HELÂL ve HARAM KAZANÇ -3-
Bugün toplum olarak çektiğimiz huzursuzluğun başta gelen sebeplerinden birinin de; «nesillerin beslendiği haram lokma» olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü haram lokma, nesli bozar ve nesiller üzerinde meydana getireceği tahribatı bugünden kestirmek de cidden zordur.
Anasını, babasını doğrayan; kocasını dilim dilim edip çöp bidonlarına atan; doğurduğu gayr-i meşrû çocuğunu köşe başlarına terk eden; başkasının kolundaki bileziği, elindeki çantayı ahlâksızca çarpan; anası yaşındaki ihtiyar kadına, yavrusu yaşındaki çocuğa tecavüze kalkışan; toplumu huzursuz hâle getiren anarşistin, kapkaççının, vahşîleşen sadistlerin midesine inen lokmalar helâl olsaydı, vücutlarının hücreleri haram lokma ile oluşmasaydı inanıyorum ki onlar, haram yollara başvurmayacaklardı. Konumuzla ilgili yaşanmış bir olayın itirafı olan, Türkmenistan eski Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı’ya yazılmış bir mektubu arz etmek istiyorum. Mektup aynen şöyledir:
Değerli Saparmurat Atayeviç,
Size yazdığım bu mektup, sıradan bir mektup değildir. Bu yüreğimin parçası, bağrımın pâresidir. Ben sizinle çalıştım, beni sorumluluk gerektiren bir vazifeye tayin ettiniz. Amma, amma, ama!..
Kendim zorluklarla mücadele ederek büyüdüğüm için; «İki oğlumu da ele muhtaç etmeyeyim.» dedim. Bunun için çaldım, rüşvet aldım, çocuklarıma ölünceye kadar yetecek miktarda dünya malı topladım. Amma…
Küçük oğlum, sarhoş hâlde arabasını kullanırken kaza yaptı. Keşke ölseydi. Omurgası kırık, hayatı boyunca yatakta kalmak zorundadır.
Büyük oğlum; babasının hüküm sürdüğü devirde hovardalık yapmış, sonra da uyuşturucu bağımlısı olmuştur. Günümüz bir olsa, kavgamız ikidir. Annesi bu dünyanın azaplarına dayanamadı.
Hayatın sonuna kadar yeter dediğim mal ve mülkümü, zenginliğimi; beş-altı yıl içinde harcadı, savurdu, harcadı. Üstelik küçük oğlumu da uyuşturucuya alıştırmış. Ben çocukken hayatın çok külfetlerini çektim; çok sıkıntılar başımdan geçti. İnsan olarak yetiştim, ama zenginlik bana yaramadı. Ben hırsızlık yapıp, çocuklarıma haram yedirdim. Şimdi ise haram bize kendini gösteriyor. İki oğlum, keskin gözlerimdi; iki oğlum, iki ayağımdı, iki elimdi.
Ben hekimin yanına gidip iki gözümü de kör etmesine râzıyım. İki elimi, iki ayağımı kesip bir et parçası olup yaşamaya râzıyım.
Şu anda, şu nefeste ölüm gelip canımı alsa da râzıyım. Ama maalesef ölüm beni bulmuyor. Ben dünyada ne yaşamayı beceriyorum, ne de ölümü. (Ruhnâme, s. 345)
Bir suçlunun acı itirafı… İki gözü, iki eli, iki ayağı dediği çocuklarını haram lokma ile kangren hâline getirişi. Hem de kendi elleriyle… Bu acı itiraf; fert temelinde, toplum temelinde hepimize ders olmalı!..
Bir daha hatırlatalım ki;
“Nesli bozan en büyük unsur, haram lokmadır.”
(Abdullah SEVİNÇ, Duâlarımız Kabul Olmuyor mu? Neden?, s. 60-66, 2012)
Ey kardeş! Bu mühim konunun daha iyi anlaşılması için bir kıssa ile taçlandırıp tamamlayalım:
İmâm-ı Birgivî Hazretleri; o devrin Şeyhülislâm’ının verdiği yanlış fetvayı yırttığından dolayı, Şeyhülislâm’ın huzûruna celbedilmişti. Hazret, fetvâhâneye girdiğinde Şeyhülislâm namaz kılıyordu. İmâm-ı Birgivî buna rağmen kendisine selâm verdi.
Şeyhülislâm, namazını bitirdi ve İmâm’a hitâben;
“–Namaz kılana selâm verilmeyeceğini bilmiyor musunuz?” dedi.
İmâm-ı Birgivî, sükûnetle kendisine cevap verdi:
“–Evet, doğrudur… Namaz kılana selâm verilmez. Ama sen namaz kılmıyordun ki!..”
Şeyhülislâm sordu:
“–Peki, ben namaz kılmıyordum da ne yapıyordum?”
“–Evet, namaz kılıyor gibiydin. Ama namaz kılmıyordun, duvarda pencere açtırmayı düşünüyordun.”
Şeyhülislâm, bu cevap karşısında şaşırıp kalmıştı. Zira gerçekten namaz esnasında odanın karanlık olduğunu ve bir pencere açtırmanın uygun olacağını düşünmekte idi!..
Kalbindekinin keşfedildiğini anlayan Şeyhülislâm; İmâm-ı Birgivî’nin ellerine sarıldı ve affını niyaz etti, fetvâsını yırtan zât ile karşı karşıya bulunduğunu da anlayarak, hatasını öğrendi ve kendisinden özür diledi. Ve nihayet;
“–Birlikte yemek yemek saâdetini bana bahşederseniz, cidden memnun olurum.” dedi.
İmâm-ı Birgivî;
“–Bu teklifinizi bir şartla kabul ederim.” dedi. “Sofranızda bulunur, fakat kendi ekmek ve peynirimi yerim.”
Şeyhülislâm, bu şartı da kabul etti ve böyle bir zât-ı muhterem ile biraz daha bir arada bulunmak ve onun sohbetinden feyz alabilmek için bu teklife katlandı.
Davetliler gelen yemekleri, afiyetle kaşıklarlarken; İmâm-ı Birgivî, torbasından ekmek ve peynirini çıkardı ve yemeye başladı. Derken, ortaya gayet nefis kuzu dolmaları geldi. Şeyhülislâm; büyük tepsiler içinde nar gibi kızarmış ve iç pilâvı ile doldurulmuş, buram buram buharı tüten kuzu dolmasını işaret ederek Birgivî Hazretleri’ne;
“–Efendi Hazretleri, yemeklerimi neden yemediğinizi biliyorum. Bu kuzular, benim kendi çiftliğimden gelmiştir. İçine doldurulan pirinç de kendi arazimin mahsûlüdür. Bunlar maaş ve tahsisat ile satın alınmış değildir. Bizzat, kendi sa‘y ü gayretimle elde edilmiş rızıklardır. Lütfen buyurmaz mısınız?” dedi.
İmâm-ı Birgivî, vakarla cevap verdi:
“–Siz yiyin, fakat beni de yemeye zorlamayın. Benim gördüklerimi sizler de görseniz. Katiyyen yiyemezsiniz!”
Şeyhülislâm, ev sahibi sıfatıyla ısrar etti:
“–Kullandığımız yağlar, hâlis tereyağıdır. Kuzular gayet besili ve pirinç de gayet makbul cinstendir. Devlet malı olmadığını da âcizâne arz ettim. Acaba neden tenezzül buyur muyorsunuz?” deyince; İmâm-ı Birgivî Hazretleri, eli ile sofrada bulunan davetlilerin gözlerini sıvadı. Sıvar sıvamaz ne görsünler!..
O nar gibi kızarmış kuzular; kokmuş ve kurtlanmış birer köpek leşi hâline gelmişler. Her bir pirinç tanesi birer kurt oluvermiş. Herkes dehşet içinde kalmış. Bu sırada Hazret, ev sahibine hitâben;
“–O kadar methettiğin kuzular, bu köpek leşleri mi?” dedikten sonra, elini tepsiye daldırarak bir avuç pilâv aldı ve elini yukarıya kaldırarak sıktı. Avucunun kenarından kan ve irin akmaya başladı. İmâm-ı Birgivî;
“Ben bunu bildiğim için; «Beni yemeye zorlamayınız.» demiştim. Bize, bu kuru ekmekle peynir yeter de artar bile…” dedi.
Cenâb-ı Hak, cümlemizi helâl lokma yiyip, haramlardan kaçınan müttakî kullarından eylesin…
Haram yiyen kişinin,
Hayatı berbat olur.
Helâl yiyen kişinin,
Mekânı cennet olur. (Gülzâr-ı İrfan)