ÂH MİNE’L-AŞK!

YAZAR : Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

n_s_cevikoglu-SAYI-118

Aşk olsun!

Aşkınız cemal olsun!

Cemâliniz nûr olsun!

Nûrunuz ayn olsun!

Yazımıza Hazret-i Mevlânâ’nın selâm duâsıyla başlamayı büyük tasavvuf üstâdına vefâ sayarız. Hazret-i Mevlânâ bir aşk adamıydı. O zât-ı muhterem; insanı, eşyayı, varlıkları, kâinâtı yani âlemi gönül penceresinden seyreder ve değerlendirirdi. Fikirleri, düşünceleri, görüşleri «sevgi» ve «aşk» odaklıydı. Varlıkların oluşumunu, ayın doğuşunu, güneşin batışını, dünyanın dönüşünü o hep «sevgi» ve «aşk» boyutuyla anlatıyordu. Kötülük ve çirkinliklerin kaynağının «sevgisizlik ve aşksızlık» olduğunu vurguluyordu.

Onun her dîne, her inanışa derin bir saygısı olduğundan çok seveni ve müntesibi vardı. Kendinden sonra fikir ve görüşleri, yaşayış biçimleri sistematize edilerek tasavvuf deryâsının «Mevlevîlik» kolu ortaya çıktı. Mevlevîlik derin bir medeniyet ve hâl yansımasıdır. Bu yoldan; pek çok ilim, sanat, edebiyat ve siyaset adamı etkilenmiş, böylece de Mevlevî dergâhlarında çok kıymetli insanlar yetişmiştir.

Mevlânâ Hazretleri’nin en meşhur eseri olan «Mesnevî», kendi içinde kafiyeleri bulunan bir şiir türü olup 26 bin beyitten meydana gelmiştir. Tamamı 6 cilttir, 2 yıl ara verilerek 9 yılda bitirilmiştir. İlim erbabı tarafından Mesnevî, Kur’ân’ın tasavvufî tefsiri olarak nitelendirilir, hakikate ulaşma kitabı olarak tabir edilir. İçinde 270 hikâye ve kıssa şiir diliyle ifadelendirilmiştir. Bunlar anlatılırken âyet ve hadislerden yararlanılmıştır. Mesnevî’de en can alıcı, vurucu mesajlar kıssalardan sonra gelir. Hazret-i Mevlânâ; eserlerinde somuttan soyuta iner daha çok derûnî kavramları ele alır, incelikleriyle işler. İşlediği konular; akıl, ruh, kalp, aşk gibi hususlardır. Onun gayesi; insanın mâlâyânîden, mâsivâdan arınıp yücelmesidir. Mesnevî’de insanların çevrelerinde şahit oldukları hâdiselerin hikmet boyutları nazara verilir. Bunun için bazı müşahhas misaller simge olarak kullanır. Meselâ; horoz şehveti, tâvus makamı, karga tûl-i emeli yani istek ve doymazlığı temsil eder.

Hazret-i Mevlânâ, insanı her safhada değerlendiren büyük bir gönül eğitimcisidir. İnsanı anlamadan hiçbir şeyi anlayamazsınız. Üstad;

“İnsanın iç dünyasında sonsuza açılan bir yanı yoksa o gönül haraptır.” der. Mesnevî, bencillikten sıyrılıp benliğinden geçenlerin gönül cennetidir. Şurası bilinen bir hakikattir ki dînin temeli, yüce Allah -celle celâlühû-’ya îmandır. Îmânı kuru kuruya değil de aşk boyutunda yaşamak için «aşkın kitabı» «Mesnevî»yi okumak gerekir.

“Ben canım tende olduğu müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim. Ben seçilmiş Muhammed Mustafâ’nın ayağının tozuyum.” diyen Mevlânâ Hazretleri, tam bir Kur’ân ve Peygamber âşığıdır. O yüce Kur’ân’dan özümsediği ilhamlarla, aşkullah ve Muhammedün Rasûlullah sevdasıyla coşan bir aşk çağlayanıdır. Âlimler, Kur’ân ile Mesnevî’yi gül bahçesi ile gül yağına benzetmişlerdir. Hazret, gül bahçesi olan Kur’ân-ı Azîmüşşân’dan gül yağı çıkarmıştır. Gül bahçesindeki güllerin sayısız rengi ve âhengi Mesnevî’ye yansır.

Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim;

“İkra’: Oku!” diye inmiştir.

Aşk kitabı olan Mesnevî;

“Bişnev: Dinle!” diye yazılmıştır.

Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a;

“Oku!” denince Âlemlerin Güneşi; «Neyi okuyacaktır?» O -aleyhissalâtü vesselâm-, kâinâtın kitabını okuyacaktır. Ancak insan önce kendini okumalıdır. Zira kendini bilmeyen Rabbini bilemez.

Mesnevî’de ise; “Dinle!” deniyor. «Neyi dinle?» Kâinâtın sesini, Kur’ân’ın hitabını, Peygamber’in vahyini dinle. «Dinlemek» tasavvufta önemli bir kuraldır. Söyleyen değil, dinleyen öğrenir. Kulak, ilmin giriş kapısıdır. Büyükler dinlemenin ehemmiyetini belirtmek için;

“Sen çocuğuna susmayı öğret, o nasıl olsa konuşmayı öğrenecektir.” derler. Ayrıca dinlenenler sadra kaydedilir, okunup yazılanlar ise satırlara kaydedilir. Satırlardakiler, CD ve diskettekiler silinebilir ama sadırdakiler silinmez, kalıcıdır.

İnsan, hayatı okuma ve dinleme hâllerindeyken; düzgün bir kamıştan yapılmış, içinden enfes sesler ve nağmeler çıkan «ney»i dinlemelidir. O «ney», alelâde bir müzik âleti değildir. Ney, içli ve sıcak iniltileri olan hep ayrılığı ve hüznü hatırlatan bir gönül telidir. «Ney»in aslı; içi boşaltılmış ve ana yurdundan koparılmış, gurbet diyarlarında bulunan bir kamıştır. İçi dolu olsa ondan ney olmaz, olması için içinin mutlaka boşaltılması zarurîdir. Buradan bir benzeşme yapılarak; «insanın da içi mâsivâdan, maddî zevklerden boşaltılmadıkça, arındırılmadıkça ilâhî tecellîlere muhatap olamaz.» hakikati ortaya çıkar.

Tasavvufta «ney»; nefsini aşmış, mâsivâdan sıyrılmış, aşkın bir gönülle Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etme mertebesinde olan kâmil insanı yani Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm-’ı ve O’nun vârisleri olan âlimleri, mürşid-i kâmilleri temsil eder.

Ney gönüle, kamış ise gönül âlemine benzetilir. «Ney»in çıkardığı ses «aşkın sesi»dir. Neydeki nefes;

“Ben insana kendi rûhumdan üfledim.” (Sâd, 72) âyeti mucibince, temsilî olarak Hakk’ın nefesidir. Buradan hareketle Hakk’ın nefesi ile dolan kâmil insanlar (mürşid-i kâmiller); tıpkı ney gibi gönül sevdalarını, yürek nağmelerini müntesiplerin gönlüne üflerler. Elbette ki rûhundan üfleyen Hak Teâlâ Hazretleri olursa, o kul da en doğru ve en güzel nağmelerle seslenir. O ancak Rabbin emirleri doğrultusunda davranışlar icrâ eder. Bu hâl tasavvuftaki;

«Râdıyeten mardıyye» (el-Fecr, 28) mertebesidir. İşte ney bu yönüyle Hakk’ın sesidir.

Mesnevî’den herkes kabiliyeti kadar nasiplenir. O da ancak Cenâb-ı Hakk’ın lutfu iledir. Bu hususta Hazret-i Mevlânâ şöyle der:

“Bedenle can iç içedir, birbirinden gizli değildir ama bedende o cânı görecek kabiliyet yoktur.” Burada «can»dan maksat; «Hazret-i Allah Teâlâ’nın rûhu»dur. Ve gayb âlemindendir. Beden, rûhun kalıbıdır. Ruh, hayâtiyetini beden içerisinde sürdürür. İnsanı hakikî insan yapan, onun mânâ âleminin güzelliğidir. İnsanın mânâ âleminin aşkın boyuta gelmesi, «ney»den enfüsî nağmeler çıkmasıyla olur. Âlemde var olan canlı-cansız her varlıkta hakikî aşkın tezâhürleri bulunur. Her varlık kendi kabiliyeti ölçüsünde, sonsuzluk âleminde «kemâle» doğru mesafe kat eder. Son nokta ise o varlığın mîrâcıdır. Topraktaki bitkiler yükselirler, en güzel yemişleri verirken kemâli yakalayıp mîrâca erişirler. İnsan da kendi varlığını Hakk’ın varlığı içerisinde eriterek mîrâca yükselir.

«Akıl» Cenâb-ı Hakk’ın âdemoğluna bahşettiği en kıymetli hazinedir. Mukaddes hükümlerin muhatabıdır. Ancak; akıl yalnız başına mânevî sırları çözmeye yetmez. Hâdiselerin hikmet boyutunu idrak edemez. Mânevî tecellîler, ilâhî mesajlar akıldan üstün olan «aşk» ile kavranabilir. Hazret-i Mevlânâ’ya göre «akıl aşka kurban edilmeli» ki gönül mânevî sırlara âgâh olabilsin. Akılla mâneviyat deryâsına dalınmaz, oralara ancak gönülle gidilir. Akıl eğitilir ama gönül de eğitilir. Gönlü eğiten Rab Teâlâ’dır. Yine akıl ve kalp kulluk içindir. Kalp kulluktaki incelikleri ayarlar. Mide akla ve kalbe «helâl lokma» ile doğru yolu gösterir, böylece ona «akl-ı selîmi, kalb-i selîmi» buldurur. Dolayısıyla Kur’ân’da kalbin bir faaliyeti olan akıldan bahseden pek çok âyet-i kerîme vardır:

“… Kullarımı müjdele, onlar ki sözü dinlerler ve o sözün en güzeline uyarlar. İşte onlar Allâh’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir, akl-ı selim sahipleridir.” (ez-Zümer, 17-18; ayrıca bkz. el-Bakara, 269; Âl-i İmrân, 7; er-Ra‘d, 19; ez-Zümer, 9)

Akıl esrârının sırdaşı âşıklardır. Dile de kulaktan başka talep yoktur. Aşkı bulabilmek için akla ihtiyaç vardır, ancak akıl sınırlıdır. Sınırlı bir akılla sınırsız olana ilerlenemez. O zaman, aşk yollarına vâsıl olmak için sınırlı olanları bırakmak gerekir. Aşk ile îman birleşince akıl gerekeni yapar. «Aşkullâh»ın nûru varsa aklın da nûru vardır, o da iyi ile kötüyü ayıt etme farkıdır. Bu nur, mânevîdir ve yalnız akılla bulunur. Ancak akıl nefsin sultasına girerse, o zaman helâk olur. Burada bize şu duâyı yapmak yakışır:

“Rabbimiz; değiştirebileceğimiz şeyleri yapabilmek için bize cesaret, değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabul etmek için sükûnet ve bu ikisini ayırt edebilmemiz için bizlere akıl nasip et.” Âmîn…

Mevlânâ Hazretleri eşsiz bir tevâzû ile;

“Hayatım yanlışlarla dolu olarak geçti, gitti. Belli bir olgunluğa erişemedim.” derken âdeta bizim hata ve kusurlarla bezeli hayatımıza dikkat çeker. Yine;

“Günler; gamlarla, ihmallerle gitse, zaman tükenip ömür hebâ olsa bile bir uyanma olduysa sonunda birlik denizine, aşk havuzuna girdinse öyle geçen günlere bile helâl olsun.” der.

“Artık mâzîdeki hâtıralarıma ne gam duyayım, onlar için niçin tasaya düşeyim? Fânî olan geçip gidecektir. Önü ve sonu olmayan ölümsüz, sen kal; kal ve benimle ol, bana O yeter.” derken; bu arada «zaman» gibi mücerret bir kavram içinde mâzîyi hâtıra, geleceği ufuk olarak görür. O an içinde yaşadığımız zamanı ise mâzîdeki keyfiyetleri geleceğe aktaran hâliyle değerlendirir.

“Zaman kime yâr oldu ki bana yâr olacak?” diyerek sahip olduğumuz her şeyi bırakıp gideceğimiz bir dünyaya doğru yol alırken bizden hiç ayrılmayacak dosta işaret ediyor. Bâkî kalacak O yegâne dost için;

“Sen kal ey dost! O bana yeter!” diyor. Ve;

“Beni terk etme!” niyazıyla Bâkî olana sesleniyor.

Susuz insanlar çokça su içerek suya kanarlar. Fakat balık gibi hep suyun içinde olup da bir türlü suya kanamayanlar vardır. Nasıl ki balık sudan çıkınca ölürse, insanlar arasında da ilâhî sırlar ummanına girenler aynen balık gibi oradan çıkmak istemezler. Yani nasıl balığın yaşaması için bol su lâzımdır; işte aynen bunun gibi «Aşkullâh»a erişebilmek için de ilâhî aşkın ummanında yaşamak gerekir. Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- günde yetmiş defa istiğfar ederdi. Her defasında bir mertebe kat eder ve her yükselişinde aşağıdaki derecelere bakarak;

“Demek ben buralardaydım.” diyerek hayıflanır, yükseldikçe de kendisine açılan doyumsuz sır kapılarında nice ilâhî tecellîlere mazhar olurdu.

Tasavvufta en son mertebe Allah -azze ve celle-’ye ulaşmaktır. Bu dereceye zühd, takvâ ve aşk ile erişilebilir. Ruhsuz yapılan şeylerin kişiye pek faydası olmaz, ancak aşkla yapılan şeyler kıymetlidir. Aşk ile dağlar yerinden oynar. Aşkı kalbimize duâ gibi ekmeliyiz. Tabiî böylesi aşka ulaşmak için, çok çeşitli merhalelerden geçmek gerekir. Varlığın mayası aşktır. Aşk kişi için bir lütuftur. Fânî olan şeylere duyulan sevgi aşk-ı mecâzîdir. Aslında her şey fânî, tek aşk bâkîdir. Dünyaya gönül veren mâneviyattan nasiplenemez. Aşk-ı hakikî, kâinâtın sahibine duyulan en büyük lezzettir.

Kötülükten, pislikten, günahlardan temizlenmeyen; aşkı bulamaz. Aşk yolunda ilerleyemeyenler, benlik sahibi olanlardır. «Ben» dersen aşkı yakalayamazsın. Kötülükten, hırstan, kibirden kalbi temizlemek isteyen aşkı bulabilir. Her varlığın özü aşktır. Aşk gönül sayfasına yazılanlardır. Mevlâna Hazretleri der ki;

“Hayatta tek ölümsüz olan şey aşktır. Aşk kāl işi değil hâl işidir. Kalem her şeyi yazdı, çizdi ama aşka gelince çark etti, kaldı. Herkesin aşkı, değer verdiği şeye göre ölçülür.”

Hazret-i Mevlânâ’ya sorarlar;

“–Aşk nedir?” diye;

O da cevaben;

“–Ben ol da gör!” der.

“Allah’tan başka bir temâşâsı bulunan aşk, aşk olamaz; o saçma sapan bir sevda olur. Allah -celle celâlühû- için ağlayan göz ne mübârektir. O’nun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir! Bizim Peygamberimiz’in yolu, aşk yoludur. Biz aşkın çocuklarıyız. Aşksız olma ki ölü olmayasın. Aşkta öl ki diri kalasın. Başımı koyduğum her yerde secde ettiğim hep O’dur. Tek mâbud ancak Allah -celle celâlühû-’dür. Bağ, gül, semâ, sevgili… Hepsi bahane, maksat daima O -azze ve celle-’dir. Aşk geldi, damarımda, derimde kan kesildi. Beni kendimden aldı, sevgiliyle kapladı. Benden kalan yalnız bir ad, ondan ötesi hep O…”

Âh mine’l-aşk!

__________________________

KAYNAKLAR:

1. Abidin Paşa, Mesnevî Şerhi, (Sadeleştiren Mehmet Said KARAÇORLU), İst, 2007, İz Yayıncılık.
2. Mesnevî-i Mânevî Şerhi-İlk 1001 Beyit, Hüseyin TOP, Konya, 2008, Tablet Yayınları.