Rahmet İkliminin Mimarları; GÖNÜL SULTANLARI

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

b_c_ozdemir-sayı-118

En mükemmel varlık olan insanın, başlangıçtan itibaren; hayatını devam ettirebilmek, yaratılış gayesine uygun tarzda yetişebilmek ve kendisine tevdî buyurulan vazifesini bihakkın îfâ edebilmek için, sıcak bir aile yuvasına ve tâlim-terbiye görecek bir vasata ihtiyacı vardır. Evlât; yetiştirilmesi ve terbiyesi açısından ailesine emânet iken; zamanımızda, dünyevî cereyanların etkisinde şekillenen bir mantık yapısını hâiz ebeveynler;

“Çocuğa etki edilmesin; kendisi aklıyla, hür iradesiyle doğruyu bulsun.” diyorlar. Hâlbuki, hangi doğru? Mesele aklın rehberliğine kalırsa; fert sayısı kadar «doğru» ortaya çıkar.

İmâm-ı Şâfiî Hazretleri;

“Kalp, hakla meşgul edilmezse; bâtıl istîlâ eder.” buyuruyor.

Ferdin doğru istikameti bulup takip etmesinde; önce ebeveynin, daha sonra da mütehassıs eğitimcilerin, «peygamberlere vâris olan» âlimlerin, gönül ehlinin rehberliğine ihtiyacı vardır. Böyle bir rehberden mahrum kalarak nefsinin emrine girmiş birçok kişinin, en yüksek eğitim kademelerinden geçmiş olmasına rağmen; mesleklerini icrâ edip millete hizmet etmek yerine, organize suç çetelerinde yer almayı tercih ettikleri, kamuoyunun yakînen bildiği bir vâkıadır.

İnsan için doğru bir rehbere uymak o kadar önemli bir ihtiyaçtır ki; onun kılavuzluğuna uyduğu nisbette, önüne serilen «esfel-i sâfilîn» ile «âlâ-yı illiyyîn» arasında müstehak olduğu mevkii bulur. «Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen», Hâtemü’l-Enbiyâ, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; birçoğu her türlü süfliyâta bulaşmış câhiliyye insanından, her birini «gökteki yıldızlar» mesâbesine yücelterek «asr-ı saâdet» toplumunu inşa etmişti. Üstad Necip Fazıl bu ilâhî kudretin şümûlünü şöyle ifade ediyor:

Sen’de insan ve toplum, Sen’de temel ve bina;
Ne getirdin, götürdün, bildirdinse âmennâ!

O Varlık Nûru etrafında pervâne olan ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtının gönüllerini tutuşturdukları sonraki nesiller de; teselsülen, bu değerler manzûmesi ile gönülleri fethederek, yüce dâvânın fedâîleri olmuşlardır. «Peygamber vârisleri» mevkiindeki bu huzur davetçilerine, yine merhum Üstad, gönlünden taşan tâzimi;

Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller…
Ufuk, önlerinde bayrak kulesi.
Bu gidenler, Altun Kol Silsilesi,
Ölçüden, âhenkten daha güzeller.
Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller…

diye arz ediyor.

Sahip olduğu yüce değerler manzûmesinden taşan rahmet iklimini, hâle hâle dünyaya yayarak, fevkalâde yoğun câhiliyye karanlığında yolunu kaybetmiş, insan hak ve hürriyetleri nedir bilmeyen insanlığı huzura kavuşturan şanlı medeniyetimizin en önemli hususiyetlerinden birisi de; ulemâ ve gönül ehline gösterilen tâzim ve itibardı. Tarihin o devri, dünya için «karanlık» olarak tavsif edilirken; İslâm coğrafyası bu vasfı ile, «altın devr»ini yaşıyordu. İlim, sanat ve gönül ehli; devletin en üst makamlarında yer alıyor, gidişâta istikamet veriyordu. Çoğu zaman da; ilim, sanat ve gönül adamlığını yüksek kabiliyetleriyle şahıslarında birleştirerek temâyüz etmiş olan bu gönül sultanları; hem halkın, hem de devlet ricâlinin gönlünde taht kurarak, devlet idaresinde rehber olma vazifelerini bihakkın yerine getirmişlerdi.

Bu, mârifetullah deryâsında eriyen irşad ehli mübârek zevât, tasavvuf dairesinde kemâle eren şahsiyetleriyle, her türlü nefsî ve dünyevî iptilâdan arınmış olup; Allah -celle celâlühû-’nun rızâsını tahsilden başka bir gaye gütmemişler; bu uğurda can-fedâ etmeyi de, cana minnet bilmişlerdir. Bulundukları mevki itibarıyla önlerinde olan şöhret, vâriyet, sû-i istimal… gibi süfliyâta katiyyen tenezzül etmemişler; İslâm’ın güler yüzünü aksettirerek hem birlik ve beraberliğin teminâtı olmuşlar, hem de devlet ricâlinin rehberliğini, gereken tâlim ve terbiyesini yürütmüşlerdir.

İlmin zirvelerine ulaşmış âlimler de; ilâhî aşkta fenâ bulup dünyadan geçen, kendilerini «yaratılan»a hizmete adayan gönül ehli zevâta tâzimi bir fazîlet bilmişlerdir.

Devrinin en büyük âlimlerinden olan İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh-, ömrünün son yıllarında Câfer-i Sâdık Hazretleri’ne intisâbını;

“Ömrümün son iki yılı olmasaydı, Nûman helâk olurdu.” diye belirtir.

İmâm-ı Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri, dizinin dibinde hürmetle oturduğu, ümmî olan Şeybân-ı Râî Hazretleri için;

“Bizim ilim ve îman mevzuundaki sözlerimiz, bu zâtta fiilen yaşanan bir hâl ve davranış şeklinde tezâhür etmiştir.” buyurur.

Kezâ İmâm-ı Hanbelî -rahmetullâhi aleyh- de, Bişr-i Hâfî Hazretleri’ne gösterdiği hürmet ve tevâzu üzerine;

“–Sizin gibi büyük bir âlim, böyle bir dîvâneye nasıl bu kadar tâzimde bulunur?” diyen talebelerine;

“–İlmi ben ondan daha iyi bilirim; fakat o Allah Teâlâ’yı benden daha iyi bilir.” diye izahta bulunur.

Türk coğrafyasının İslâmlaşmasında en önemli âmil; muhabbet fedâîleri olarak kendilerini «İ‘lâ-yı Kelimetullah» dâvâsına adayan gönül ehlinin gayretleridir. Bilhassa Hazret-i Türkistan unvanıyla da bilinen Ahmed Yesevî -kuddîse sirruhû- Hazretleri’nin müntesipleri, «gazâ ordusu» yanında «duâ ordusu» olarak yer alıp, Türk akınlarıyla beraber yayılarak; fethedilen yerlerin, Türk-İslâm kimliğine kavuşmasında çok önemli rol oynamışlardır. Bu noktaya temas eden Yahya Kemal;

“Bu Ahmed Yesevî kim? Bir araştırın göreceksiniz; bizim milliyetimizi, asıl onda bulacaksınız.” der.

Şanlı medeniyetimizin son halkası olan Osmanlı’da; devletin temelini atan, âdeta çeliğe su verir gibi, ona asırlarca sürecek diriliği kazandıran şahsiyet;

“İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.” hükmünü veren Şeyh Edebâlî Hazretleri’dir. Osman Gazi, vasiyetinde;

“Oğul; Şeyh Edebâlî’yi üzersen, beni üzmüş olursun…” diyerek; gönül ehli zevâtın, devlet idaresindeki mevkiini de belirlemiş oluyordu. Nitekim, tarihin kaydettiği en uzun ömürlü hanedanlardan birisi olan Osmanlı’da; sağlanan içtimâî huzurun, önemli başarıların ve zaferlerin arkasında, ulemâ ve gönül ehli zevâtın olduğu görülür.

Mukaddes bir vasiyet olarak kabul gören İstanbul’un fethinde; akılla, sabırla, azimle, iradeyle fethi hazırlayan iki fatih vardır:

Sultan Mehmed Han ve Akşemseddin Hazretleri.

Allâhu a‘lem; asırlardır beklenen bu şanlı fetih, bu iki ekmel şahsiyetin, tevâfuken bir araya gelmeleri ile gerçekleşmiştir. Nitekim, Akşemseddin Hazretleri’nin kadrini bilecek olgunluğa sahip olan Sultan Fatih; şehre girerken, bir vefâ ve kadirşinaslık tezâhürü olarak, halkın teveccühünü hocasına yönlendirir. Akşemseddin Hazretleri, fetihten sonra kendisine mürid olmak isteyen Sultan’ın isteğini;

“Sizin mes’ûliyetiniz, devletin başında olmaktır.” diyerek geri çevirir ve tevâzû ile payitahttan ayrılarak, bugün Bolu’nun ilçesi olan Göynük’e yerleşir.

Şeyhülislâm Zembilli Ali Cemâlî Efendi; fevkalâde celâlli bir padişah olan Yavuz Sultan Selim Han’ın, şerîata uygun görmediği kararlarına cesaretle karşı çıkan bir âlimdir. Sultan Yavuz; bir gün sinirlenerek, âsâyiş için çıbanbaşı hâline gelen bir grup gayr-i müslimin; ya İslâmiyet’i kabul etmeleri ya da katledilmeleri için bir karar alır. Bunu öğrenen Şeyhülislâm Cemâlî Efendi, cesaretle Sultan Yavuz’un karşısına çıkıp; «Şerîate aykırı olan bu kararın geri çekilmesi»ni ister. Sultan Yavuz’un celâllenerek;

“Efendi hazretleri; bu devlet işidir; siz buna karışmayınız.” demesi üzerine; Cemâlî Efendi, yine aynı cesaret ve vakarla; «kendisinin Sultan’ın âhiret saâdetine nezâret etmeye memur olduğunu; aksi takdirde, padişahlık makamından indirilmesine fetvâ vereceği»ni söyleyince; Koca Sultan, O’na hak vererek, kararını geri alır.

Kanunî Sultan Süleyman, unvanı ile mütenâsip olarak; her işini;

“Sırdaşım, yoldaşım, kardeşim.” dediği, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’den fetvâ alarak yapan bir padişahtır. O’nun bahçedeki ağaçları saran karıncaları öldürmek için bile, Ebussuud Efendi’den fetvâ istediği; menfî cevap gelmesi üzerine, bu işten vazgeçtiği, meşhur olmuş bir hâdisedir. Yine Sultan’ın; yaptığı bütün işlere ait fetvâların bir sandık içinde mezarına konmasını vasiyet ettiği de, bilinen bir husustur.

Sultan Üçüncü Mehmed Han’ın, bizzat kumandasında olan ordu; Haçova meydanında, düşmanın ağır bir taarruzu karşısında bozularak, geri çekilmeye başlar. Padişahın hocası olan Sâdeddin Efendi, Padişah’ın atının gemini tutup;

“Sultanım; lâzım olan, yerinizde sebat etmektir. Zafer inşâallah ehl-i İslâm’ın olacaktır.” diyerek onu durdurur. Düşmanın bir sel gibi karargâha dalması üzerine; oradakiler, ellerine ne geçtiyse onlarla hücuma geçerler. Padişah’ı ve Hoca Sâdeddin Efendi’yi düşmanın karşısında dimdik ayakta gören asker de dönüp onlara katılınca; Türk tarihinin en büyük zaferlerinden birisi kazanılır.

Tasavvuf usûlü; fertleri âhiret şuuru, muhabbet taşıran bir gönül ve İslâm’ın güler yüzü ile teçhiz ederek, onlara her şart altında mukaddes emâneti taşımaya liyâkatli bir kalp kıvamı kazandırmayı hedefler. «Peygamber vârisi» irşad ehli vasıtasıyla, böyle sâlih bir kul vasfına ulaşan insanlardan meydana gelen bir cemiyette; içtimâî barış sağlanmış, âdeta bir cennet hayatı tesis edilmiş olur. Nitekim, asırlar boyunca, şanlı medeniyetin ulaştığı, «İ‘lâ-yı Kelimetullah» dâvâsına sancağının dalgalandığı her yer, asr-ı saâdet meltemleriyle rahmet iklimine kavuşmuştur. Uzun yıllar ceberût komünizmin korkunç baskıları altında yaşayan müslümanların dinlerini kaybetmemeleri, tasavvuf terbiyesinden geçmiş olmaları ile izah ediliyor. Zamanımızda da, «İslâm-selefî» maskeli bazı terörist fırkaların, İslâm düşmanı mihraklara hizmet eder şekilde irtikâb ettikleri şiddete yönelik fiiller, ancak bir gönül ehlinin feyzinden mahrum olmalarıyla îzah edilebilir. Gönül sultanlarından Câfer-i Sâdık -kuddise sirruhû-;

“Bir mü’min kardeşine ait sevmediğin iş duyarsan, «bir»den «yet-
miş»e kadar özür kapısı araştır. Bulamazsan; «Benim anlayamadığım bir özrü vardır.» de ve kapa.” buyuruyor.

Böylesine rahmet incileriyle müzeyyen şanlı bir mâzîye ve kültüre sahip İslâm ümmeti; yüce dînin men ettiği câhiliyye bataklığına sapmanın vahâmetini idrak ve muhâkeme edip, emrettiği istikameti tutmak mecburiyetindedir.