DÖNMEYE DEĞİL ÖLMEYE…

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

a_ziylan-SAYI-118

Bir zamanlar bu dünya hayatı gözümüzde değersizdi. Kadere bambaşka bir derinlikte îmân edilirdi.

Dünya değersiz, kader de Allah’tan olunca; başa gelene sabredilirdi. Hele büyüklere hürmet işin içine girmişse, sabretmek tabiî bir vazife hâlini alırdı.

Babalar babaydı. Sözleri emirdi. Emir demiri keserdi. Evlâtlar babalarına hem itaatkâr hem de hürmetkâr idi.

Kocalar kocaydı. Hanımlar da hanım. Hanımlar beylerine itaatli, beyler hanımlarına muhabbetli idi.

Çıraklar kalfalarına, kalfalar ustalarına aynı saygı ve bağlılık içinde olurlardı. Öğrenciler, hocalarına aynı ihtiram ve sadâkat içinde teslim olurlardı.

Bu hürmet ve itaatin aksi bilinmezdi. Bir evlâdın babasına, bir hanımın kocasına, bir kalfanın ustasına hürmetsizliği, isyanı, en büyük edepsizlikti. Kimse bunu hoş karşılamazdı.

Öyle ki, kızlarını gelin eden babalar, koca evine yollarken;

“Kızım! Oraya dönmeye değil, ölmeye gidiyorsun!” derlerdi.

Düşünün bir kız çocuğu; şimdiki gibi değil, çok daha erken yaşta, bir aileye gelin gidiyor. Orada âdeta kayınvâlide ve kayınpederin evlâdı gibi olacak. Onlara hizmet edecek. Hürmet edecek. İtaat edecek. Hayatta o kıza sahip çıkacak en önemli kişi, öz babası ona diyor ki:

“Kızım ölünceye kadar bu kapının evlâdısın. Buradan dönmeyeceksin. Gelinliğinle girdiğin bu kapıdan ancak kefeninle çıkabilirsin.”

Böyle tembihlenen bir kız, kime güvenip de şımarabilir, itaatsizlik edebilir?

Bu evlilikler dünürcü usulü ile olurdu. Oğlan anası, teyzesi vs. yakınları; kızı olan tanıdıkları veyahut tavsiye edilen ailelere gider kız bakarlardı. Kız anası, gelen misafirlere hürmet eder; kızın kahve getirmesi, hareketleri kontrol edilir, eksiler, artılar tartılırdı. Görücüler oradan hürmetle ayrılırlardı.

“Kızı olanın kapısı çalınır.” denirdi. Kız görüldükten sonra düşünülür; ailenin soyu-sopu, kızın boyu-posu, huyu-suyu, güzelliği nazar-ı itibara alınırdı.

Kafaya yattıysa; kız evine tekrar gidilir; oğlanın adı, işi, yaşı söylenirdi. Aile kendisini tanıtır, oğlanın babasının adını söyleyip;

“–Sorun soruşturun, kızınıza talibiz. Siz de uygun görürseniz akraba olmak istiyoruz.” derlerdi. Kız tarafı da soruşturduktan sonra ya;

“–Hayır!” diye bir bahane söyler ya da;

“Kız ile oğlan birbirlerini bir görsünler…” derlerdi.

Oğlan evi; damat adayı, ana-baba kahve içmeye giderlerdi. Büyükler konuşurken; damat-gelin susar otururlardı. Misafirler gittikten sonra kıza sorarlar;

«Siz bilirsiniz!» derse iş bitmiştir, oğlanda da aynıydı.

Birçok delikanlı da; gelini gerdek gecesi görür, kısmetine, anasının görüşüne râzı olurdu.

Böyle olmasına rağmen; boşanma yüzde iki, üç ancak olurdu. Çünkü yukarıda dediğimiz gibi;

“Kızım sen dönmeye gitmiyorsun!” tembihatı vardı. Gelinin, kayınvâlidesinin, varsa eltisinin, görümcesinin her birinin bir avlu içinde birer mütevâzı odası olurdu. O kadar… Hepsi bir sofrada yerlerdi, gelinin geldiği evde sadece bir tabak artardı, masraf aynı idi, böylece hayatlarını devam ettirirlerdi. Gelin; oranın geleneklerini, yaşantılarını öğrenir, gelecekte o ailenin annesi olmaya hazırlanırdı.

Bu gelinler bazı evlerde; evin neşesi, süsü, çiçeği, sevgilisi olurdu. O evlerde de huzur, bereket, muhabbet olurdu. Böyle evler, «geçimli aile» diye herkesin takdirini toplardı, övgü ile bahsedilirdi.

Bazı evlerde ise; kayınvâlide, gelinini âdeta bir hasım, sanki doğurup büyüttüğü sevgili oğlunu elinden alan bir rakip gibi görürdü. Gelininin yaptığı güzel davranışların bile farkında olmaz, ne yapsa suç işlemiş gibi görür, sevmezdi. Sevilmeyen gelinin de eğildiği bile suç sayılırdı.

Eski gelinlerden biri anlatıyor:

Kaynana; kayınpederin, oğlunun ve gelinin yanında;

“–Bizim gelinler gün görüyor, kızlarımız zulüm görüyor.” deyince, gelin;

“–Benim annem de böyle söylüyor; yani kendi gelinleri için gün görüyor, kendi kızlarımız zulüm görüyor.” diye cevap vermiş.

Kayınvâlide bunun üzerine;

“–Gördünüz mü gelini! Ne şansımız varmış! Gelinliğin zor zamanında gelin, kaynanalığın zor zamanında kaynana olmuşuz.” demiş.

Ben de bir gün kendi anneme sordum:

“–Anne gelinlerinle aran nasıl, onları seviyor musun?”

Dedi ki:

“–Kızlarım kadar seviyorum. Senelerdir bir şikâyet duydun mu? Otuz sene kayınvâlidemle, otuz sene de gelinimle oturdum, şikâyetim yok elhamdülillâh!

Ama kayınvâlidem bana duâ etti;

«Sana da senin gibi gelin versin!» dedi. Duâsı kabul oldu, şimdi ben de gelinlerim ile mutluyum.”

Bunu her yerde örnek olsun diye sık sık söylerim.

Şükür; iki günlük dünyada, hoşgörülü olmak, sevmek gerek. Sevgi olursa her şey kendiliğinden düzelir. İnatçı olmayıp; «Ben bilirim!» dememeli. Karşıdakinin de insan olduğunu unutmamak lâzım. Yaptığın zulmün karşılığını hem bu dünyada görürsün, hem de âhirette azabının çok şiddetli olduğunu unutmamalısın.

Ne olur iki günlük dünyayı kendimize de karşımızdakine de zehir etmeyelim. Hoş görmeyi, sabrı unutmayalım.

Maalesef geçmişte de geçimsiz aileler olurdu. Komşular birbirlerini gördüğü zaman hemen ortaya «gelin mevzuu»nu atar; çekiştirmeye başlarlardı.

Dînimiz bunun adına «gıybet» diyor. Gıybet dînimizde kesinlikle yasaklanmış. Ölü eti yemeye benzetilmiş. «Bazıları ben olmuş bir şeyi söylüyorum.» diye savunmaya geçiyorlar, zaten olmamış şeyi olmuş gibi söylemen iftiradır. Aman kardeşlerim gıybetten, iftiradan uzak duralım.

Bir gün bir kayınvâlide, eve gelen komşusu ile gelinini çekiştirememiş, o da yanlarında diye… Dış kapıya çıkınca gelin burada duymaz diye bir hayli çekiştirmişler. Olacak ya gelin de durumu fark etmiş;

Duvarda elek mi olur?
El kızı melek mi olur?
Kör olası kaynana,
Kapıda hanek mi olur?

diye duyurarak söyleyivermiş. Hanek bizim yörede söz, konuşma demektir. Bu dörtlük, Kilis türküsü olarak söylenmektedir.

Aslında bugünün kaynanası, geçmişin gelinidir. Gelin gittiğinde kaynanasından zulüm görür, fakat bir gün kendisi kayınvâlide olunca o da gelinlerini azarlar, eziyet çektirirdi.

Her şeye rağmen; «El kapısı, dedikodusu var.» diyerek; anneler kızlarına aş yapmayı, iş yapmayı, sevgiyi, saygıyı ve edebi öğretirlerdi.

Tabiî bütün bunlar eskide kaldı.

Yanlış elbette eskide kalsın. Fakat mâzînin güzel tarafları da, yanlışlara kurban gitmesin.

Şimdi babalar, anneler kızlarına;

“Aman kendini ezdirme!” diyor. Zaten evlenme yaşı ilerledi. Kayınvâlideli, gelinli büyük aile kalmadı. Buna rağmen; «kendini ezdirmeme» öğüdü alan gelinler, kocalarından gördükleri en ufak bir sıkıntıda kalkıp baba evinin yolunu tutuyorlar. Erkek de umursamaz ise yıkıldı bir aile… Umursarsa nereye kadar?..

Zulüm, eziyet olmasın elbette. Fakat, biraz da sabır olsun, anlayış olsun, fedâkârlık olsun. Bu dünyada tam anlamıyla rahat olmadığı, -hayırlı bir niyetle- bir zorluğa sabredilirse, âhirette büyük ecir ve mükâfat alınacağı hatırlansın.

Nedir o hayırlı niyet?

Bir aileyi ayakta tutmak… Çocukların; anası bir tarafa, babası bir tarafa dağılmamış, sıcak, huzurlu bir yuvada yetişmeleri…

Bu güzellikler için, birkaç sıkıntıya sabretmeye değmez mi? Birkaç kötü huy, görmezden gelinemez mi?

İnsan eşini seviyorsa, onun annesinin sözüne de katlanır, babasının kaşına da…

20 sene önce yanımızda çalışan Peter isimli bir Alman vardı, taban işinde uzmandı. Bir Türk hanımla evli idi. Müslümanları çok severdi; camilere, hayır yerlerine yardım yapardı. Kanser hastalığından Almanya’da öldü. İnşâallah müslüman olarak ölmüştür. Bu arkadaş;

“Siz Türklerin üç şeyine hayran oluyorum.” derdi.

“1. Fabrikalarda işçilere çok güzel yemek veriyorsunuz. Almanya’da hiçbir fabrika işçisine yemek vermez, işçi ya akşamdan hazırladığı ekmeği yer ya da parası ile kantinden yer.

2. Evlere girerken ayakkabınızı çıkarıp terlik giyiyorsunuz.

3. Aile yapınız var. Dede, baba, torun bir evde oturuyorsunuz. Bir sofrada yemek yiyorsunuz. Sevgi, hürmet ve edep var. Bunlar Almanya’da yok. Kıymetini bilin!” derdi.

Maalesef kıymetini bilemedik. Şimdi evlenenlerin büyük çoğunluğu müstakil evde oturuyorlar. Hattâ kayınvalide ile aynı apartmanda olmayı bile istemiyorlar. Gelen gidenlerin, yakınları tarafından bilinmesinden hoşlanmıyorlar. Aşırı hürriyet, sorumsuz yaşama, televizyon, internet… bunlara bağımlı yuva kuruyorlar. Bu bağımlılık da birçok ailenin dağılmasına sebep oluyor.

Hâlbuki yeni evlenenler nasıl tanışırlarsa tanışsınlar; üç ay, altı ay hattâ bir sene beraber geziyor, tozuyor, huyunu suyunu tam olarak öğreniyor, ondan sonra da evleniyorlar. Birbirlerini bu kadar yakînen tanıdıktan sonra birçoğunun bir müddet sonra evlilikten soğuduğunu, ayrıldığını, boşandığını duyuyoruz.

Bu ayrılıklar neden?

1. İslâmî yaşantı ve kültür eksikliğinden, îman zayıflığından.

2. Aile kültürüne, eğitimine önem vermediğimizden.

3. Sevgiyi tam bilmediğimizden.

4. Şımarık ve bencil oluşumuzdan.

5. İstemediğimiz hâlde hatır için evlendiğimizden.

6. Ailelerin dengesi uyuşmadığından.

7. Adâletsiz, hep kendi tarafımızı haklı görmemizden.

8. Hâinlikten, namus dâvâsı gibi affedilemeyecek sebeplerden.

Gelecek yazımızda da inşâallah bunların üzerinde duralım.

Mevlâ’m hepimize muhabbetinden nasip eylesin, yavrularımıza hayırlı, sâdık eş nasip etsin.

Âmîn…