NİZÂMİYE MEDRESELERİ ve İSLÂM TARİHİNDEKİ ÖNEMİ

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

h_ogmus_yazi-SAYI-118

Hicrî IV. asır, İslâm dünyasında Şiîliğin hâkim olduğu bir çağ olmuştu. Mağrip’te İdrîsîler, Halep’te Hamdânîler, Irak ve İran’da Büveyhîler mûtedil Şiîlerdi. İlki Zeydî, son ikisi İmâmiyye Şîasından olan bu hanedanlar; İslâm düşüncesinin, Arap şiir ve edebiyatının gelişmesini desteklediler. Büyük İslâm feylesofu Fârâbî’nin ve Arap şiirinin ilk akla gelen isimlerinden Ebu’t-Tayyib el-Mütenebbî’nin Halep’te Seyfüddevle el-Hamdânî’nin himayesinde olduğunu, Mûtezile’nin en önde gelen âlimlerinden Abdülcebbar bin Ahmed’in (ö. 415) Büveyhîler’e kadılık ettiğini hatırlamak bu konuda -sanırım- biraz fikir sahibi olmamızı sağlar. Kadı Abdülcebbar’ın yanı sıra büyük Eş‘arî kelâmcısı Bâkıllânî’den (ö. 403) de kadı olarak istifade etmeleri ve hattâ Meyyâfârikîn (bugünkü Silvan) hakkındaki bir tartışma ile ilgili olarak onu Bizans İmparatorluğu’nun pâyitahtı İstanbul’a elçi olarak göndermeleri, Büveyhîler’in taassuptan uzak bir hanedan olduğunu gösterir. Sünnî halîfenin salâhiyetlerini kısıtlamak ve onu baskı altına almakla birlikte -muhtemelen tepkilerden çekinerek siyasî sebeplerle- bütünüyle ortadan kaldırmayan Büveyhîler; Fars asıllı olmalarına rağmen, Arap dili ve edebiyatına da büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Arap dilinin en büyük sözlüklerinden biri, Büveyhî veziri İbn-i Abbâd tarafından kaleme alınmıştır. Kezâ Bağdat dil ekolünün en önemli temsilcilerinden Ebû Ali el-Fârisî (ö. 377) ve talebesi İbn-i Cinnî (ö. 395) de Büveyhî hanedanı zamanında yetişmişlerdir.

Ne var ki aynı asırda Mısır’a hâkim olan Fâtımîler, Şîa’nın İsmâîliyye kolundan olup itidalden uzak bir çizgiye sahiptiler. Kur’ân’ın zâhirî mânâsının yanı sıra bâtınî bir mânâsının da olduğunu ve bunu yalnızca masum (günahsız) imamların ve onlardan tâlim yoluyla öğrenen kimselerin bildiğini söyleyen İsmâîlîler; dînî nassları te’vil yoluyla, bilinen anlamlarından çıkarıyorlardı. Bu sebeple Bâtınî adı da verilen İsmâîlîler; İslâm ülkelerine dâî (davetçi) adı verilen propagandistler göndererek fikirlerini yaymaya çalışıyor, böylece hâkimiyet alanlarını genişletmek için çaba gösteriyorlardı. Hicrî V. asrın ortalarında Selçuklular; İran ve Irak’a hâkim olup, Sünnî halîfeyi Şiî-Büveyhî baskısından kurtardıkları zaman vaziyet böyleydi.

Selçuklular, İslâmî geçmişi
iki nesli geçmeyen bir hanedan olarak dînî konularda -hiç değilse ilk zamanlarında- bürokrasiye tâbî oldular. Nitekim Tuğrul Bey’in Mûtezile’ye mensup olan veziri Amîdü’l-Mülk el-Künderî, Sünnî âlimleri ve hususiyle ehl-i hadîsi bazı şehirlerden çıkarıp sürgün etti. Bunlar içerisinde o zaman Nişâbur’da yaşamakta olan İmam Gazâlî’nin (ö. 505) hocası büyük Eş‘arî-Şâfiî âlimi Ebu’l-Meâlî el-Cüveynî (ö. 478) de mevcuttu. Cüveynî Hicaz’a gidip orada bir müddet ikāmet etmiş ve bu sebeple İmâmü’l-Haremeyn (Mekke ve Medine İmamı) lâkabını almıştır. Hicrî III. asrın ilk yarısında Abbâsî halîfesi Me’mun ve halefleri Mu‘tasım ve Vâsık devirlerinde meydana gelen mihne olayını (Mûtezile’nin savunduğu Kur’ân’ın yaratılmış olduğu görüşünü benimsetmeyi hedefleyen baskılar) hatırlatan bu tatsız hâdise, -neyse ki- Alparslan’ın tahta çıkıp Nizâmülmülk’ü vezir yapmasıyla sona erdi.

İsmâîlî-Bâtınî propagandaya karşı yalnız siyasî-askerî yolla mücadele edilemeyeceğini gören yeni vezir, Sultan’ın da tensibiyle bir proje geliştirdi. Bu proje; Sünnî düşüncenin gelişip yayılarak zararlı cereyanlara karşı korunmasını sağlamak ve kadı, müftü vb. devlet bürokratlarını yetiştirmek amacıyla Fâtımîler’in Kahire’de açtığı el-Ezher’e benzer tedrisat müesseselerinin açılmasıydı. Sünnîler tarafından daha önce de böyle müesseseler açılmışsa da bunlar bazı şahsî gayretlerin neticesi olup yaygınlaşmamıştı. İlim tahsili daha ziyade şehirlerin ulu camilerinde tamamen ulemânın inisiyatifinde yapılıyordu. Nizâmülmülk tarafından kurulduğu için Nizâmiye Medreseleri olarak anılan müesseseler ise, müfredat ve hocaları devlet eliyle belirlenip devlet tarafından finanse edilmeleri bakımından öncekilerden farklıydı. Bu sebeple -hususiyle- Mâverâünnehir bölgesindeki bazı âlimler tarafından devletin ilme müdahalesi olarak yorumlanıp tenkit edildi. Bununla birlikte Nizâmülmülk’ün sağlığında başta Bağdat olmak üzere Basra, Musul, Cezîre-i İbn-i Ömer (bugünkü Cizre), Rey, İsfahan, Nişâbur, Merv, Âmül, Belh, Herat gibi şehirlerde faaliyete geçen; Nizâmülmülk’ün vefatından sonra da Kudüs, Dımeşk, Halep, Konya ve Harzim’de benzerleri kurulan Nizâmiye Medreseleri; Sünnî, hususiyle de Eş‘arî düşüncenin gelişip yayılmasını sağlayarak hedefine ulaşmıştır. Ebû İshak eş-Şîrâzî (ö. 476), Cüveynî, talebesi Gazâlî, Şehristânî, Hatîb et-Tebrîzî, İbnü’l-Cevzî gibi meşhur âlimler bu medreselerde ders vermişlerdir. Hicrî IX. asrın başlarında vefat eden büyük lügatçi Fîrûzâbâdî’nin (ö. 817) Bağdat Nizâmiye Medresesi’nde ders verdiğini dikkate alırsak, bu medreselerin bir kısmının dört asırdan fazla ayakta kaldığını görürüz. Ancak Nizâmiye Medreselerini yalnız hizmet verdikleri binalardan ibaret görüp, ömürlerini dört asırla tahdit etmek yanlış olur. Nizâmiye Medreselerinin asıl önemi, üstlenmiş olduğu misyondadır. Bu itibarla bu müesseseler; İslâm ilim ve fikir hayatına modern çağa kadar yön vermiş, hattâ günümüzde bile kısmen yön vermeye devam etmektedir.

Nizâmiye Medreseleri, Bâtınî-İsmâîlî düşünceyle mücadelede hedefine ulaştı. Bâtınîlik, Melikşah ve Nizâmülmülk gibi idareci ve ilim adamlarına sûikastler düzenleyen Hasan Sabbah’ın korku salan faaliyetlerinin de tesiriyle zamanla marjinalleşip tesirini yitirdi. Hicrî VI. asırda Salâhaddin el-Eyyûbî’nin Mısır’ı fethedip Fâtımî hilâfetini ilgā etmesiyle, Ezher de Sünnîleşti. Eş‘arî düşüncesi, İmam Gazâlî’nin Bağdat Nizâmiye’sinde talebesi olan Ebûbekir İbnü’l-Arabî (ö. 543) ve İbn-i Tûmert gibi zâtlar tarafından Mağrip ve Endülüs’e kadar yayıldı. Böylece meşrık ve mağribe (doğu ve batı İslâm dünyası) hâkim olan bu Sünnî ekolün en büyük rakibi yine Sünnîliğin içinden çıktı. Ne var ki, «müteahhir selef ulemâsı» adıyla anılan İbn-i Teymiyye (ö. 728) ve talebelerinin başlattığı bu rekabet; Cüveynî ve İmam Gazâlî tarafından açılıp Fahreddin er-Râzî (ö. 606) ile devam ettirilen güçlü geleneği değiştirmeye yetmedi. İslâm düşüncesi, modern zamanlara kadar Teftâzânî (ö. 792) ve Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 812) gibi Eş‘arî geleneğini devam ettiren âlimlerin tesirinde kalmaya devam etti. Buna paralel olarak Mûtezile mensupları da giderek azaldı. Bununla birlikte kelâm kitaplarında Mûtezile ile yapılan polemiklerin hep gündemde tutulması, bu ekolün fikrî gücünün açık bir delilidir. İmâmiyye Şîası ise ancak hicrî X. asırda Safevîlerin zuhuruyla yeniden canlanıp organize oldu.

Nizâmülmülk, medreseleri kurmasının yanı sıra -belki de bâtınî düşünceyle süren mücadelesinde Sünnî esasa bağlı irfanî geleneği izleyen tasavvuftan faydalanmak maksadıyla- o zaman müesseseleşme yolunda olan tekke ve zâviyeleri de destekledi. Hattâ vezirin bu konuda yaptığı harcamalar sebebiyle Sultan Melikşah’a şikâyet edildiği, onun da;

“Sultanım! Seherlerde sizin saltanatınızın devamı için duâ eden bir ordu kuruyorum.” şeklindeki açıklamasıyla Sultan’ı ikna ettiği aktarılır.

Hulâsa Selçuklular devrinde Nizâmülmülk’ün başlatıp destek olduğu; eğitim, öğretim ve irşad faaliyetleri, modern zamanlara kadar tesirini hep sürdürmüştür. Uzun Osmanlı asırları boyunca ilim ve fikir hayatı hep aynı mecrâda akmış, medrese ve tekke -zaman zaman küçük çaplı çatışmalara sahne olsa da- yan yana hizmet vermiştir. İlk Osmanlı medresesinin müderrisi Dâvûd-ı Kayserî, aynı zamanda -bazı âlimlerce fikirleri aşırı bulunan- büyük mutasavvıf Muhyiddin İbn-i Arabî’nin (ö. 643) iyi bir takipçisidir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin kuruluşu her ne kadar 1300’lerde ise de entelektüel mânâda ve medeniyet bakımından 250 sene öncesine uzanır. Bu da Selçuklu-Abbâsî mührünü taşıyan hicrî V. asrın İslâm tarihi ve düşüncesindeki ehemmiyetini gösterir.