Huzura Hasret İnsanlık Âlemi İçin; KURBANLA DİRİLMEK
YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
Orta Çağ Avrupa’sında, kilise teşkilâtı; «muharref Hıristiyanlık»ı siyâsî hâkimiyet ve malî güç kazanma emellerine âlet ederek, ihdas ettiği tabularla içtimâî hayatı zabturapt altına almıştı. Aklın prangaya vurulduğu, tefekkür mahsûlü eserden mahrum kalan cemiyet, câhiliyye karanlığına gömülmüş; sadece güçlünün hakkının bahis mevzuu olduğu bir zulüm ve hurâfeler devrini yaşıyordu. İnsan hak ve hürriyetlerini teminat altına alacak bir hukuk nizamından mahrumiyet neticesi; halk, ruhban sınıfının elinde engizisyon mahkemeleri ile, cenderede tutulurken; İslâm dünyası, insan hak ve hürriyetlerinin teminat altında olduğu bir vasatta, ilimde ve sanatta başardığı hamlelerle altın devrini yaşıyor; İ‘lâ-yı kelimetullah sancağı ile dünyayı rahmet iklimine, huzura davet ediyordu.
Ruhban sınıfının taassubuna karşı aydınların isyanı, aklı öne çıkararak başlattıkları mücadeleler semeresini verdi; Kilise’nin aklı hiçe sayan, insanı köleleştiren tahakkümü kırıldı. Uğradığı tahrîfatla, insana ve cemiyete hitap etme hususiyetini kaybeden Hıristiyanlık, birtakım reformlarla akla-mantığa uygun hâle getirilmeye çalışıldı. «Aydınlanma Hareketi»ni takiben, Osmanlı Devleti’nin durakladığı 17. ve 18. asırlarda Sanayi İnkılâbı’yla büyük güç kazanan batı âlemi; artık kendilerini durduracak bir engelin de kalmamasıyla, dünyayı âdeta bir sömürge imparatorluğu hâline getirdi.
Ancak Kilise’nin asırlar süren zulmüne tepki olarak, ondan intikam alırcasına, dinsizliğe rağbet edildi; insanı yücelten fazîletler, şahsiyete kemâlât kazandıran güzel hasletler cemiyetten silindi; hazcılık (hedonizm), nefsinin esiri hâline gelen insanı yönlendiren hayat felsefesi oldu. Rûhâniyet; kendisini dirilten, huzur ve barışın harcı olan merhamet, şefkat, sevgi ve müsâmaha mefhumlarıyla ilgi kuramadı. Devletlerin başına musallat olan maddeci rejimler; vaktiyle ecdâdımızın adâlet ve huzurla tanıştırdığı dünyayı, kan ve ateşe boğarak âdeta cehenneme çevirdi. Bugün batı dünyası; merhamet nedir bilmeyen dünyevî sistemini, insanlığın ulaştığı en mütekâmil sistem olduğunu iddia ederek, dünyaya hâkim kılma gayretinde. Batılı ülkeler, dinsizlik cereyanları girdabında boğulurken; kiliseler, sahip oldukları fevkalâde geniş imkânlarla dinlerini ihyâ edecekleri yerde; sömürgecilerin dünyaya, bilhassa da müslüman ülkelere hükmetme emellerine hizmet için çalışıyorlar.
Dünyevî cereyanlarla kimlik buhranına kapılmış bazı çevrelerin, karalama gayretlerinden etkilenmeden şevkle devam ettirilen «kurban» ibâdeti; zamanımız dünyasının içtimâî hastalıklarını tedavi edecek bir muhtevâya sahip. Her şeyden evvel, şeytanın bütün iğvâlarına rağmen; Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, Hazret-i İsmail -aleyhisselâm- ve Hazret-i Hacer Vâlidemiz’in hiç sarsılmadan Cenâb-ı Hakk’a teslîmiyetleri, zamanımızın hangi istikameti tutacağını şaşırmış kalmış insanı için fevkalâde önemlidir. Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ı «Halîlullah» makamına kavuşturan sebeplerden birisi de; bu, evlâtla imtihanını kazanmış olmasıdır.
Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın ve Hazret-i Hacer Vâlidemiz’in oğullarına karşı gösterdikleri sevgi, merhamet, şefkat ve yumuşak davranış; şiddetin bir kanser gibi cemiyetleri sardığı günümüzde, ne kadar hasreti çekilen fazîletler. Kezâ, Hazret-i İsmail -aleyhisselâm-’ın da;
“Babacığım; sen emrolunduğun şeyi yap; beni itaat edenlerden bulacaksın.” diyerek O’na boyun eğmesi de; o ölçüde aile içi nezâket, vefâ ve âhengin nâdide bir örneği mesâbesinde.
Allah Teâlâ’ya gösterilen destânî teslîmiyetin karşılığında, Hazret-i İsmail -aleyhisselâm-’ın yerine bedel olarak cennetten bir koç ihsan buyurulmuştu. Kurbanlıklara da, alelâde bir hayvan olarak değil; bu cennet meyvesinin bir emsâli gözüyle bakılmalı; bu aziz hâtıranın hissiyâtı içerisinde, tazimde, nezâkette, nezâhette kusur edilmemelidir.
Nitekim; fıkıh kitaplarında, kurbanlık hayvanın bu esaslar çerçevesinde nasıl kesilmesi gerektiği etraflıca belirtilmektedir. Buna dair olarak; Musa Efendi -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin, kurban kesilmesi esnasında bu hususlara, tevâzu ve huşû içerisinde titizlikle riâyet etmesi, ibret alınacak bir örnek olarak nakledilir.
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
«Kurban etinin üçe bölünerek; bir bölümünün akraba ve ahbaplara, bir bölümünün fakirlere, bir bölümünün de hâneye ayrılmasını» tavsiye buyurmuştur. Bu; akraba ve ahbaplarını hatırlanması, onlarla teşrik-i mesâide bulunulması; çevredeki muhtaç insanların tanınması, onların gönlünün kazanılması; gittikçe yalnızlaşan, bencilleşen devrimiz insanının buhran çemberini kırması, sosyalleşmesi için fevkalâde güzel bir fırsattır. Günümüzde tecrübe kazanmış gönüllü kuruluşlar vasıtasıyla; kurban etlerini dünyanın her tarafındaki ihtiyaç sahiplerine ulaştırarak kardeşlik hissiyâtını pekiştirmek, onların bayram sevinçlerine ortak olmak mümkün hâle gelmiştir.
Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, Hazret-i İsmâil -aleyhisselâm- ve Hazret-i Hacer Vâlidemiz; bütün peygamberân-ı izâm hazerâtı gibi, şeytanın hilelerine karşı hiç tereddüt etmeden, kat’iyetle karşı çıkmışlar ve imtihanı kazanmışlardır. Şeytanın yoldan çıkarma teşebbüsüne kesinlikle karşı durmamak; hangi makamda bulunulursa bulunulsun, insanın kaybına, hüsranına sebep olur. Bu sadâkat ve basîret; fitne-fesat içinde önünü göremeyen zamanımız insanının, yolunu bulabilmesi için muhtaç olduğu en önemli hususiyetlerdendir.
Allah Teâlâ’nın emrine, akıl ölçüsüne vurmadan itaat ve işlerinde O’na tevekkül etmek; kulun dünya ve âhiret saâdetinin esasıdır. Akıl her işi çözmeye, anlamaya yeterli olmayıp; her ilâhî emirde, anlaşılabilen veya anlaşılamayan hikmetler gizlidir. Hayır zannedilen şeyde şer; şer zannedilen şeyde de hayır olabilir. (el-Bakara, 216) Tam bir teslîmiyet ve tevekkül neticesinde; Allah Teâlâ’nın dilemesiyle ateşin yakmaması, bıçağın kesmemesi… gibi mûcizelerle, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- kıssaları, fevkalâde ibretlik misallerdir.
Kurban mefhumu, taşıdığı ulvî muhtevâ dolayısıyla; dilimize, kendisini büyük dâvâlara ve en sevgililere fedâ mânâsında da yerleşmiştir. Ashâb-ı kiram hazerâtının, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi sellem- Efendimiz’e;
“Anam, babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diye, kâ’bına varılamaz tazim tavrı, «bütün varlığı ile kurban olma» ifadesidir. Dâvâ şairimiz Mehmed Âkif; İstiklâl Marşı’nda;
Çatma kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
diyerek, bayrağımıza can-fedâ olma hissiyâtını dillendirir. Üstad Necip Fazıl da, Allah -celle celâlühû-’ya kul olana duyduğu muhabbeti, en vurgulu şekilde şöyle ifade eder:
Canım kurban, başı secdede,
İki büklüm; «Allah!» diyene.
Bugün İslâm âlemi; pek azı müstesnâ, huzura hasret; kan ve ateş deryâsında kıvranıyor. Osmanlı sonrası sahipsiz kalmış bu hüzün coğrafyasında; işgaller, iç savaşlar, terör hâdiseleri, ihânetler, açlık-sefâlet… gibi âfetler, ülkelerin bir türlü derlenip toparlanmasına imkân vermiyor. Cemiyetler bir fetret devrinin marazî hâlleriyle sancılı; kimlik buhranıyla, istikametini kaybetmiş durumda. Dünyevî cereyanlar, cemiyetin hayat damarlarını kurutmuş; şiddet, nefret, husûmet, gasp, israf, bencillik… gibi içtimâî âfetler, bünyeyi felç etmiş. Son yılların bir musîbeti olarak da; «İslâm-selefî» maskeli bazı taşeron terörist fırkalar; kendilerinden başka herkesi tekfîr edip katline hükmetmek, «besmele» ile kafa kesmek, cami-türbe yıkmak, çoluk-çocuk-kadın demeden kaçırıp köle yapmak veya fidye almak… gibi sapık fiillerle, haçlı zihniyetinin bir projesi olan; «İslâm’ın terör dîni olduğu»nu ispat etme gayretindeler.
İslâm âleminin silkelenip üzerinden ölü toprağını atmak, ayağa kalkmak için, bir rahmet aşısına ihtiyacı var. Maddeciliğin pençesinde can çekişen bütün insanlık âlemi de, tarihteki gibi yine bu huzur davetçilerini bekliyor. Bu şahlanış için gerekli olan merhamet, şefkat, tevekkül, fedâkârlık, ferâgat, müsâmaha, dayanışma, edep… gibi bütün fazîletler; «kurban»da var. İnsanlığın kurtuluşu; şanlı mâzîdeki gibi, kurbanın tedâî ettirdiği ilâhî değerler manzûmesi ile donanıp, dirilmeyi başarabilmekte.