DOSTA MUHABBETLE DÖNMEK
YAZAR : Bekir İsmet ÇİÇEK bekirismetcicek@gmail.com
Öleceğini sezdiği gün, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın;
“Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz. Zira benim için gün ve gecelerin en sevimlisi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e en yakın olanıdır.” demesi;
Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh- Efendimiz’in de ölüm döşeğinde, hanımı başucunda;
“Vay başıma gelenler!” diye ağlarken, kendisi sevinç içerisinde;
غَدًا أَلْقَى الْأَحِبَّه مُحَمَّدًا وَصَحْبَه
yani;
“Yarın sevdiklerime, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve arkadaşlarına kavuşacağım.” deyişi; muhabbetin, ölümü güzelleştirip korkulacak bir şey olmaktan çıkarmasının en güzel ifadeleridir.
Elhamdülillâh Ebûbekir Sıddîk, Bilâl-i Habeşî ve hemen bütün ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- efendilerimizdeki Allah sevgisinin bakıyesi olarak Allah için sevmek hasleti, zamanımızda da gönüllerdeki varlığını sürdürmektedir.
Hâlâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbetin devamı sayılabilecek şekilde, sevilecek kâmil vârisleri ve onların candan seven ve sevilen sâdık âşıkları var.
İşte 9 Kasım 2014 günü rahmet-i Rahmân’a tevdî ettiğimiz merhum Oğuz AYDINOL Ağabeyimiz de bu sâdık âşıklardan biriydi.
Sanki o, Rahmânî muhabbetiyle, merhum Musa Efendi Hazretleri’nde fânî olmuş gibiydi; yüzünün şekli, rengi ve tebessüm edişiyle, âdeta o olmuştu.
Musa Efendimiz vefat ettiğinde ise; sanki onun da rûhu bedeninden çekilmişti de, yüzünün rengi solmuş, yüz hatları donmuş ve alt çenesinde yarık denilebilecek derinlikte çizgiler oluşmuştu. Bu hâl bir müddet öylece kalmış; o, o günleri ona hasretinden derin ve yakıcı ahlar çekerek geçirmişti.
Sevenleri olarak; onun, ölümü muhabbet ehlinin hissiyâtı içerisinde karşılamış olmasını ümit ederiz. Yine ümit ederiz ki «Yüce Dost» onu rızâsıyla karşılamış ve dostlarına kavuşturmuştur.
Allah vefat eden bütün büyüklerimizi rahmetine gark eylesin.
Bir müddet yakın civarında bulunmuş biri olarak, kendisini tanıyabildiğim kadarıyla üç kelimeyle tarif edecek olsam; onu, ciddiyet, mahviyet ve mahfiyyet kelimeleriyle tarif ederdim.
Ciddiyetiyle ilgili olarak; ilk tanıştığımız zamanlarda iki farklı Oğuz Ağabey görür gibiydik. Biri diş hekimi olarak maddî işinde, gayet ciddî, gülmeyen, sert görünüşlü Oğuz Ağabey.
Bir de mânevî işiyle meşgulken; yumuşak, mütebessim, samimiyet telkin eden başka bir Oğuz Ağabey.
Bundan şunu anlamak mümkündür ki;
Ağabeyimiz yaratılış itibarıyla sert ve ciddî biriyken, gördüğü mânevî terbiye onu yumuşatmış, hizmet ehli, müşfik ve şer‘î hududa riâyette titiz bambaşka biri hâline getirmişti. Kâfî miktar konuşur. Sözünün fazlası olmazdı.
Terbiyesiyle meşgul olduğu kimselerin ihmal ve hatalarını hatır için görmezden gelmez, münasip bir lisan ile ikaz ederdi.
Mahviyet ve mahfiyetiyle ilgili olarak şunu söyleyebilirim; onu tanıdığım otuz küsur yıllık zaman zarfında, hiç;
“Ben…” dediğine, ya da;
“Ben şöyle yaptım.” dediğine, kendinden, hâlinden bahsettiğine şahit olmadım.
Ancak bir defasında sohbetin ehemmiyetini ifade için; karlı kış günlerinde, vasıtaların çalışamadığı zamanlarda, evinin bulunduğu Lâleli’den, Kasımpaşa’ya yürüyerek gidip sohbetleri îfâ edip geldiğini anlatmıştı.
Yine bu kabilden olmak üzere; Musa Efendimiz merhumun vefatını takip eden günlerde, hususî bir görüşmede, hâlimdeki kusuru tashih etmek için olmalı, şöyle buyurmuştu:
“Yolumuz çok ince bir yoldur. Meselâ bana;
«Artık vazifen tamam.» deseler, ben her şeyi hemen bırakır mahallemdeki kardeş sohbetlerinden birine devam ederdim.”
Daha üst mertebe ve vazifelerin, Allâh’ın kendilerine daha üstün meziyetler verdiği kimselere ait olduğunu telkin mânâsına gelebilecek şeyler söylerdi.
Şefkat Yolu dergisinin kendisiyle yaptığı mülâkatta; Sâmi Efendimiz merhumun teveccühüne mazhar olduğunu, ilk yetişmesinin onun mânevî terbiyesiyle gerçekleştiğini anlatmıştı. Kemâle erişi ise Musa Efendimiz merhum vasıtası ile olmuştur.
O tam bir disiplin adamıydı. Onunla mânevî dersini görüşmek isteyen herkes, her hafta muntazam olarak devam ettiği gün ve vakitte, mutlaka onu yerinde bulurdu. İlk defa görüşenleri muhakkak iş yerlerinde ziyaret ederdi.
Ciddî rahatsızlıklarının olduğu bir dönemde;
“–Nasılsınız efendim?” diye soran birine;
“–Buraya gelip kardeşlerle ilgilenince hastalığımı unutuyor, rahatlıyorum.” cevabını vermişti.
Sohbetlerini kendi yazdığı metinleri okuyarak yapardı ve sohbetlerinde, üstadlarımızın sohbetlerindeki feyzin mânevî hazzı hissedilirdi. Yazdığı sohbetler daha sonra; «Ey Kardeşim» adı altında dört tane kitapçık hâlinde neşredildi.
BİR HÂTIRA
Oğuz Ağabeyimiz, cumartesileri Fatih’teki muayenehanesinde kardeşlere kahvaltı verirdi. Ben de sofra hazırlanmasında ve gelen gidenlere hizmet hususunda yardımcı olmaya çalışırdım. Kahvaltı bitmiş abiler de gitmişti.
Öğle ezanı okundu; ben imam oldum kendileri de cemaat, birlikte öğle namazını kıldık. Namazdan sonra;
“İftitah tekbirinde ellerinizin yönü ilmihâllerdeki bilgiye uymadı. İçi ne tam kıbleye ne de yüzünüze doğruydu.” dedi.
İlmihâl konusunda, «benim» diyen hocaların bilmediği incelikleri bilirdi ve uygulardı.
Son günlerine ait bir başka hâtırayı da küçük oğlu şöyle anlatıyor:
Ameliyatından dört gün kadar sonraydı. Kız kardeşimle akşam yemeğini yeni yedirmiştik. Kendinde olduğunu hissettiğimiz bir anda;
“Babacığım bize sohbet eder misiniz?” deyiverdik. Biraz ısrar edince bir Fâtiha, üç İhlâs okunup bağışlanması denilebilecek bir başlangıçtan sonra, çok azı anlaşılabilen mırıldanmalar şeklinde yirmi, yirmi beş dakika kadar sohbet etti. Net olarak anlayabildiğimiz cümleler şunlardı,
“Allah dediğiniz müddetçe, ben sizin yanınızdayım.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sevgisini kalbinizden bir dakika bile eksik etmeyin.
Namazı bırakmayın, sohbetlerden geri kalmayın…”
Sohbeti müteakip, ellerini sanki sohbet notlarını tutuyormuş gibi uzatıp;
“Sevgi ve muhabbet notlarının arasına kaldırın.” diyerek bitirdi. «Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz…» gerçeği bir kez daha tahakkuk ediyordu.
Azîmet sahibiydi. Kalp hastası olduğu hâlde bazen sohbetler ya da diğer vazifeler merdiveni yüksek, çok katlı yerlerde olurdu; oralara nefes nefese çıkar, şikâyet ya da gelmemezlik etmezdi. Yaşlılık ve hastalık zamanlarında bile sünnet namazlarını dahî oturarak kıldığını görmedim.
Hayret edilecek husus şu ki; ilâhî takdir, hayatını muhabbetle, dostuna benzeyerek yaşayan bu büyüğümüzün vefatını da dostunun vefatına benzer eyledi. Düşme, kalça kırığı, ameliyat ve birkaç gün sonra da Hakk’a vuslat.
Yatağa mahkûm olarak geçirdiği son günlerinde, damadının anlattığına göre; bütün gecelerini zikirle geçirdi ve bir seher vaktinde, saat 02:30’da; «İrciî!» emrine uyarak inşâallah mutmain bir nefisle, Rabbi kendisinden râzı olduğu hâlde Mevlâ’sına kavuştu.
Yüce Rabbimiz; bizi dostlarının yolunda sevk ve idarede, tâlim ve terbiyede gösterdikleri gayretler, katlandıkları bizden ulaşan meşakkat ve mihnetler sebebiyle, büyüklerimizi en güzel mükâfatlarla mükâfatlandırsın ve hepsinden râzı olsun.
Allâh’ın kendilerine nasip ettiği vazifeleri en güzel şekilde îfâ ettiklerinin şahitleriyiz.
Rûhu için bir Fâtiha-i şerîfe üç İhlâs-ı şerif…