Önümüzdeki Olumlu ve Olumsuz İki Toplum Modeli: OSMANLI’NIN BAŞI ve SONU

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

h_k_ergin-SAYI-119

İktisat ilminde, üretim, tüketim değişim birimleri; hane halkı, firmalar ve devlet olarak belirlenmiştir. Çünkü insanlar çoğu zaman fert olarak değil; bir çatı altında beraber yaşadığı, genellikle ailesi olan kişilerle birlikte, sarfiyat veya tasarruf yapar. Bu sebeple, iktisâdî meselelerle ailenin yapısı konusunu birbirinden ayrı düşünmek imkânsız gibidir.

İstatistiklere göre; ülkemizde satın alma kararlarının çoğunda, kadınlar söz sahibiymiş. Erkekler, ekseriyetle araba ve teknolojik cihazların satın alışı sırasında karar verici durumdaymış. Bunun sebebini anlamak zor değil; ülkemizde kadınlar gıdanın hazırlanıp sunuluşu, giyim ve ev eşyalarının temizlik ve bakımı gibi konularda hizmet ürettikleri için, ihtiyaçlara uygun tercih yapmaları anlaşılabilir bir durum. Asıl belirleyici olan ise; erkekler para kazanmakla o kadar meşguller ki, harcanmasına zaman ayıramıyorlar. Bu durum şu anda zarurî gibi görünüyor ama aslında zaman içinde erkeğin boynuna ilmeği geçiriyor.

Psikologların aile içi iletişimi açmaza soktuğunu ileri sürdükleri bir kısır döngü var:

Erkek; masraflara yetişmek için çok çalışır, işine fazla zaman ayırır. Hanımı evde tek başına işleri yürütür ve her şeye hâkim olmaya başlar. Ama canı da sıkılmaktadır, eşiyle hiçbir şey paylaşamamaktadır. Kocasından ilgi istedikçe eline para tutuşturulmakta;

“Haydi git bunu harca, benim işim var, meşgulüm!” denilmektedir. Tıpkı çalışan annelerin de çocuklarına;

“Al sana harçlık, git harca, beni rahat bırak!” demesi gibi.

Bu sefer paraya ihtiyaç daha da artar, adam daha çok çalışır, ailesine ilgisi biraz daha azalır. En sonunda aynı evde yaşayan birbirinden kopuk iki insana dönüşürler.

Kadın karar mekanizmasını eline aldıkça; erkekleşir, otoriterleşir. Çocuklar, her konuyu yalnız anneyle konuşur. Babaya sadece bilgi verilir, o da «masrafları ödesin» diye. Derken adam evde bankamatik gibi para çekilen bir cihaza dönüştüğünü görür, asabîleşir. Ama artık çok geç kalmıştır. Hiç kimse alıştığı bu düzeni değiştirmeye yanaşmaz.

Mesele erkeğin eve para getirmek zorunda olmasından kaynaklanmaz; aksine kadın da çalışıyorsa problem daha da çetrefilleşir. Bu sefer anne de işiyle meşguldür, çocuklar tam bir otorite boşluğuna savrulur. Artık ailenin her bir ferdi sosyal medyada sosyalleşir; hâkim medya tarafından yönlendirilir, tüketmek için kazanmak dışında bir gaye kalmaz.

Câfer-i Sâdık -rahmetullâhi aleyh-’in güzel bir sözü var:

“Şüphesiz evlendiğin kadın, boynuna asılan bir halkadır. (Ya esâret halkası veya şeref madalyonudur.) O hâlde boynuna neyi astığına iyi bak…”

Arapçada boyuna asılan zincir için kullanılan kelime; hem kölelik nişanı olan halkayı, hem de şeref ve rütbe işareti olan madalyaları anlatır. Bu benzetme, kadının da kocasını bu şekilde ya şerefini koruyarak yükselteceğini veya arzularının kölesi hâline getirip hakir ve zelil edeceğini anlatıyor.

Gerçekten de kadınlar; eğer değeri mâneviyatta arar, kocalarının emânetlerini muhafaza ederlerse erkekler de Allah yolunda çalışmaya, infak etmeye fırsat bulurlar. Böylece her ikisi mânevî açıdan yükselir, toplumu da yükseltirler.

Sahâbe hanımlardan Esmâ -radıyallâhu anhâ-; Peygamber Efendimiz’e kadınların sözcüsü olarak gelmiş, kadınların erkekler gibi cihad edemedikleri için üzüntüsünü dile getirmişti. Evlerindeki görevlerini yapmakla, onların sevabına hissedar olup olmayacaklarını sorunca, Efendimiz, ona;

“Evet, kocasının hakkına riâyet ederse onun sevabına denk sevap kazanır.” buyurmuştu. (İbn-i Asâkir, Târîhu Dımaşk, VII, 363-364, XXIX, 65-67; Beyhakî, Şuab, VI, 421; Heysemî, IV, 305; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, VII, 19)

İslâm devletleri, bu anlayışa sahip erkekler ve kadınların fedâkârlıklarıyla yükseldi. Sahâbe âlimlerinden, Abdullah İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anh-; Kur’ân muallimliği vazifesini yüklenmiş, ailesinin geçimini kazanacak imkân bulamıyordu. Hanımı Zeyneb es-Sakafî ise ev eşyaları imalâtı yapıyor, ailesini geçindiriyordu. Peygamberimiz kadınları sadaka vermeye teşvik ettiği zaman;

“–Ailem için harcadığım sadaka sayılır mı, yoksa başka fakirlere mi vermeliyim?” diye sormaya gitmiş; Efendimiz’den;

“–Sana iki sevap vardır; hem sıla-i rahim, hem sadaka sevabı vardır.” cevabını almıştı.

Osmanlı’nın kuruluş döneminde Anadolu kadını; kocasının eve getirdiği bir miktar zahîreyi işler, bahçesinde çalışır, konu komşu ve akrabalarıyla yardımlaşır, çoluk çocuğunu yetiştirirdi. Kadın çalışkan olunca erkek de özgür olur, seferlere katıldığı zaman gözü arkada kalmazdı. Cesaretle düşman saflarına dalardı, çünkü şehid düşse bile çocuk çocuğunun zâyi olmayacağını bilirdi.

Ne yazık ki o dönemlerden sonra başka bir zaman geldi. Artık erkekler;

Vîrân olası hânede evlâd ü ıyal var!

diyerek bir maaş kazanma, evinin bitmez tükenmez masraflarına yetişme derdine düştü. Kendi ürettikleriyle yetinmeyen, düne kadar gâvur dediği Avrupa’ya özenen, oralardan gelen modalara yetişme derdine düşen ve bunun için devletini soyan bir grup ortaya çıktı. Bu vaziyet; devleti de diz üstü çöktürdü, milleti de dayanıksız hâle getirdi.

Peki, bunların tek suçlusu kadınlar mıydı?

Gelecek ay niyetim, 8 Mart dolayısıyla «İslâm’da Kadın» ve erkeğin «kavvâm» olma sıfatı üzerine yazmak; o zaman biraz daha izah edeceğim. Şimdilik şu kadarını söylemekle iktifâ edeceğim:

Kadınlarımızı Avrupalı kadınlara özendiren de aslında erkeklerin Avrupa’da tahsil görüp geldikten sonra müslüman aile yapısını hor görmesi (meselâ Şinâsî’nin «Şair Evlenmesi» eserinde görücü usûlü evlilik yerilir), evlilikte İslâmî terbiye ile yetiştirilmiş kadınları tercihe şâyan bulmaması, ailesinin evlendirdiği iffetli ve saf kalpli hanımının kıymetini bilmemesi, matmazellere gösterdiği aşırı hürmeti, itibarı ondan esirgemesidir.

Osmanlı’nın son döneminde yazılmış kitaplarda; ülkemize misyonerlik yapmaya gelmiş mürebbiye ve muallimelerin erkekler tarafından aşırı bir ilgiyle karşılandığı, vapurlarda, tramvaylarda çarşaflı müslüman kadınlara değil onlara yer verildiği, genç erkeklerin onların dikkatini çekmek için züppeleştikleri gibi bilgilere rastlanır.

Hattâ daha sonra cumhuriyeti şekillendiren bir subayın, o dönemde bir yabancı kadına yazdığı mektupta, kendi milletinin inancını küçümseyen cümleler kurduğuna ve; «Hangi kitabı okuyayım?» diye tavsiyeler istediğine şahit oluyoruz.

Müslüman kadınlar evde kocasının ilgisini bekleyedursun; bu züppeler, meyhanelerin üst katında gizlice Rum dilberleriyle buluşur, ailesinin nafakasını onlara harcardı. Müslüman kadınların bazısı da kendilerinden üstün tutulan bu kadınları örnek almaya mecbur hissetti. Zaten erkeklerin iltifatlarına aldırış etmeyecek kadar özgüvenli olma imkânına sahip değillerdi, nefislerine de hoş geldi…

Erkekler farkında olsunlar veya olmasınlar, toplum değerlerinin mimarıdır. Onlar imamdır, öncüdür, temel tercihleri belirleyendir. Anayasa kitaplarında ne kadar; «kadın-erkek eşittir.» yazsa da, o cümleler kitapların iki kapağı arasında kalmaya mahkûmdur. Kadın, beğendiği erkeğin kapısını çalıp kolay kolay talip olamaz; binlerce yıllık yerleşmiş gelenekler kolay değişmez. Sonuçta bir toplumda beğenilen, tercih edilen, talip olunan kadın olmaya karşı; her kadının zaafı vardır. Beğenilmeyip evde kalmak, kadın için hayattaki en büyük kâbuslardan biridir. Bu sebeple kadınlar, daima takipçidir; erkeklerin öncü olduğu değerleri benimser, onların iltifatını kazanmaya gayret ederler.

Erkeklerin kavvâm olmamak gibi bir imkânları yoktur, sonunda esiri hâline düştükleri düzeni de kendileri teşekkül ettirirler. Kendilerini esir eden kadınları da kendileri tercih ederler.

“Takvâ ehli, dünyaya düşkün olmayan, âhiret yolunda bir yoldaş, hayat arkadaşı olsun da; fizikî özellikleri, tahsili ne olursa olsun…” deseler, kim mâni olabilir?

Son zamanlarda toplumda Neo Osmanlıcılık diyebileceğimiz bir kültür ortamı, yeşerme zemini buldu. Peki ama hangi Osmanlı? Yükselen Osmanlı mı; çöküntü içinde çırpınan Osmanlı mı? Osmanlı gibi yükselmek istiyorsak; yükseliş dönemini modelleyip, zamanın şartlarına uygun şekilde yorumlamalı değil miyiz?

Yükseliş dönemine baktığımız zaman; samimî bir îman, îmânı için fedâkârlık, mânevî otoritelere itaat anlayışıyla teşkilâtlanma ve her mânâda sadâkat görüyoruz. O dönemde erkekler, itaat etmek konusunda ehl ü ıyâline öncü ve örnek durumunda. Kadın da itaat etmek ve çocuklarını itaat ettirmek konusunda eşini takip etmekte… Çöküş döneminde ise; «Balık baştan kokar.» atasözünün bir ispatı olarak, topluma örnek durumundaki üst tabaka ve bilhassa erkekler, kendi özünü küçümsemek, bencillik ve zevk düşkünlüğü yönünde öncü olmuş.

Hâlâ da bu durum devam ediyor. Ne yazık ki bugün hedeflerimizin ötesinde gayelerimiz yok. Para kazanmayı öncelikli ve en mühim hedef olarak gördük ama bunun bir vasıta olduğunu, onunla ulaşmamız gereken aslî bir gayemiz olduğunu unuttuk. Bu sebeple de vasıtayı, gaye hâline getirdik; aşırı mânâ yükledik. Hattâ erkekliğin şânı, sadece para kazanmaktır zannettik.

Erkekler bolca para kazanmayı en büyük gaye görünce, para kazandıkları zaman da kendilerini artık «lâ yüs’el» bir konumda görmeye başladılar. Üzerlerindeki; aileyi ve cemiyeti ıslah etme, terbiye edip yetiştirme vazifesini unuttular; nefsânî arzularının peşinde diledikleri gibi gidebileceklerini zannettiler.

Bu da kadınlara kötü örnek oldu;

“Madem üstünlük para kazanmaktaymış, ben de kazanayım. Para kazanan istediğini yapabiliyorsa o zaman ben de yaparım.” noktasına geldi. Nasıl olsa teknoloji; kaba kuvvetin önemini azaltmıştı, hizmet sektörü kadın istihdâmına açıktı.

Hâlbuki aslî gayeye farklı ve birbirini tamamlayan birçok vasıtalarla ulaşmamız gerekiyordu. Yani sadece para değil, o parayı nasıl harcayacağımıza dair mânevî bir disiplin de kazanmamız gerekiyordu. Onu kazanmayınca ne kadar para kazanırsak kazanalım meseleler çözülmedi, aksine büyüdükçe büyüdü. Nefisler kabardı; bencillikte yarışır, dünyevîlikte rekabet eder hâle geldik.

Unutmamalıyız ki, biz kuluz, her şeyimiz emânet. Erkek veya kadın olmak, para kazanıyor veya harcıyor olmak fark etmez; hesaba çekilmeden önce kendi nefsimizi ince ince hesaba çekmemiz lâzım. Sarf ve tasarruf ederken de bu şuurla hareket etmemiz gerek…