MEHMED ÂKİF ARAP ÇÖLLERİNDE

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

c_alpguvenc-SAYI-118

Dâr-ı Bekâ’ya irtihâlinin 78. yıldönümünde rahmetle anıyoruz!

1912-13 Balkan Savaşı yıllarıydı… Âkif Bey, maddî sıkıntı içine düşmüştü… Ailesinin geçimini bazı hatırlı kişilerin çocuklarına özel dersler vererek temine çalışıyordu. O günlerde, bir müşîrin (mareşalin) çocuğuna verdiği dersi bıraktığını duyan yakın dostu Midhat Cemal Bey; bu kârlı dersten neden vazgeçtiğini sormuş;

“Geçen gün müşîrin oğlunun ağzından Peygamberimiz’in aleyhinde bir söz çıktı!” cevabını almıştı. Ardından konuşmasına şöyle devam etti:

“Midhat Bey! İsteyen güneşe tapar, isteyen ateşe… Ben kimsenin Allâh’ına, peygamberine karışmam. Lâkin kimse de benimkine karışmamalı. Biri yüzüme karşı babama sövebilir mi? O hâlde peygamberime de sövemez!”

O; dînine, îmânına bu seviyede bağlı idi.

***

Bu ay sizlere, vefatının 78. yılı dolayısıyla;

Ey şehîd oğlu şehîd! İsteme benden makber.
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber!

beytiyle sonlanan ünlü «Çanakkale Şehitleri’ne» şiirinin şairi Mehmed Âkif ERSOY’dan söz etmeye çalışacağım.

OKUL BİRİNCİSİYDİ!

Mehmed Âkif; 1873’te İstanbul’un Fatih kazasının Sarıgüzel semtinde dünyaya gelmişti. Babası, Kosova’nın İpek kazasından ve Fatih medresesi müderrislerinden Nakşibendî yoluna mensup «Temiz» lâkaplı Tahir Efendi; annesi, Buhâralı Mehmed Efendi’nin kızı Emine Şerife Hanım’dı. Fatih Merkez Rüşdiyesi’nde okuduğu sırada; babasından, Arapça ve ulûm-i dîniyye öğrenmişti. Ayrıca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca dillerinde okul birincisiydi. Mülkiyenin üç yıllık idâdî kısmını okurken (henüz on beş yaşında) babasını kaybetmiş, ardından evleri yanmıştı. 1893’te Halkalı Mülkiye Baytar Mektebi’nden mezun olduktan sonra, Ziraat Nezâreti Umûr-i Baytariyye şubesinde, müfettiş olarak çileli hayata atılmıştı.

ALLAH, FİTNECİLERİ KAHRETSİN!

1916 yılı başlarıydı. Teşkilât-ı Mahsûsa Reisi Eşref Bey; Hicaz Emîri Şerif Hüseyin Paşa ile oğullarının, Harb-i Umûmî’nin (I. Cihan Harbi) bu en çetin safhasında devlete karşı isyan hazırlığı içinde olduğu istihbaratını almıştı. Ordumuzu arkadan vurarak çok güç durumlara düşürebilecek olan bu ihânete karşı, Arap Yarımadası’nın diğer bölgelerinde, bilhassa Necid mıntıkasında kuvvetler hazırlanmasının doğru olacağını düşünmüş, devlet büyüklerine bu tedbiri teklif etmişti. Âsîlerin, Filistin Cephesi’ndeki İngiliz Allenby ordularıyla birleşmelerine engel olmak düşüncesindeydi.

Eşref Bey; bu gerçekleri, aziz dostu Mehmed Âkif Bey’e de uzun uzun anlatmış, kendisine Necid çöllerine birlikte gitmeyi teklif etmişti. Şairimiz, bu yolculuğun önemini Eşref Bey’den dinledikten sonra kararını vermiş;

“Bu hizmetin, memleket için hayırlı olduğu kanaatindeyim. Seyahatin başında sizin bulunmanız, benim için bu seferin memleket ve insanlık menfaatine olduğunun en kuvvetli teminatıdır, emrinizdeyim…” demiş; sözlerini;

“Allah, Müslümanlığın içine bu fitneleri sokanları kahretsin!” diyerek noktalamıştı.

Kısa bir süre sonra Eşref Bey, Şeyh Şerif Salih et-Tunûsî, Enver Paşa’nın başyaveri Mümtaz Bey ve Mehmed Âkif Bey birlikte, bir kara trenle yola çıktılar. Mehmed Âkif Bey’le Şeyh et-Tunûsî görevin dînî ve mânevî kısımlarıyla meşgul olacaklardı. Bu yolculuk, Âkif Bey’in üzerinde derin tesirler uyandırmıştı…

O, koskoca Devlet-i Aliyye’nin giriştiği ölüm-kalım savaşının fedâkârlık ve ferâgat isteyen sahnelerini, yeni yeni müşâhede ediyordu. Seyahatleri; sükûn içinde, fakat yollarda gördükleri dert ve sıkıntılarla kalpleri yaralı olarak geçmişti. Günler süren yolculuktan sonra, Torosları mekkârelerle* aşarak Şam’a, Arap Yarımadası’nın kaderini elinde tutan 4. Ordu Karargâhı’na gelmiş, ardından Medine’ye yönelmişlerdi.

Çöl kahramanları; birkaç gün Medine Muhafızı Basri Paşa’nın misafiri olup, kendisinden bölge ile ilgili önemli bilgiler edindikten sonra, İbn-i Reşîd’in merkezi Hâil kasabasına müteveccihen sessizce oradan ayrıldılar.

NECİD ÇÖLLERİNİ AŞTILAR…

Hâil’de İbn-i Reşid ile görüştükten sonra, İbn-i Suud’un vekili Emir el-Breyd’in bulunduğu Breyd şehrine hareket etmişler, verimli müzakerelerin ardından dönüş yolculuğuna geçmişlerdi. Amaçları, bir an önce demiryolunun en yakın istasyonu olan el-Muazzam’a varmaktı. Sıcaklık; gölgede 55-60, güneşte 75 dereceyi buluyordu. Hararetlerini, keçi tulumlarından yapılma kırbalarda soğutulmuş sularla teskin etmeye çalışıyorlardı. Öğleden ikindiye kadar âdeta kimse konuşmak bile istemiyor, akşamı iple çekiyorlardı. İkindiden sonra ise, çölün kızgınlığı, basılacak yerleri dayanılmaz hâle getiriyordu. İşin tuhafı gündüz ne kadar sıcak ise, çölün gece soğuğu da -hele sabaha karşı- insanı üşütecek derecede şiddetliydi… Günde en fazla 8 kilometre yol alabiliyorlardı. Zaman zaman ortaya çıkan dehşetli çöl fırtınaları, dağlar hâlindeki kumulları birkaç saat içinde dümdüz ediyor, onları bulunduğu yerden kucaklıyor, başka bir yere yığıyordu. Develeri sık sık kuma gömülmek tehlikesine maruz kalıyordu.

Çilekeş kafile güçlükle de olsa, nihayet Teyme suyu yakınlarına varabilmişti… Şeyh Salih’te, kalp yetersizliği vardı; Mümtaz Bey’in bir gözü ise harap durumdaydı, tedaviye muhtaçtı. Mehmed Âkif Bey; bir yemek esnasında, suya kavuşmanın saâdeti içinde sanki dünyaya yeniden gelmiş olan arkadaşlarına şöyle seslendi:

“Arkadaşlar, Allâh’ın inâyetiyle huzura kavuştuk. Şu anda tren yoluna çok yakın bir yerde bulunuyoruz. Görüyorum ki Eşref Bey, görevi icabı acele etmektedir. Aramızda bir karar verelim ve kendisinden bir an önce ilk istasyona yetişmesini rica edelim. Bizler de delillerimizin yardımıyla sonradan ona katılırız. Benim gönlüm, bir-iki gün daha, bu su başında kalmamız gerektiğini söylüyor.” O, böylece arkadaşlarının hissiyatına tercüman olmuştu…

ÇANAKKALE’Yİ AŞABİLİRLER Mİ?

Âkif’in teklifi kabul edilince, Eşref Bey bu «Dost İznini» hemen kullanıverdi. el-Muazzam İstasyonu’na ulaşıp, görevli telgraf memurunu buldu, hiç beklemeden Medine ile telgraf bağlantısı sağlayıp Fahreddin Paşa ile görüştü. Bir süre sonra İstanbul’la Enver Paşa ile de bağlantı kurulmuştu. Eşref Bey, -şifreli olarak- Paşa’yı temasları ve bölgedeki durum hakkında bilgilendirdi. Fakat konuşmanın bir yerinde Eşref Bey’in gözleri dolmuş, yaşlar yanaklarından sicim gibi süzülmeye başlamıştı. Çünkü Başkumandan kendisine, Çanakkale Zaferi’ni müjdelemişti. Bu haber, yolculara bütün çektiklerini unutturacak bir müjde idi… Şimdi ona; bu müjdeyi arkadaşlarına, bilhassa Mehmed Âkif’e ulaştırma görevi düşüyordu. Çünkü o, şairin tek endişesinin ne olduğunu biliyordu. Saf bakışlarını kaç defa gözlerine dikerek;

“–Eşref Bey, ne dersiniz? İngilizler Çanakkale’yi aşabilirler mi? Askerlik ilmine aklım ermiyor, ama hissim ve îmânım, bu Türk kalesinin aşılamayacağını söylüyor. Lâkin karşımızdaki düşmanın kuvveti de malûm, siz ne dersiniz?” diye sormuş, kendisi de bu tertemiz heyecanın akışına kapılarak;

“–Üzülmeyin Üstad, sizin bu kadar samimiyet ve ihlâsla bağlı olduğunuz millî şehâmet, payitahtı düşmandan muhafaza edecektir. Bu milletin tarihinde, mantığı durdurmuş olan az mı destan vardır?” diye cevap vermişti. O zaman Âkif, fısıldar gibi;

“–İstanbul’un fethi, ilâhî bir tebşîrin neticesiydi, Türk kalacaktır!” diye eklemişti.

İngilizler; neleri var, neleri yok bırakmış, o muhteşem donanmalarını tersyüz edip geri dönmüşler, İstanbul kurtulmuştu.

«ÇANAKKALE DESTANI»

Öğleye doğru küçük birliğin önce ayak sesleri duyulmuş, sonra da silûetleri belirmişti. Yaklaşan grubun önündeki Mehmed Âkif Bey, devesinden çevik bir hareketle atladı. Ünlü şair; Eşref Bey’in gözlerine baktığı anda, hayırlı bir şeylerin cereyan ettiğini anlamıştı, saâdeti bakışlarından okunuyordu. Teşkilât-ı Mahsûsa Reisi onu fazla bekletmedi:

“Aziz Üstad, size hayatımın en büyük müjdesini vereceğim. Bize bu saâdeti bahşeden Cenâb-ı Hakk’a nasıl şükredeceğimi bilemiyorum. Çanakkale’de muhteşem bir zafer kazandık, duâlarınız makbul oldu. Düşman, o muazzam donanmasını alarak Boğaz’ı terk etti. İstanbul kurtuldu, vatanın şeref ve haysiyeti halâs oldu.” dedi.

Eşref Bey konuştukça Mehmed Âkif’ten ne bir ses, ne de nefes duyulmuyordu, âdeta donup kalmıştı… Kısa süren duraklamanın ardından birden koşup kendinden geçerek, dostunun boynuna sarıldı, masum bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı… O gece Âkif Bey, Çanakkale Destanı’nı yazmadan canını almaması için Cenâb-ı Allâh’a çok yalvardı; duâsı hıçkırıklarla kesiliyordu.

Zafer destanını haykıran;

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?

mısraı ile başlayan ünlü «Çanakkale Destanı» şiiri, işte böylece Necid çölünün bir ucunda, kum deryasına batmış o küçücük el-Muazzam istasyonunda, gözyaşları içinde yazılmıştı…

Rûhun şâd olsun, kahraman şair!

________________________________

* Osmanlı ordusunda taşıma işlerinde kullanılan at, deve, katır vb. hayvanlar veya bu amaçla halktan ücret karşılığında kiralanan yük hayvanları.