«Allah kimseyi, iyi görünen kötülerden eylemesin!»
MEHMED SAİD HOCAEFENDİ
YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com
Öğretmenlik yapan eski talebelerinden biri, yanına birkaç arkadaşını da alarak Mehmed Said Hocaefendi’nin yanına gelmişti. Hepsi kravatlı, ütülü pantolonlu idi. Hoca, kendilerini kısa bir süre dikkatle süzdükten sonra;
“Hocalar, gelin size bir hâtıramı anlatayım.” dedi. “Yıllar önceydi, burayı gezip görmek için Amerikalı birkaç turist gelmişti. Kendileriyle tanışıp, biraz sohbet ettiğimizde hepsinin yüksek tahsil yapmış kimseler olduğunu öğrenmiştim. Kendilerine;
«Bizde okumuş olmanın alâmeti, kravat takmak ve ütülü elbise giymektir. Bakıyorum da sizde ne kravat var, ne de ütü…» dedim.
Bana şöyle cevap verdiler:
«Kravat ve ütü tembellik alâmetidir, o kıyafetle ne gezilir, ne de çalışılır!»”
***
Bu ay sizlere; bir insanın, doyduktan sonra yiyeceği her lokmaya bir altın verseler dahî, daha fazla yemesinin israf olduğunu; aç bir insanın da yiyeceği her lokmayı bir altına satsalar dahî, alıp yemesinin israf olmayacağını söyleyen bir Allah dostundan;
“Haram yememenin en basit yolu, ölmeyecek kadar yemektir. Çünkü haram gıdalardan ölmeyecek kadar yemek câizdir.” diyerek, şüpheli gıdalardan kaçınılması gerektiğini vurgulayan bir «Gönül Sultanı»ndan söz etmeye, «Adıyamanlı Mehmed Said Hocaefendi»yi tanıtmaya çalışacağım.
ŞU KÜPE SAKLANDI!
1896’da Malatya’nın Hısn-ı Mansur (Adıyaman) kazâsının Artan (Pınaryayla) Köyü’nde ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya gelen Mehmed Said Hocaefendi’nin babası, Şeyh Hacı Mustafa Efendi; annesi ise, Kâhta’ya bağlı Alut (Salkımbağı) Köyü’nden Hami Köse’nin (Köse Hamo) kızı Ayşe Hanım’dı. Çocukluğu köyde, babası Hacı Mustafa’nın yanında geçmiş; ilk tahsili babasından yapmış, daha sonra Şeyh Hâlid-i Nûrânî’nin Siverek Karacadağ’daki medresesinde okuyup ondan icâzet almış; 1925’te medreselerin kapatılması üzerine köyüne dönmek zorunda kalmıştı.
Mehmed Said Hocaefendi, 9-10 yaşlarında iken başından geçen bir hâtırayı talebelerine şöyle anlatırdı:
Bir gün köyümüze zaptiyeler gelmişti. Köyde bulunan gençleri askere alıp, Yemen veya Filistin cephelerine götürüyorlardı. Fakat köyde hiç genç kalmamıştı. Tamamı ya cephede idiler, ya da şehid olmuşlar, künyeleri gelmişti. Zaptiyeleri görünce; beni de götürecekler, diye korkmuş, endişeye kapılmıştım. Babama;
“–Nereye saklanayım?” diye sordum. O da, camiyi işaret ederek;
“–Caminin küpüne saklan!” dedi. Ben de küpe girdim, küpün kapağını üstüme kapatıp bekledim. Zaptiyeler babama gelip;
“–Senin de bir oğlun varmış, nerede?” diye beni sorunca, babam küpü göstererek;
“–Şu küpe saklandı!” demiş. Bunun üzerine onlar, benim küpe sığacak kadar küçük olduğumu anlayınca gülüşüp gitmişler.
ADINI MAHMUD KOYUN!
Mehmed Said Hocaefendi; her sabah namazdan sonra mihraba döner, bir cüz Kur’ân, sonra da Delâil-i Hayrat’tan o güne ait salevât-ı şerîfeleri okurdu. Talebelerine de günde bir cüz Kur’ân okumalarını tavsiye eder;
“Bir cüz okuyamıyorsanız, yarım cüz okuyun, ama her gün okuyun.” derdi. Virdini bitirdikten sonra ayaklarını uzatır, sırtını bir yastığa dayayarak, oturur vaziyette bir süre uyurdu. Talebeleri uzanarak yattığına hiç şahit olmamışlardı. Ancak son yattığında uzanmıştı, çünkü o gün rûhu bedeninden ayrılmıştı.
Talebelerinden biri şöyle anlatıyor:
“Evlendikten sonra bir kızım olmuştu, ona isim almak niyetiyle yanına gitmiştim. Kendisi daha ben sormadan, o güne kadar hiç duymadığım bir isim söyledi;
«Kızının adı Münife olsun.» dedi. Duâsını alarak yanından ayrıldım. İki yıl sonra ikinci çocuğumuz doğdu, o da kızdı. İsim için köye gittiğimde yine ben sormadan;
«Bunun adını Münire, bundan sonrakini ise Mahmud koyarsınız.» dedi. Böylece üçüncü evlâdımızın erkek olacağını müjdeledi.
Gerçekten iki yıl sonra bir erkek evlâdımız doğdu, adını Mahmud koyduk. Ancak Hocamız’a giderek onun doğumunu bildirmek istedim. Yeniden;
«Çocuğun adını ya Mahmud ya da Muhammed Emin koy.» dedi. Bebeğe zaten Mahmud adını vermiştik. Dördüncü çocuğumuz Hocamız’ın vefatından beş yıl sonra dünyaya geldi ve yine erkekti. O, yıllar önce âdeta;
«Bir erkek çocuğunuz daha olacak, ama o zaman bana soramayacaksınız; ben şimdiden onun da ismini vereyim.» demişti!”
KATIKSIZ EKMEK LEZZETLİ OLMAZ!
Oğlu Bekir DOĞAN şöyle anlatıyor:
“Babamla beraber şehre gidiyorduk. Ziyaret Çayı’nı geçerken köyümüzün öğretmenlerinden Yusuf Beye rastladık, köye dönüyordu. İnançlı biri değildi; duâya, kerâmete hiç inanmazdı. Selâmlaşıp hâl hatır sorduktan sonra, babam öğretmene bir avuç ceviz içi verdi ve;
«Bunları al, ekmeğine katık yaparsın; katıksız ekmek lezzetli olmaz!» dedi. Öğretmenin rengi değişti; sararmış, terlemeye başlamıştı. Babamla birlikte hayvanlarımızı sürüp şehre vardık. Daha sonra köye döndüğümüzde Yusuf öğretmen;
«O gün gerçekten bütün paramı harcamıştım, çantamda sadece yarım ekmeğim vardı, ama hiç katığım yoktu. Baban cevizleri uzatınca anladım ki, o gerçekten kerâmet ehli, büyük bir hoca imiş!» dedi. Öğretmenin, o günden sonra hayatı değişti, namaza bile başladı.”
CÜBBEMİ BEN ZANNETMİŞ!
Bir gün komşu köylerden birinde oturan bir adam şöyle anlatmıştı:
“Vaktiyle hırsızlık yapardım… Gece camileri açar, oradan halı ve kilim çalıp satardım. Çevre köylerde girmediğim cami kalmamıştı. Artan camisini açmayı da birkaç defa denemiştim; ama ne zaman gelmiş, caminin penceresinden içeriye bakmışsam, Mehmed Said Hoca’yı cübbesi ve sarığıyla mihrapta namaza durmuş hâlde görüyordum, korktum… Bir daha buraya yanaşmadım, Artan camisini soymaktan vazgeçtim…”
Köylüler; olayı Said Hoca’ya sorduklarında, o gülümseyerek şöyle cevap verdi:
“Ben cübbemi mihraptaki bir çiviye asıyor, üstüne de sarığımı koyuyordum. Demek hırsız; sarık ve cübbemi görünce, onları ben zannetmiş!”
YALANDAN UZAK DURACAKSIN!
Artan’da öğretmenlik yapan Zeynel YÜCEL, Mehmed Said Hoca ile ilgili bir hâtırasını şöyle anlatıyor:
1971 yılı Kasım ayının soğuk bir günüydü. Köy odasında Hoca ile sohbet ediyorduk. O sırada Adıyaman’a yolcu taşıyan köy arabası gelmişti. Birkaç dakika sonra da arabadan inen yabancı bir misafir yanımıza girdi. Hâl hatır sorulduktan sonra, kendini tanıttı, ardından bizi şaşırtan şu konuşmayı yaptı:
“–Hocam, ben kendimi bildim bileli hırsızlık yapıyorum. Fakat bugüne kadar hiç rahat ve huzur yüzü görmedim, çok pişmanım. Bu hâlimden vazgeçmek istiyorum. Bana yol göstermeniz için yanınıza geldim.”
Said Hoca, kendisine şunları öğütledi:
“–Evlâdım, sana iki yol göstereceğim:
Birincisi; haram odadan helâl odaya geçmek için bulunduğun bölgeden başka bir yere göç edecek, evini oraya taşıyacaksın. Meselâ; Çukurova’ya gidebilirsin… Gittiğin yerlerde aç bile kalsan, yerde bulduğun paraya dahî bakmayacak, yeni komşularına güven verecek, ayrıca yalandan uzak duracaksın. Bu söylediklerime uyarsan, kısa zamanda yeni ikamet ettiğin yerde güvenli bir insan olarak tanınır, şeref kazanırsın.
İkincisi; eğer bulunduğun yerden ayrılmak istemiyorsan sabırlı olmalısın. Meselâ; köyünde bir hırsızlık olsa, birinin koyunları çalınsa, koyunları çalınan adam; kapına gelip sana hakaret edebilir, seni bir yerlere şikâyet edebilir. Cevabın her zaman şöyle olacak:
«Haklısın, bugüne kadar hırsızlık yapıyordum; ama artık tövbekâr oldum, yemin ettim, bu çirkin işi bıraktım.»
Daha sonra bu adam, işin esasını araştırır, koyunları senin çalmadığına kanaat getirir ve senden özür diler. Bir de dürüst ve ahlâklı insanlarla arkadaş ol, yanlış yolda yürüyenlerden uzak dur… Sana edeceğim duâ budur!”
Yabancı adam;
“–Bana güzel öğütlerde bulundunuz, bu yanlışı terk edeceğim.” diyerek gitti.
Bir yıl sonra yeniden geldiğinde; hatalarından döndüğünü, ibâdetlerini noksansız yaptığını, artık huzurlu bir hayatı olduğunu anlatarak teşekkür etti.*
Mehmed Said Hocaefendi; 23 Şubat 1982’de 86 yaşında iken vefat ettiğinde, cenazesi köyünde kılınan namazın ardından köy mezarlığındaki aile kabristanına defnedilmişti. Hocaefendi, çok iyi bildiği Türkçe, Arapça ve Farsçanın yanı sıra; İngilizce, Fransızca, Almanca, hattâ Rusça bile öğrenmişti.
____________________
* Artanlı Mehmed Said Hoca, Ebûbekir AYTEKİN, İstanbul, 2011, s. 279.