Şanlı Mâzimizden Seçme Nükteler

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

m_hidir_1-SAYI-118

ÇOBAN NELERE MUTTALÎ?

Şâfiî mezhebinin kurucusu, büyük âlim ve müctehid İmam Şâfiî, 767 yılında Gazze’de doğdu. Baba tarafından soyu Hazret-i Peygamber’in büyük dedesi Abdimenâf ile birleşir. Temel eğitimini ibtidâî imkânlarla tamamladı. Etraftan topladığı kemikleri kalem yaparak ve bir devlet dairesinin atık kâğıtlarını kullanarak yazı malzemesi ihtiyacını karşıladı. Dokuz yaşlarında hâfız oldu. On üç yaşında Mescid-i Harâm’da Kur’ân okutmaya başladı. Bir yandan kıraat dersleri alırken diğer yandan ilim meclislerine katıldı. Şeybân-ı Râî adlı gönül ehlinden de mânen istifade etmiştir.

19 Ocak 820 tarihinde vefat eden İmam Şâfiî, Karâfe’de Benî Abdülhakem Mezarlığı’na defnedildi. Daha sonra buraya bir türbe yapıldı. (TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 38, s. 224)

***

Talebesi anlatır:

“İmam Şâfiî bir gün kandil çarşısından çıktı, bizler de onun arkasından gidiyorduk. Baktık ki bir adam ilim ehlinden olan birinin gıybetinde bulunuyor. Bunu duyan İmam Şâfiî bizlere dönerek şöyle dedi:

«Dillerinizi gıybetten ve ihânetten koruduğunuz gibi, kulaklarınızı da tıkamak sûretiyle bunları işitmekten koruyun; zira dinleyen söyleyene ortak olur. Ahmak kimse, kendi içindeki kötü şeyleri sizin gönüllerinize boşaltmak ister. Bu kimsenin sözlerini dinleyenler günahkâr olur, reddedenler ise saâdete ererler.»”

m_hidir_3-SAYI-118

ŞECERENİ DE SAYARIM…

Said Halim Paşa, 1863 yılında Kahire’de doğdu. İlk ve orta tahsilini burada tamamladı. Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca öğrendi. 1900’de de Rumeli Beylerbeyi oldu. 1912’de bir müddet Şûrâ-yı Devlet Reisliği yaptı. 1913’te Hâriciye Nezâreti’ne tayin oldu. 6 Aralık 1921’de bir Ermeni tarafından silâhlı saldırıya uğrayarak vefat etti. Kabri, II. Mahmud Türbesi’ndedir.

***

Said Halim Paşa sadrazamken bir İngiliz diplomatı sorar:

“–Paşa Hazretleri! Müslümanlar bütün hakikatlerin ve fennî gerçeklerin Kur’ân’da mevcut olduğunu iddia eder dururlar. Lâkin bir gerçeği biz batılılar keşfedip ortaya koymadıkça da Kur’ân’dan çıkarıp gösterememektedirler. Acaba siz ne dersiniz, böyle midir?”

Said Halim Paşa ve getirttiği bir âlim ikna edemeyince Şeyh Şerâfeddîn Efendi çağırılır. O der ki;

“–Bu hususun üç sebebi vardır:

Kur’ân-ı Kerim’de fennî hakikatlere temas «sarâhat»le değil «delâlet» cihetiyledir. Bunun birinci sebebi, eğer bu gerçekler sarâhat cihetiyle olsaydı Kur’ân’ın hacmi alabildiğine genişleyeceğinden onun ezberlenmesi imkânsızlaşırdı.

Fakat asıl sebep bu değildir. Kur’ân-ı Kerim; fennî gerçeklere sarâhat cihetiyle temas etmiş olsaydı, asırlardan beri mü’min olan insanların çoğu, zamanlarındaki fennî terakkî seviyesi itibarıyla onları kabule yaklaşmayıp inkâr ederlerdi.

Lâkin bunları siz batılılar tecrübe edilir ve ispatlanır hâle getirmeden de bilenler vardır. Lâkin onlara bildiklerini söylemek hususunda müsaade yoktur.” deyince İngiliz diplomat bunun bir «bahane» olduğu yolunda itirazda bulunmuş. Bunu gören Şeyh Şerâfeddîn Hazretleri şu sözleri söylemeye mecbur kalmıştır:

“Bak ekselâns! İstesem size kıyâmete kadar vâkî olacak bütün fennî keşifleri tâdâd edebilirim. Lâkin bunu yapmak benim için mânevî bir intihar olur. Ancak kabul edebilmeniz için size başka harika bir bilgi sunabilirim. Tâ Âdem -aleyhisselâm-’a kadar sizin ceddinizi sayabilirim.” deyip saymaya başlamış İngiliz diplomat;

“–Dur! Bir dakika… Sen bunları nereden biliyorsun!?. Yedinci göbekten öteye ben dahî bilmem.” deyince Şeyh;

“–Ben sadece bunu değil, sizden dünyaya gelmiş ve gelecek olanları da kıyâmete kadar sayabilirim.” diyerek, karşısındaki İngiliz’in önce çocuklarını sonra torunlarını, daha sonra da henüz dünyaya gelmemiş olan neslinin isimlerini saymaya başlayınca İngiliz diplomat Sadrâzam’a dönerek;

“–Paşa Hazretleri! Ben sizden bir din âlimi istedim, siz bana bir sihirbaz getirdiniz.” diyerek hidâyetten kaçınmış ve bunun ilâhî takdire bağlı bulunduğu gerçeğine yeni bir misal olmuştur.
(Kadir MISIROĞLU, İthaflı Fıkralar, s. 151’den hulâsa edilmiştir.)

m_hidir_2-SAYI-118

BÜYÜK FETİH KİME NASİP?

Sultan II. Murad Han, 1404’te Amasya’da doğdu. İlk eğitimini sarayda aldı. On iki yaşında vali olarak Amasya’ya gönderildi. Babasının vefatı üzerine 1421’de Bursa’ya gelerek Osmanlı’nın başına geçti.

Uzunköprü, Üç Şerefeli Cami gibi birçok hayır müessesesi yaptırdı.

İstanbul’u kuşattıysa da almaya muvaffak olamadı. Bu fethi dünya gözüyle görmek arzusuyla uzlete çekilerek saltanatı oğlu Şehzade Mehmed’e bıraktı. Ancak bir müddet sonra tekrar devletin başına geçti.

3 Şubat 1451’de vefat eden II. Murad Han, Bursa Muradiye Camii yanına defnedildi.

***

II. Murad Han ve Hacı Bayrâm-ı Velî bir defasında görüşürlerken içeriye bir beşik getirdiler. Hacı Bayrâm-ı Velî, beşiğe baktı ve herkesin işiteceği bir sesle Fetih Sûresi’ni okumaya başladı. Oradakiler henüz beşikte kimin bulunduğuna bakılmadan Fetih Sûresi’nin okunmasına bir mânâ veremediler. Sûreyi bitirdikten sonra Sultan Murad Han’a dönen Hacı Bayrâm-ı Velî;

“–Sultanım! Bâyezid Han ve sizin İstanbul’u muhasaranız zamanında elden gelen her şey yapılmıştır. Buna rağmen fethin nasip olmayışı, onun vaktinin henüz gelmemiş bulunmasındandır. Çünkü her şey, Allâh’ın takdîriyle belli bir zamana rehnolunmuştur.” dedi.

Sultan II. Murad Han, konuşmanın burasında gayr-i ihtiyârî olarak;

“–Acaba takdîr-i ilâhî, feth-i mübîn hususunda kime yâr olacak? Acaba bu şeref bana nasip olur mu?!.”diye sordu.

Hacı Bayrâm-ı Velî konuşmasına şöyle devam etti;

“–Sultanım! İstanbul’u fethetmek size nasip olmayacak. Evet, o mübârek belde elbette fetholunacaktır, fakat bunu ben de göremeyeceğim. O belde-i tayyibenin fethi, sizin şu beşikteki gül-i Muhammedîniz ile bizim köse Akşemseddîn’e nasip olacaktır.” dedi. (Osman Nûri TOPBAŞ, Osmanlı, s. 85)

m_hidir_4-SAYI-118

VEFAT DOSYALARI

Ünlü yazar Cengiz AYTMATOV, 12 Aralık 1928’de Kırgızistan’ın Talas eyâletinde doğdu. Babası Torekul AYTMATOV, Sovyet Kırgızistan’ında seçkin bir devlet adamı idi, ancak 1937’de tutuklandı ve 1938’de kurşuna dizildi.

Gençliği II. Dünya Savaşı’nın zorluklarıyla geçti. Köyünden, Kazakistan’a giderek Cambul Veterinerlik Teknik Okulu’nda okudu. Daha sonra Bişkek’e giderek burada Frunze Tarım Enstitüsü’nde öğrenimine devam etti. 1956 ile 1958 yılları arasında Moskova’da okudu. Yazmaya bu yıllarda Pravda gazetesinde başladı. Yazdığı eserleriyle ünü arttı ve 1957 yılında Sovyet Yazarlar Birliği’ne üye oldu. Birçok ödül aldı. Eserleri yüz elliyi aşkın lisana tercüme edildi. Aytmatov, 10 Haziran 2008 tarihinde hayatını kaybetti. Anıt mezarı Kırgızistan Ata-Beyt’tedir.

***

Kendisiyle yapılan bir mülâkatta, çocukluk yıllarının acılarını ve kendisini yazarlığa hazırlayan şartları şöyle anlatır:

“«Niçin yazar oldunuz?» diye sordunuz. Ben 9 yaşında iken Stalin benim babamı öldürdü. Dört çocuktuk, annem hastaydı ve biz babasız kalmıştık. Bundan sonra II. Dünya Savaşı başladı. Halk çok kötü duruma düştü. Ben ortaokulda okuyordum. Okuldan gelirken köyümüzden bir kişi;

«Sen okulda iyi okuyorsun. Rusça biliyorsun, Kırgızca biliyorsun, bizde belediye sekreteri olarak çalış.» dedi. Ben o zamanlar 14 yaşında bir çocuktum. Çok hesap kitap gördüm. Savaşta ölenlerin dosyaları geliyordu. Dosyalarda;

«Sizin çocuğunuz Beyaz Rusya’da öldü, Moskova’da öldü veya Ukrayna’da savaşta öldü.» yazıyordu. Bu dosyaları ailelere ben götürüyordum. Çocuklarına, annelerine, babalarına olanları anlatmam lâzımdı. Onlar bana inanmayarak;

«Sen bu kâğıdı nereden aldın? Git bu kâğıdı götür. Bu kötü haberleri nereden aldın?» diye beni kovuyorlardı. Ben de ağlaya ağlaya anlatıyordum. Olanları anlatmak, onları inandırmak çok zordu. Savaş bittikten sonra okula gittim. Savaşı yazmak istedim. Askerden kaçanları yazmak istedim. İlk eserim savaşla ilgilidir. Öz dilimle yazdım. Okuyan bilir.”