SOSYAL TABAKALAR ve TASAVVUF
YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com
Abdullah İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-;
“Ben insanları ve cinleri ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) âyetini;
“Ben’i tanısınlar.” diye tefsir etmiş.
Hazret-i Ali’nin şöyle dediği rivâyet edilmiş:
“–Allah Teâlâ’nın beni, küçükken öldürüp cennetin yüksek derecelerine ulaştırması beni (fazla) sevindirmez.”
Kendisine;
“–Niçin?” diye sorulunca;
“–Çünkü ben Allâh’ın beni kendisini tanıyıncaya kadar yaşatmasını isterim.” buyurmuş.
İnsan; Rabbiyle ünsiyet kursun, tanısın, sevsin, yaklaşmayı istesin diye yaratılmış. Yaratılışına artı ve eksi ne konulduysa, hepsi Rabbini tanımasına vesile kılınmış. İnsanların birbirine halef olarak dünyaya gelip cemiyetler oluşturmaları; ilim, irfan mektepleri teşekkül ettirmeleri de yine hep insanın akıl ve gönül dünyasının zenginleşmesine vesile. İnsanlık tarihi de; yine insanoğlunun ilimde derinleşmesine, dinde ihlâs ve takvâ gibi mefhumların sırrına ermesine ve îman bakımından imtihanlardan geçerek iyice olgunlaşmasına vesile olan fırtınalı sahnelerle akıp gitmekte.
Nasıl ki mevsimlerin birbiri ardınca geçip gitmesiyle, bahçelerdeki her bir ağaç kendine mahsus meyvesini olgunlaştırıyorsa, tarih mevsimleri akıp giderken de her medeniyet kendine mahsus semereler vermekte; âlimler, ârifler, sûfîler, mütefekkirler, sanatçılar, edebiyatçılar, siyasî liderler ve sahne gerisinde adsız sansız hizmet eden nice insanlar yetiştirmekte.
Tarihin mümtaz sîmâlarına baktığımız zaman daima görürüz ki onların yetişmesine vesile olan büyük bir birikim vardır. Ve bunun öncesinde de bu birikimin meydana çıkmasına vesile olmuş farklı türde hâdiseler vukû bulmuş, bunların üzerine hayli fikirler gelişmiş ve münâzaralar teşekkül etmiştir.
Elbette bunlardan pek çoğu, kendi çağında yaşayanlar için; büyük bir fitne, ağır bir imtihan teşkil etmiştir. Ancak bu fitne ateşinden yüz akıyla çıkan mümtaz kişiler sayesinde, ümmetin akıl karışıklığı ve gönül huzursuzluğu dinmiş; sırât-ı müstakîm üzerinde yürüyen kervan, çalkantıdan kurtulup sükûnete kavuşmuş, ilim-irfan bakımından daha da zenginleşmiş olarak yoluna devam etmiştir.
Meselâ; İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe bunlara güzel bir örnektir. Yaşadığı çağda Kûfe şehri; filozofların, mütekellimînin, Bâtınî mensuplarının fikirlerini yaymaya çalıştığı bir diyardır. Devrin hadis ve fıkıh âlimleri, rivâyet etmek ve fetvâ vermek gibi usullerle ilmi aktarmaya devam etmektedir. Ancak İmam; ilmi sistemleştirerek bozulmalardan korumanın önemi görmüş, bir yığın hâlinde aktarıla gelen itikādî ve amelî esasları; apaçık ve kesin bir sûrette hükme bağlamak yoluyla muhafazaya çalışmıştır.
Zaten Peygamberimiz’in hadislerinde, itikad ve amellere dair en mühim esasların maddeler hâlinde tespiti gibi yöntemler görülmektedir. Nasslarda nüve hâlinde mevcut olan ilmî sistem, ilim şehrinin kapısı Hazret-i Ali’nin torunlarının gayretleriyle gitgide sistemleşmeye başlamıştır. Baba tarafından Hazret-i Ali’nin, anne tarafından Hazret-i Ebûbekir’in torunu olan Câfer-i Sâdık’ın; İmâm-ı Âzam’ın ilmî birikiminin kemâle ermesinde büyük tesiri olmuştu.
İmam-ı Âzam’ın fetvâlarını inceleyenler daha iyi bilirler, aslında o sadece fıkıh âlimi olmakla kalmaz; fıkıh ilmini, toplumun zayıf kesimlerinin haklarını koruyacak şekilde geliştirmeyi de hedefler. Ne yazık ki onun yöntemi, reyle amel etmek adıyla tenkit edilip ihmale uğramış.
Hâlbuki Peygamber Efendimiz, herhangi bir insan gibi değildi; O’nun ilmi, ledünnî olduğu için zaman ve mekânı kuşatıyordu. Kıyâmete kadar ümmetinin geçireceği bâdirelerden, karşılaşacağı fitnelerden haberdar olan Efendimiz; cemiyetin ıslahına çok büyük ehemmiyet vermiştir. Hattâ O’nun küçücük ve bazen çok dar mânâda değerlendirilen hadisleri bile aslında sosyolojik yönden incelense çok büyük işaretler taşır.
Bunlardan birisi için örnek vermek istiyorum. Geçtiğimiz aylarda bir hocaefendi, bir düğün merasimi esnasında yaptığı sohbet sırasında, Peygamberimiz’in;
“Bekârlarınız şerlilerinizdir.” (Kenzü’l-Ummâl, 44455) hadîsini zikrederek evliliğin önemini hatırlatmak istemiş. Sohbet sonrasında birkaç delikanlı yanına gelip, bu söze alındıklarını dile getirmişler.
Ne tuhaftır ki, Peygamberimiz’in hadislerini geniş bir kültür ile anlamaktan âciz olduğumuz için, böyle sanki bir ötekileştirme ve hedef gösterme mânâları yükleyebiliyoruz, tıpkı kadınlarla ilgili hadislerde olduğu gibi…
Hâlbuki Peygamberimiz’in bu gibi hadîs-i şerifleri dikkatli incelenirse, çok mühim bir sosyal meseleye işaret ettiği görülür. İslâm tarihinde ortaya çıkan, hem itikādî sapkınlık hem de siyasî karışıklıklara sebep olan Bâtınî-siyasî örgütler; daha çok yoksul, evlenememiş köleler ve işçiler arasında yayılmıştır. Karmatîler, Hürremîler, Haşhâşîler gibi gruplar hakkında yazılanları okuduğunuz zaman görürsünüz ki;
“Malda ve kadında müşterekliği kabul eder, nikâhı kabul etmezlerdi.”
“Zinayı helâl sayarlardı.”
“Uyuşturucu ve fuhuş ile sahte cennetler kurarak insanlara cinayet işletirlerdi.” gibi benzer noktalar vardır.
Râşid Halîfeler zamanında; sahâbe ve tâbiîn, savaş esirlerine hem mânevî eğitim vermiş hem de maddî olarak kendisine eşit bir hayat seviyesinde yaşatmıştı. Hazret-i Âişe’nin elbisesi, câriyesininkinden çoğu zaman daha eski olurdu. Onların böyle eğitip yetiştirdiği ve sonra âzâd ettiği ama gönülden bağlılıkla efendilerinin hizmetini gören mevlâların çoğunun ismi, hadîs-i şeriflerin senedlerinde ölümsüzleşmiştir. Hasan Basrî -rahmetullâhi aleyh- gibi nice zühd ve takvâ yolunda ashâbın örnekliğini geleceğe aktaran öncüler de yine bu âzadlıların çocuklarıydı.
Fakat sonradan saltanat düzeniyle birlikte Roma yönetimi örnek alınmaya başlayınca, onların toplumundaki; aristokrat, köylü, köle tabakaları meydana gelmeye başladı. Ne yazık ki Allah ve Rasûlü’nün;
“Sizden bekâr olanları ve kölelerinizden, câriyelerinizden temiz olanları nikâhlayıp evlendirin; yoksulsalar Allah, lutfuyla zengin eder onları…” (en-Nisâ, 32)
“Köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin. Ağır bir iş yüklemeyin; yüklerseniz onlara siz de yardım edin.” (Buhârî, Îmân, 22; Müslim, Eyman, 40) emirleri unutulup, zenginler kendilerine saraylar ve haremler kurarken; köleleri madenlerde, inşaatlarda, tarlalarda, cahil ve her şeyden mahrum bir hayata mahkûm edince her türlü fitnenin üreyeceği bir zemin teşekkül etti.
Peygamberimiz; mânevî temelli tabakalardan oluşan, bir kısmı diğerini eğitip yetiştirmekten sorumlu bir cemiyet teşekkül ettirmişti. Ancak bir müddet sonra toplumda maddî temelli tabakalaşmanın oluşması, her tabakanın tefessüh etmesine uygun bir zemin oluşturdu. Çocuk ve kölelerinin mânevî eğitimini önemsemeyen zengin babalar, onlarla maddiyat için evlenmiş kadınlar ve yeterince terbiye görmemiş şımarık prenslerden; bir sosyete tabakası meydana geldi.
Peygamberimiz’in;
“… Cehennemi gördüm, çoğunluğu kadınlar ve zenginlerden oluşuyordu.” (Buhârî, Nikâh, 87-88, Rikāk 51; Müslim, Zikr, 93-94) hadîsinde kastedilenin, Allâh’ın verdiği cinsiyet veya mülk mânâsında değil, toplumda değerleri belirleyici hâle gelen «sosyete» kesiminin tesirlerini işaret ettiğini düşünmek mümkün.
Kolayca kabul edilir ki tarih boyunca daima kadınların refah, konfor ve ziynetlere olan zaafı; çok kadına sahip olmak isteyen erkekleri de bol gelir elde etme yollarına sevk etmiştir. Böylece halkın meselelerine duyarsız, gereksiz tartışmalara dalmış bir zümre teşekkül etmişti.
Nasıl ki yoksul yığınlar arasında Bâtınîlik yayılıyorsa bu kesimler arasında da felsefî tartışmalar revaç buldu. Çünkü bunlar halkın inandığı gibi inanmayı küçümseyen kesimlerdi. Kendilerine Eski Yunan felsefesinin çevirilerini okumak veya kelâm tartışmalarına taraf olmak gibi, bir şekilde halktan farklılaşacakları mensubiyetler arıyorlardı ki; Mûtezile’nin ortaya çıkışında bu zeminin tesiri olduğu muhakkaktır. Onlar Peygamberimiz’in sünnetine uyarak dînin hem zâhir hem bâtınını tatbik ederek nefislerini tezkiye ve cemiyeti ıslah edecekleri yerde, Allah Rasûlü’nün haber verdiği gibi din üzerine rahatça atıp tutmaya başlamışlardı:
“Şunu iyi biliniz ki, bana Kur’ân-ı Kerim ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. (Bu konuda) dikkatli olun; (çünkü) koltuğuna kurulan tok bir adamın; «Size (Hazret-i Peygamber’in sünneti/hadisleri değil) sadece şu Kur’ân lâzımdır, onda bulduğunuz helâli helâl, haramı da haram kabul ediniz yeter!» diyeceği (günler) yakındır…” (bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 5(6))
İşte tasavvuf, bütün bu gelişmelerin sonucunda; önce iç karışıklık sonra Moğol ve Haçlı istîlâlarının önünde hallaç pamuğu gibi savruluşun ardından gelen dirilişin adı olmuştu.
Bilhassa Osmanlı’nın meydana getirdiği Hanefî-sûfî medeniyet; Peygamber’in getirdiği dîni sadece zâhiri ilimler çerçevesinde değil, yüksek gayelerine uygun bir şekilde anlayıp içten dışa tezkiye olup, güzel bir cemiyet meydana getirme şuurunun eseriydi.
Bunları şu anda tarihten bir sahne olarak okuyoruz ancak benzer sosyal durumlar karşısında tarihin tekerrür edebileceğini de unutmamamız gerekiyor. Bu sebeple cemiyetimizde madenlerde, inşaatlarda canı yanan ve onlara karşı duyarsız bir şekilde sosyeteleşen zümreler teşekkül ederse, aynı sahneler pekâlâ tekrar yaşanabilir. Bu sebeple tarihten ibret almalıyız, dünyaya dalmayıp kendimizi ve cemiyetimizi ıslah için Peygamberimiz’in yolunu takip eden mürşidlerimizin etrafında hâlelenerek cehd ve mücâhede etmeliyiz.
Bugünden geriye baktığımız zaman her biri birer destan kahramanı olarak görünen nice parlak şahsiyet var ki; kendi zamanlarında etrafındakiler, onların gelecekte böyle mümtaz bir yere sahip olacağını tahmin bile edemezdi. Bugün de belki yakınında olduğumuz için perdelendiğimiz, kıymetini takdir etmekten âciz kaldığımız nice kişiler var ki; belki onları gelecek nesiller minnetle, hürmetle yâd edecekler. Allah Teâlâ kıymetini bilmeyi nasip etsin.