Tasavvuf Deryâsı SEYYİD TÂHA’L-HAKKÂRÎ -kuddise sirruh- HAZRETLERİ

YAZAR : Aydın TALAY aydintalay@gmail. com

a_talay-SAYI-118

Dökülen takvim yaprakları ve su gibi geçip giden hayat serencâmı içinde, Allâh’ın emri istikametinde topluma yön vermeye çalışan mârifet erbabının gayreti başkadır. Zira onlar muhabbetin yoğurduğu, hizmetin coşturduğu gönül insanlarıdır. İşte Silsile-i Aliyye’nin otuz birinci halkasını teşkil eden ve 19. yüzyılda yaşayan Seyyid Tâha’l-Hakkârî Hazretleri; bu mübârek zâtlardan olup, dağları da bağları gibi çekici olan Güney Doğu Anadolu bölgesindendir.

Bilindiği üzere 13. yüzyılda başlayıp üç yüz yıl kadar devam eden Moğol İstîlâsı’nın İslâm tarihinde acı bir hâtırası vardır. Şamanist Moğolların; Asya’dan Doğu Avrupa topraklarına kadar istîlâ ve korkunç zulümleri, cihangirlik uğruna pek çok ülkeyi harabeye çevirmiş ve insanlarını perişan hâle getirmişti. Cengiz’in torunlarından Hülâgû’nün çekirge misali akınlarını, Memlûk hükümdarı Sultan Baybars 1.260 tarihinde Ayn-ı Câlût Savaşı ile durdurunca, Moğollar Anadolu’ya giremediler. Hakkâri Beyleri de birlikte, 300 atlı olarak Mısır’a gidip savaşa katılarak bu zalim gürûha karşı olduklarını ortaya koydular. Her sıkıntının sonunda geniş rahmetini yaymaya kādir olan Mevlâ; erenleri Anadolu’nun neşv ü nemâ bulmasına her koldan memur olmaya, vesile kıldı. İşte Arvâsî ailesi de, bulunduğu Bağdat yöresini bu sıralarda terk ederek Hakkâri’nin Şemdinli bölgesine göçmüştü.

Seyyid Tâha’l-Hakkârî, Seyyid Ahmed bin Sâlih Geylânî’nin oğludur. Şemdinan’ın Nehri Köyü’nde tahminen on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru 1.770 yılında doğmuştur. Şemdinan (Şemdinli) Urmiye Gölü-Cizre-Van Gölü kıyıları ve Musul arasında kalan geniş bölgenin o zamanki adı olup Cumhuriyet’ten sonra kurulan Hakkâri iline, ilçe olarak bağlanmıştır. Bölge, Çaldıran Meydan Muharebesi’nden sonra Osmanlı’ya katılmıştır. Asırlarca İslâm’ı en güzel şekilde yaşayan bir ailenin mensubu olarak Seyyid Tâhâ, çocuklukta bile olgun insanlara mahsus davranışlar gösteriyordu. Küçük yaşlarda, öncelikle Kur’ân’ı ezberleyip; ardından Süleymaniye, Kerkük, Revandız, Erbil ve diğer medreselerde tefsir, hadis, fıkıh ve siyer dersleri aldı. Çevrede, tanınmış ulemânın ayrıca fen ve edebiyat derslerine devam etti. Şemdinli’ye bağlı Berdesur (bugünkü Sur ilçesi) Kasabası’nda bir medrese kurarak talebe yetiştirmeye başladı. Seyyid Tâhâ, tasavvuf halkasında; Şihâbüddîn (dînin parlak yıldızı) İmâdüddîn (dînin direği), Kutbu’l-irşad ve’l-medâr lâkapları ile anılır. Hemen ifade edelim ki; altı asır boyunca Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, seyyidlere büyük ihtimam göstererek, huzur içinde yetişip gelişmeleri ve nesillerinin korunması için Abbâsîlerden devraldığı Nakîbü’l-Eşraf sistemini hassasiyetle korumuştur. Böylece seyyidler protokole tâbî olmayıp, gerektiğinde padişahla doğrudan görüşebilirlerdi. Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh- soyundan gelenler seyyid, Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- soyundan gelenler ise şerif kayıtları arasına alınarak; ikametgâh, görev ve durumları, kütük defterlerine ayrı ayrı kaydedilirdi. Onların hukukî durumlarına, aynı soydan gelen yetkili Nakîbü’l-Eşraf kaymakamları bakardı. Yeşil sarık ve cübbe giyerlerdi.

Seyyid Tâha’l-Hakkârî’nin amcası Seyyid Abdullah, o yıllarda Silsile-i Aliyye’nin yirmi dokuzuncu halkasından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin halîfesi idi. Nehri Kasabası’nda otururdu. Feyiz ve irşad çalışmalarını Türkiye, Irak ve İran’ın uzak beldelerine kadar yaydığı gibi; medrese, tekke ve zâviyeler de yaptırmıştır. Üstâdı Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin daha önceleri Hindistan’a giderek Gulam Ali Abdullah Dehlevî’nin huzûru ile şereflendiği biliniyor.1

Seyyid Abdullâh, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’ni ilk ziyaretinde genç yeğeninden bahsedince Şeyh Abdülkādir Geylânî -kuddîse sirruhû-’nün türbesine gönderilip istihârede bulunması isteniyor. Amca ile yeğen ilgili yerde istihâreye başvurunca Bağdâdî Hazretleri’ne işaret edildiğini görüyorlar. Böylece Seyyid Abdullâh’ın Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’yi ikinci ziyaretinde yetişme yoluna azim ve gayretle sevk edilen genç Tâhâ’nın da bulunduğunu görüyoruz. Orada kaldıkları seksen gün boyunca, kendisine çok ihtimam gösterilerek tasavvufî eğitimden geçirilmiştir. Mevlânâ Bağdâdî Hazretleri’nin ehl-i beyte olan derûnî sevgisi o seviyede idi ki bir sohbetinde bulunanlara şöyle diyordu:

“Efendiler beni Seyyid Tâhâ ve Seyyid Abdullah’tan üstün bilmeyiniz. Benim onlarla ilişkim bir sultanın çocuklarını eğiten hoca gibidir.”

İşte bu sebepledir ki dönüş için Seyyid Tâhâ’nın ata binişinde Mevlânâ Hâlid’in üzengiye yapıştığını görüyoruz. Genç Hakkârî, istiğfarla geri çekilmeye çalıştı. Bağdâdî Hazretleri;

“Bir zamanlar nefsin terbiyesi için size dağdan taş getiriyordum. Şimdi ise Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ehl-i beytine bağlılığım sebebiyle üzenginizi benden başka kimse tutamaz.” deyince; «Emir edepten üstündür.» gereği üzerine atına bindi. Orada bulunan ulemâ, sulehâ ve talebeler eşliğinde yol aldılar. Onun yüksek ilmî şahsiyetinin oluşmasında; asil ve temiz ilim ocağı olan ailesinin yanında, amcası ve yüksek ilim ve tasavvuf rûhu müessir olmuştur. Cemaat rûhunun gelişmesine bakın ki, o tarihte Nehri Kasabası 1.700 hane iken; hiçbir evde ocak tütmeden halkın tamamı Seyyid Tâha’l-Hakkârî’nin dergâhında yer içerlerdi.

Seyyid Tâhâ Hazretleri ilgi çekici ve etkili olan derslerine, önce Berdesur’da (Sur) başlayarak daha sonra Şemdinan (Şemdinli) ve Nehri Kasabası’nda devam ediyordu. Aklî ve naklî ilim ve güzel ahlâk üzerine olan sohbetlerini, her taraftan gelen kalabalık bir cemaat takip ediyordu. Bu güzîde çalışmanın tam kırk iki yıl devam ettiğini görüyoruz. Böylece çok değerli âlimler yetişmiştir. Bunlardan başta kendi oğlu Seyyid Ubeydullah Hakkârî, kendi kardeşi Seyyid Sâlih, Seyyid Fehîm-i Arvâsî ve Seyyid Sıbğatullah Arvâsî -rahmetullâhi aleyhim-’i zikredebiliriz.

Seyyid Tâhâ Efendi, nefisten bahseden sohbetlerinin birinde şöyle buyuruyordu:

“Nefsini zelil edene ne mutlu, nefsi kendisini helâk edenin vay hâline. Ey hevâ ve hevesi kalbinde devamlı gelişen kimse, îmânını tazele! Ancak yalnız dil ile değil.”

Sabır bahsindeki bir kısmı ise şöyleydi:

“Belâ ve üzüntüler acı görünseler de, büyük bir nimettir. Dünyanın en kıymetli sermayesi ve cihan sofrasının en tatlı yemekleri, acı dahî olsa dert ve musîbetlerdir. Cenâb-ı Hak’tan ne gelirse alıp sabır ile şükretmek lâzım. Belâ ve musîbetlere şekvâ edip ağlamak, irâde-i Rabbâniye’ye zıt bir davranıştır. Şükretmek ise, o belâ ve musîbetlerin yükünü hafifletir, saâdet ve huzur verir.”

Yine şöyle buyurmuştu:

“Gaflet ile yapılan hiçbir işten hayır gelmez. Bir iş yalnız Allah -celle celâlühû-’nun rızâsı için yapılırsa, saâdetlerin en büyüğü ve en gerçeğidir. Rabbini unutarak yapılan her iş ise, bir hiç hükmündedir.”2

Seyyid Tâhâ Efendi Hazretleri’nin İslâmî hayat tarzına, taviz kabul etmeden bağlılığı dikkati çektiği gibi; akıl, idare ve ihtisas yönünden de prensip sahibi idi. Ağa, bey ve siyaset adamları ile görüşmediği gibi, dünya işleri ve siyasetten huzûrunda konuşulmazdı. Hattâ Sultan I. Abdülmecid mektup göndererek İstanbul’a davet etmişse de gitmemiştir. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği bu etkisi, sevenler üzerinde tesirini göstermiş; gerek Osmanlı’da ve gerekse İran Şâhı üzerinde birtakım ıslahat hareketlerine kapı açmıştır. Yine Irak’ın Revandız bölgesinde Berzenc ve Hayderî kabîleleri arasındaki ihtilâf, harbe yol açacak kadar ilerlemiş ve kimse durduramamıştı. Seyyid Tâhâ Efendi derhâl Revandız’a hareket ederek iki tarafın liderlerini çağırınca, onu birlikte karşılayıp ellerini öperek barıştılar.

Ama isimleri araştırıcı, misyoner, öğretim üyesi ve filozof olsa da batılı ajan ve onların bölge üzerindeki oyunlarına âlet olanlar içinde; onun zâtını fena gösterip gözden düşürmek isteyenler de çıkmıştır. Bunlardan biri onun zamanında yaşayıp bölgeyi adım adım dolaşan İngiliz arkeolog A. H. Layard’dır. Kitabında sıkılmadan Seyyid Tâhâ Efendi’nin yöre beylerini hıristiyanlara karşı kışkırttığını ifade etmektedir. Hollandalı antropolog Martin Van Bruinessen ise onu, ırkçı ve saltanat anlayışı ile töhmet altına almaktadır. Her ikisi de düzme ve iftiradan ibarettir.3

Seyyid Tâhâ Efendi Hazretleri, 1853 yılında vefat etmiştir. Seyyid Mahmud, Seyyid Alâuddîn, Seyyid Ubeydullah ve Seyyid Habib çocukları olup; nesli günümüze kadar devam etmektedir. Mevlâ rahmet eyleyip yolundan ayırmasın.

___________________

1 Evliyâlar Ansiklopedisi, c. 11, s. 405-422.

2 Seyyid Tâha’l-Hakkârî (Hakkâri Üniversitesi Yayını, 2013)
3 Austen Henry Layard (Nineveh and Bablyon, Newyork, 1875)