Kemâlâtın Ölçüsü; GÜZEL SÖZ

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İnsanı müstesnâ bir varlık olarak yaratan Allah Teâlâ, onu Yüce Zâtı’nın yeryüzündeki halîfesi kılmış; diğer varlıklardan farklı olarak, bu hususiyetleri kazandıran istîdat ve fazîletlerle teçhiz buyurmuştur. İnsanın şahsiyetini teşkil eden rûhî keyfiyeti; iki tarzla dışına, çevresine akseder:

Hâl ve kāl yani tavır-davranış ve söz. İnsanın iç dünyasının sözle ifadesi, dille temsil edilen ağızdaki ilgili organlarla yapılır. “Küp, içinde ne varsa onu sızdırır.” misali; dil de rûhâniyette ne varsa onu aksettirir. Ancak; müşahhaslık ifadesi olarak; iç dünyanın hususiyetleri, dile atfedilir; tatlı dilli, kürek dilli, sivri dilli, ağzı-dili bozuk, ağzını kapamak, dilini tutmak… gibi. Bununla ilgili, meşhur olmuş bir hikâye şöyledir:

“Varlıklı bir kişi; kendisine gelecek olan sevmediği bir misafiri için, hizmetçisinden en kötü yemeği yapmasını ister. Hizmetçi de, dil yemeği hazırlar. Başka bir gün; bu sefer, gelecek olan sevdiği bir misafiri için, en iyi yemeği yapmasını ister. Hizmetçi yine dil yemeği yapar. Efendi, bunun sebebini sorunca hizmetçi;

«Kullanıldığı duruma göre; dünyanın en tatlısı da, en fenası da dildir.» cevabını verir.”

Hayatın gayesinin ne olması gerektiği hususu, insan zihnini ta baştan beri meşgul edip durmuştur. Bu mevzuda, birçok filozofun akıl yürüterek ortaya attığı çeşitli görüşler bulunmaktadır. Ancak; hayatın gayesi ile ilgili en doğru beyan; insanı, yüklendiği mukaddes vazife çerçevesinde, evveli ve sonrası ile ele alıp, onu saâdete ulaştıracak istikameti işaret buyuran semâvî dinlerdedir; hem de, rehber şahsiyetlerle örnek gösterilerek. Nitekim; yaratılan ilk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Tabiî, bu semâvî dinlerden, bugün sadece son din olan İslâmiyet kalmış; diğerleri, menfaatperest ellerde çeşitli maksatlar için tahrif edilerek asliyetlerini kaybetmişlerdir. Bu ilâhî kaynaktan mülhem olarak, kelâm-ı kibarda hayatın gayesi; «kesb-i kemâl ederek, seyr-i cemâle ermek.» diye ifade buyurulur.

Allah -celle celâlühû-’nun insanlara kendi cinslerinden seçtiği rehberlerle tebliğ buyurduğu ilâhî değerler manzûmesi; onlara en mükemmel şahsiyet olma imkânını vererek, en güzel mükâfata, «cemâlullâh»a kavuşma, fırsatını lutfetmiştir. Ancak; inzal buyurulan din ve onu mübârek şahsında yaşayarak bizzat tâlim eden «en güzel örnek» vasfındaki İlâhî Rehber’e rağmen; bu müjdeyi hak etmek, o kadar da kolay değildir. Hikmetine binâen, hayatın bir imtihan olarak takdir buyurulması dolayısıyla; insan kendisini bu ulvî yoldan alıkoyacak nefis ve şeytan gibi kuvvetli engellerle kuşatılmıştır. İnsana düşen; usûlü dairesinde, riyâzat ve mücâhede ile bu kuşatmayı yarıp selâmete çıkabilmektir. Sâlih bir kulluk vasfına ulaşan böyle bir insan da, vaad buyurulan en büyük mükâfata liyâkat kazanmış olur.

Allah Teâlâ’nın subûtî sıfatlarından olan «kelâm»; varlıklar içinde sadece istîdâdı nisbetinde insana da lutfedilmiş bir hâssadır. Sözlerin en güzeli; Allah Teâlâ’nın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim’dir. (Bkz. ez-Zümer, 23)

Güzel söz; fıtraten güzelliğe hayranlık hissi taşıyan insanı etkiler; teshir eder. Bununla ilgili olarak; bir atasözümüz; “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır.” der. Huysuzlanan hayvanlar bile, yumuşak söz ve davranışlarla uysallaştırılmaya çalışılır. Bu sebeple güzel ve etkili söz söyleyebilmek, insanları hep meşgul etmiş; bu mevzuda sarf edilen gayretlerle düşünce, hâdise, hissiyat ve hayalleri güzel bir tarzda ifade etme sanatı olan edebiyat ve hitabet sanatları doğmuştur. Bu sanatların cemiyet içinde gördüğü itibarla da; tarih boyunca hâlâ isimleri yâd edilen pek çok edip ve hatip yetişmiştir.

Güzel sözün etkileme gücünü bilen ve sırf menfaat kaygısıyla Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in «en güzel sözleri» tebliğine karşı çıkan Mekkeli müşrikler; tilâvet edilen Kur’ân-ı Kerîm’i kendileri dayanamayıp gizli gizli dinlerken, başkalarını bundan şiddetle men ediyorlardı. Nitekim, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e sûikast yapmak için yola çıkan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da; kız kardeşinin evinde okunan âyet-i kerîmeleri dinleyince, derhâl îmân edip, o Varlık Nûru’nun huzûruna vecd içinde bir mü’min olarak çıkmıştı.

Kur’ân-ı Kerim’de; güzel söz hakkında, veciz ve beliğ bir üslûpla şöyle beyan buyurulur:

“… Güzel bir söz; kökü yerde sâbit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyve verir… Kötü sözün durumu da; yerden koparılmış, kökü olmayan kötü bir ağaca benzer.” (İbrahîm, 24, 25, 26);

“Mü’min kullarıma söyle de, kâfirlere en güzel olan sözü söylesinler…” (el-İsrâ, 53)…

Hadîs-i şeriflerde de;

“Güzel ve hoş söz sadakadır. Sizler, tek hurmanın yarısı ile, bunu da bulamayan güzel bir sözle de olsa, ateşten korununuz.” (Buhârî, c. 13, s. 6013) buyurularak, daima güzel söz tavsiye edilir.

İnsan, ağzından çıkan sözden mes’uldür. Bu mes’ûliyeti belirtmek sadedinde, Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû-;

“Konuşmadığın sürece söz sana tâbîdir. Söyledikten sonra sen onun mahkûmu olursun.” buyurur. Kezâ, bu mevzudaki atasözleri de, insanları şöyle îkaz eder:

“Söz gümüşse, sükût altındır.”;

“Bin düşün, bir söyle.”;

“Söylediğin söz; dostun düşman olursa, seni pişman etmesin; düşmanın dost olursa, seni utandırmasın.”…

Şüphesiz, ölçü, sadece susmak değil; konuşulması ve konuşulmaması gereken yerleri ve durumları, basîretle tayin edebilmektir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu hususta şöyle buyuruyor:

“Kim Allâh’a ve âhiret gününe îmân ediyorsa; ya hayır söylesin yahut sussun.” (Buhârî, Kitâbu’l-Edeb, 10/373);

“Bir kimsenin, kendisini ilgilendirmeyen (mâlâyânî) şeyleri terk etmesi, müslümanlığının güzelliğindendir.” (Tirmizî, Zühd, 11)…

Anadolu’nun gönül sultanlarında Yûnus Emre; sözün keyfiyetini berrak bir pınar sâfiyetiyle şöyle gönüllere işliyor:

Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz,
Sözü pişirip diyenin, işini sağ ede bir söz.
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı,
Söz ola ağulı aşı, yağ ile bal ede bir söz.

Fahr-i Kâinat- sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; insanlığı dünya ve âhiret saâdetine kavuşturacak «en güzel örnek» olarak lutfedilmiştir. O’nun «canlı bir Kur’ân» olarak vasfedilen nezih ve mübârek hayatı; sâlih kulların ufkunu aydınlatan bir nur mesâbesindedir. Bu cümleden olarak, ashâb-ı kiram hazerâtı; O’nunla aynîleşmede kâ‘bına varılamaz bir gayretle, asr-ı saâdet mensubu olmuşlardır. Kezâ, onları teselsülen takip eden ve nebevî ahlâkı kendilerine şiar edinen Hak dostları da, sünnet-i seniyye üzere yaşayabilmeyi en büyük saâdet bilmişlerdir.

«İkinin İkincisi; Yâr-ı Gār» unvanlarını hak eden ve O Varlık Nûru’nda fenâ bulan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın; yalan, gıybet, iftira, koğuculuk… gibi dilin âfetlerine kapılma korkusundan dilini tutup sıktığı, ağzına çakıl taşları koyduğu rivâyet edilir. Ölçülü konuşmak; ağzından «hayr»dan başka söz çıkmamak; fuzûlî kelime kullanmamak; sükûnet içerisinde, hakikatleri en kısa, akıcı ve güzel tarzda ifade etmek… gibi nebevî üslûp, sâlih kulların konuşma âdâbı olmuştur. Son devir Hak dostlarından Sâmi Efendi -kuddise sirruhû- ve Musa Efendi -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin âdeta kuyumcu titizliği ile işlenen konuşma üslûpları, şahit olunduğu üzere bu âdâb çerçevesindedir.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vârisi ve vekili mevkiindeki Hak dostları; irşad vazifelerini bu hususiyetleri ile îfâ etmişlerdir. Konuşma zarâfetine dair, Üstad Necip Fazıl’ın şöyle bir tespiti var:

“Siz hiç sarrafın bağırdığını duydunuz mu? Kıymetli malı olanlar bağırmaz. Domates, biberci bağırır da kuyumcu bağırmaz. Eskici bağırır, ama antikacı bağırmaz.”

Güzel söz söylemek, kemâlâtın bir ölçüsüdür. Kişi Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye ile ne kadar hemhâl ise, bu ilâhî değerler manzûmesini ne kadar iyi temessül etmişse; o kadar kemâle ermiş, o kadar güzel konuşur olmuş demektir.