendinden üstün olanlara, dünyevî açıdan ise hep kendinden daha zor durumda olanlara bakmalıdır.

Buraya kadar belirttiğimiz hususları bir örnekle müşahhaslaştıralım:

Ülkemizde özellikle son on yılda refah seviyesi gözle görülür bir şekilde arttı. Allah hiçbir zaman göstermesin, 90 yıldır ciddî mânâda harp, darp görmemiş ve rahata alışmış bir milletin fertleri olarak ekseriyetimiz; giderek konfor içinde yaşamaya, fakir fukarâyı yeterince kollamaktan uzaklaşmaya başladık. Hattâ bir kısmımız içinde bulunduğu refahla şımarıp, israf eder oldu. Kemiyet bakımından daha fazla israf eden ve daha konforlu yaşayanlara bakıp; «Farz zekâtımızı veriyoruz.» diye iftihar ederek teselli bulmak kolaydır. Yapmamız gereken; kendi gelir durumumuz ve refah seviyemizdeki artış nisbetinde artırdığımız şeyin, fakir fukarâyı gözetip infakta bulunmak mı yoksa israf mı olduğuna bakmaktır.

“Efendim! Falanca milyonerin yaptığı şu israfa göre benim yaptığım ne ki?” şeklindeki mazeretler yerinde değildir! Çünkü kendi gelirimizdeki artışa nisbetle artan şey, yaptığımız infak değil de israf ise o milyonerle keyfiyet açısından hiçbir farkımız kalmaz! O, geliri fazla olduğu için fazla; biz ise gelirimiz az olduğu için daha az israf etmiş oluruz, o kadar! Zira azdan az gider, çoktan çok!

Alıştığımız yaşantı ve davranışları murâkabe etmemizi gerektiren bir başka husus da alışkanlığın bir nevi sıradanlığı çağrıştırmasıdır. Alışkanlıkla yapılan davranışlar, çoğu zaman şuursuz ve âdeta mekanik bir şekilde yapılır. Hâlbuki;

“De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (el-En‘âm, 6/162) âyetinde belirtildiği üzere mü’minin her şeyi Allah içindir ve Allâh’ın rızâsı gözetilerek yapılır. İbâdetle alışkanlığı ayıran, bu şuurdur. Bunun için ibâdetlerde niyet şarttır. Hayatımızı sıradanlıktan ve şuursuzluktan kurtarıp bir ibâdet vecdi ile yaşamamızı sağlamanın yolu, alışkanlıklarımızı daima murakabe edip müsbet yönde değiştirmeye çalışmaktır.

________________________

* Birgivî Mehmed Efendi merhum, et-Tarîkatü’l-Muhammediyye’de bunu belirtir.