NASIL BİR İSTİKBAL?

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Çocuklarımızın Geleceğini İnşa Ederken Nelere Dikkat Ediyoruz, Maddî-Mânevî

NASIL BİR İSTİKBAL?
Nasıl Bir Âhiret Endişesi?

Herkesin derdi;

Geleceği inşa etmek.

Kendisi için, çoluk çocukları için herkes bu gaye etrafında canhıraş bir şekilde ömür boyu koşturuyor.

Maksat hep aynı;

İstediği gibi rahat bir gelecek.

Bunun için;

Kimi ilme sarılıyor, kimi cehâlete. Kimi adâleti tercih ediyor, kimi zulme dalıyor. Kimi; gönüller dergâhı oluyor, sancılı yürekleri kucaklıyor, yaralar sarıyor. Kimi; felâket dünyası meydana getiriyor, orada öldürüyor, yakıp yıkıyor, harap ediyor, taş üstünde taş bırakmıyor.

Soruluyor:

“–Niçin bunca katliâm?”

Cevap veriyorlar:

“–Keyifli bir hayat, rahat bir gelecek için!”

Tüm istekleri kendilerinin egoist bir lüks içinde yaşayıp zevk u safâ sürmeleri. Başkasına ne olursa olsun, kendilerine bir şey olmaması.

Zalimin inşa ettiği bu.

Gafilin inşa ettiği gelecek de benzer felâketlerle dolu.

Dünya merkezli gelecek inşa edenlerin hâli de, sonunda eyvahlar çukuru.

Yığınla maddî kaygılar ekseninde gelecek endişesine kapılanlar da, mânâ cihetinde sayısız girdapların kurbanı.

Sebep?

İnsanın, aslında geçecek olanı gelecek zannetmesi, asıl geleceği de gelmeyecek sanması.

Yani; «Esas hayat, âhiret hayatıdır.» düstûrunu kaybetmesi. Duysa da, bilse de, idrak edememesi.

Bu yüzden;

Ansızın gelecek olan ölüme ve kıyâmete dair bîgâne kalıp da; «İlle dünya, ille madde, ille ten rahatlığı, ille keyif!» demesi…

Hatırlatılıyor:

«–Evlâdını âhirete göre hazırla!»

Umursamıyor:

«–Nefesi mi koksun!»

«–Esas hayat, o!»

«–Geleceği ne olacak?»

«–Zaten o yüzden âhiret. Asıl ve gerçek gelecek o değil mi? Baksana dünyaya dair geleceklerin tamamı, geçmişten ibaret oluyor.”

«–Öyle de.»

«–O hâlde?»

«–Onu da ihmal etmiyorum ki! O da gündemimde ama bu da bir gerçek!»

«–Yani âhiret ille ikinci sırada!»

«–Zaten önce dünyayı sonra âhireti yaşıyor insan, öyle değil mi?»

«–İşte tam bu noktada aldanıyorsun!»

«–Niyeymiş?»

«–Sonradan hazırlık mümkün mü? Hazırlanış, her zaman birinci sıradadır! Bu öncelik anlaşılmazsa, sonrası hüsran olur!»

Tabiî;

Kimi anlıyor, kimi anlamıyor insanoğlunun. Fakat binlerce yıldır hepsi aynı gerçeği yaşıyor.

Yine de;

Gelecek hususunda aynı gafletler, kimisinde mezardakilerin vaziyeti gibi.

Eğitim müfredatları; sonsuz gelecekten ziyade, geçici geleceklere göre diploma hazırlamak için.

Hâlbuki;

Son nefes eşiğinde insanın her nefes ihtiyacı, ebedî geleceği inşa etmeyi öğrenmek ve uygulamak. Eğitimin tam mânâsıyla işe yaracağı nokta da burası. Yoksa beyin hamallığı ve yığınla angarya.

Eğer geleceğin içinde;

Kazanılmış sonsuz bir kurtuluş yoksa, nâil olunmuş bir şefâat-i uzmâ yoksa, sağdan verilecek bir amel defteri yoksa, ebedî af ve merhamete gark oluş yoksa, inşa edilmiş bir cennet yoksa, havz-ı kevsere erişmek yoksa, salınan tûbâ dalları yoksa, altından ırmaklar akan rahmet sarayları yoksa, hâsılı yüce Mevlâ’nın cemâlini görmek yoksa, nasıl bir inşa edişten söz edilebilir?

Her sorulduğunda;

Şeytan fısıltısına kapılarak lâfta «var» çekmek, sonra da sahte geleceklere dalmak, boş bir aldanış!

Hâlbuki insan için şu iki gerçek değişmez:

GEÇİCİ ve KALICI…

Hangi yaprağa bakılsa;

Yeryüzünde her şey geçiciliği anlatıyor. Zaman da mekân da.

Irmak akıp gidiyor. Zaten akmasıyla güzel. Gidişiyle güzel. Yani dünyada en güzel şey, geçicilik. Yoksa hasret ve gurbet hiç bitmez. Gurbetin bitiş sinyali geçicilik.

Rüzgâr geçip gidiyor.

Kar geçip gidiyor.

Yağmur geçip gidiyor.

Güneş geçip gidiyor. Ay kezâ.

Geceler geçip gidiyor, gündüzler kezâ.

Bahar geçip gidiyor. Kışlar kezâ.

Çileler geçiciliği anlatıyor, huzurlar kezâ.

Nihayet;

Ömür geçip gidiyor.

Kalıcı işler ve kalıcı amel-i sâlihler yapanlara ne mutlu!

Çünkü sadece;

Kalıcı olan kıymetli.

Nedir kalıcı?

Kalıcılık;

Bizim isteğimize göre mi?

Değil.

Kalıcılık, ancak ebedî ayarlar ile gerçekleşmiş olan ve gerçek kalıcı olana bağlı olarak yapılan işlerde mümkün. Yoksa her şey geçici. En sağlam dostluk bile eğer ilâhî ölçüler ekseninde değilse geçicidir ve neticesi de düşmanlıktır.

Neticesi düşmanlık olacak bir dostluk ne kadar dostluk sayılır? Hiç! Böyle dostlar âhirette birbirinden kaçacak; «Keşke seni dost edinmeseydim!» diyecek.

Nefes geçici, ancak ebedî olanla değiştirilir ve değerlendirilirse kalıcı.

Mal-mülk geçici, ancak ebedî olanla değiştirilir ve değerlendirilirse kalıcı.

Beden de elbette geçici; ancak rûha tâbî olursa, ölse de kalıcı. Zaten bedenin bütün canlılığı, kalıcı olan bir rûha sahip olması. O ruhtan ayrıldığı an, bedenin geçiciliği âşikâr. Yani her şey geçici ve ancak kalıcı olana bağlı olduğu nisbette kıymet ve ömre sahip.

Her insan;

Aslında daima kalıcının tâlibi. Fakat bu gaye uğrunda gafil olursa kendisini geçici olana kaptırıyor. Hazret-i Âdem, cennette ebedî kalmak için geçici olana kendini kaptırdı da dünyaya düştü. Lâkin o, bu hatadan tevbe etti, tekrar kalıcı olana mazhar oldu.

Ardından gelenler içinde;

Ona bakacağı yerde şeytan fısıltılarına kulak verenler de, aynı hataya sürüklendiler. Zannettiler ki bu hata, bir hak ya da ebedîlik iksiri.

Yanıldıkları nokta;

ZAMAN TELÂKKÎSİ…

Beşer idraki bu hususta bilgili de olsa cehâlet ve gaflete meyyal. Bu yüzden fânî olanı bâkî, bâkî olanı da fânî zannediyor. Bilse de, böyle zannetmek istiyor.

Çünkü bu zan sayesinde daha rahat ve muâfiyet içinde olmayı hak edip de keyfince yaşama imkânı elde edeceğini düşünüyor. Tabiî bu düşünce; akıldan ziyade, his ile işleyen bir düşünce. Kendini de bu mânâda kandırıyor. Aklı doğruyu söylüyor ya nasılsa, duyguları öyle düşünmüş, böyle düşünmüş ne zararı var!

Görüntüde sanki doğru!

Tabiî; «Ne zararı var!» bakışını, hayal perdesinde oynattığında doğru. Lâkin;

Bir adım öteye, azıcık o perdenin ilerisine gidince ise, bin bir hakikat eyvah dedirtiyor. Âşikâr oluyor ki, insanı akıldan ziyade, duyguları yönetmekte. Duygulardaki düşünceleri önemsiz görerek kontrolsüz ve iradesiz bir şekilde her işleyiş, insanı perişan etmekte!

Bu durum;

En çok da zamanın boşluklarında yaşanıyor. Yani boş vakit, böylesi yalpaların daha fazla ortaya çıktığı anlardır. Eğer vakitler âhiret müfredâtıyla dolu dolu yaşansa bu tıkanıklık olmaz. Çünkü o vakit insan, zamanın geçiciliğini çok açık bir şekilde görür, sürekli bu gerçeği yaşar. Zaman yetmediği için yetiştiremediği o kadar iş olur ki! Ne kadar çalışsa zaman yetmez ona. Çünkü fânîdir. O da bunun daima farkında ve içinde olur.

Aksi hâlde;

Ömrün tamamı boş vakte döner.

İnsanın zaman yanılgısının başında da zaten boş vakit sebebi vardır. Boş vakit, büyük yanılgıların en cazip tuzağıdır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“İki nimet vardır ki onlar hakkında insanların çoğu aldanış içindedir: Sıhhat ve boş vakit.”

Sıhhat, eğer şuur canlı değilse, idraki kapatır. Zamanı boşa çıkartır. Sıhhat, keyfe müsait bir imkândır. İnsan buna aldanarak sıhhati keyfe göre kullanır. Bu, keyfe göre kullanışta ona zemin olan yandaş, boş vakittir. Bu açıdan ikisi birlikte zikredilmiştir.

Bugün eğitim müfredâtı, âhiret penceresine göre maalesef yığınla boş vakte göre ayarlı. İsim itibarıyla hiçbiri boş vakit değil belki. Hepsinin mantıklı bir adı var:

Haftalık tatiller, dönemlik tatiller, uzun uzun yıllık tatiller, sonra başka başka tatiller. İhtiyaç adı altında daha bir sürü boşluklar. Daha nice program hâline getirilmiş israf zamanlar…

Tarihin en muhteşem eğitimcisi olan Hazret-i Peygamber’in eğitiminde; böyle zamanlar, böyle boşluklar, böyle tatiller var mıydı? O’nun hangi günü boştu? O’nun âhiret müfredâtında izin günü oldu mu? Namaz hususunda bir vakit bile kılmama izni mümkün mü?

O hâlde;

Âhiret yolcusu olan insanoğlu, arzu edilen yere gidebilmesi için eğitim müfredâtını ona göre yeniden tanzim etmeli.

Bu mühim mesele;

ZAMANA BIRAKILMAZ!

Belki;

Her şey zamanla daha iyi anlaşılır. Daha iyi fark edilir. Bu bakımdan bazı şeyleri zamana bırakmak doğru. Fakat bir de zamanla tam tersine gelişmeler büyük vâkıa. Bunu da görmek lâzım. Yani başlangıçta çok mükemmel ve iyi olduğu hâlde zamanla bozulan, zaman geçtikçe berbatlaşan ve çok kötü hâle gelen pek çok husus ve mesele de her zaman mevcut.

Dolayısıyla;

Her şey zamana bırakılmaz.

Îman zamana bırakılmaz. Eğitim zamana bırakılmaz. Namaz zamana bırakılmaz. Kur’ân zamana bırakılmaz. Cenneti kazanmak zamana bırakılmaz. Hesap zamana bırakılmaz. Tevbe zamana bırakılmaz.

Bazı mevzuların zamanla hallolması gerekirken bazı mevzuların da hemen hallolması gereklidir. Bunların yerini değiştirirseniz ikisini de iptal etmiş ve tıkamış olursunuz.

Denge illâ şart.

Yoksa zehirlenmiş bir hastayı; «âcil ve hemen» değil de «erteleyici ve sonracı» yaklaşımla tedaviye kalkarsanız şifâ değil cenaze namazı ile karşılaşırsınız.

Cenazeler ise haykırıyor:

BOŞ GİTMİYORUZ…

Nereye gidersek gidelim, boş gitmiyoruz. Boş gidiyor görünsek de.

Belki eli boş gidiyoruz, ama bu gidiş de boş değil. Kendimizi götürüyoruz. Kendimizle götürüyoruz. Boş olmayı, dolu olmayı, zararı, faydayı götürüyoruz.

İlle bir şeyler götürüyoruz.

Tam idrak etmeli. Bu idrak ile Hakk’a râm olmalı.

O zaman gidişler istikamet üzere olur.

Gidişler, o zaman nasıllığı düşünür.

Şair ne güzel söylemiş:

Eli boş gidilmez gidilen yere,
Rabbim boş gelmedim ben suç getirdim.
Dağlar çekemezken o ağır yükü,
İki kat sırtımda pek güç getirdim.

Mısraların anlattığı mânâ büyük. Çünkü insanın bütün hayatı bu. Eğer insan huzura ne götürdüğünü biliyorsa ne götürmesi gerektiğini de bilmeye başlar.

Maksat;

GÖKTE KAZANMAK…

Yerde yaşayan insanoğlu, hep yerdeki şartlara göre hareket ediyor. Yerde kazanmak için çırpınıyor. Hattâ kendini kaybederek kazanmaya uğraşıyor; emeline ulaşsa bile, düşünmüyor ki gökte kaybediyor.

Lâkin insanı insan yapan tarafı, rûhu. Yani gökten gelen tarafı. Bu itibarla insanın asıl kazancı gökte. Asıl rızkı da gökte.

Öyleyse;

İnsanın yegâne hedefi gökte kazançlı çıkmak olmalı. Yani gökyüzünde ona; «Kazandın!» denecek gayretler sergilemeli. Çünkü gökte kazanmak; yerde çok büyük mağlûbiyet görünse bile birkaç adım sonra, en ileri ihtimalle diğer âlemde, öylesine kalıcı ve muazzam bir kazanç oluyor ki, gözlerin kamaşmaması mümkün değil. İnsanın ne yapsa elde edemeyeceği neticeler bizzat yüce kudret tarafından ikram ediliyor.

Çünkü gökte kazanma mevzuunda gayretli olana yardım için bizzat yüce kudret devreye giriyor. Şair ne demiş:

Bir kişinin ki yardımcısı Allah ola,
Var kıyas eyle ki ol ne şah ola…

Bu makamda işte bir kıyas:

Yerde bizi yenebilecek olanların Allâh’ı yenmesi ne mümkün!

İşte bu hakikati idrak ile Allâh’a tam güven hâlinde bir kul sadece gökte kazanma derdinde olursa ve ömrünü âhiret müfredâtıyla doldurursa, yerde en ağır imtihan ve yenilgilere bile kazanç gözüyle bakma ve dünya yıkılsa sabrı elden bırakmama gibi bir olgunluğa ulaşır. İşte bu olgunluğa ulaştıktan sonra gökte öyle bir kazanç başlar ve yüce Mevlâ öyle yardımlar eder ki, akıl sır ermez.

Kul, mücadeleler ve muharebeler dünyasında bu sırrı hayattan da daha iyi idrak etmek mecburiyetinde. Aksi hâlde hem dünyada kaybeder, hem âhirette.

Şayet idrak eder ve bir de riâyet ederse, en zayıf bir kul bile olsa, iki dünyada da ondan güçlüsü yoktur. Bu, hiçbir zaman şımarıklık vermeyen bir güç olduğu için mağlûbiyeti de yoktur. Sadece mağlûp olmuş görüntüsü; daha güçlü kazanmasının malzemesi olarak tecellî eder, o kadar.

Gerçek mânâda cihangirleri daima bu idrak ve şuur ortaya çıkarmıştır. Onlar girdikleri her mücadelede sadece gökte kazanmayı dilemişler ve;

“Ya Rabbi, rakibimin kazanması hayırlı ise onu muzaffer eyle!” diye samimiyetle duâ etmişler, edebilmişler.

Böylesi duânın ilâhî faydaları çok. Her şeyden evvel beşeriyet muktezâsı olan ve hiç makbul olmayan hırsı ve inadı devre dışı bırakmaktadır. Zaten hırs ve inat devre dışı kalınca, yığınla problem kendiliğinden halloluyor, ortadan kalkıyor.

Tarih boyu;

Nice büyük zaferlerde de cihangirler, kendilerini kurban etmişler, bunu istemişler. Zâhiren göremeyecekleri bir zafere fedâ olmuşlar… Niye? Çünkü maksat ilâhî tecellî. Beşerî bir maksat ve istek değil.

Hazret-i Allah da büyük muvaffakiyetler vermiş.

Zaten;

İnsanoğlu ömür boyu niçin eğitilir? Gerçek istikbâle kazançlı çıkması için değil mi?

Zaten;

En kârlı istikbal de, ilâhî huzurda ebedî kazananlardan olmak. Diğer fânî kazançlar, geçici aldanış ve kalıcı eyvahlardan ibaret. Geçici aldanış ve kalıcı eyvahlar; zafer görünse bile hangi tarafından ele alınırsa alınsın kayıptır, mağlûbiyettir. Makbul tarafı yoktur.

Gökte kazanmak şuuru;

İnsanı yeryüzünde köle değil efendi hâline getirir.

Tabiî;

Gökte kazanmak için yerde büyük fedâkârlıklar gerekli. Hakikaten çok ıstıraplı ve sancılı vaziyetlere ezile ezile katlanmak gerekli. İki taş arasında öğütülen buğday gibi, un-ufak edilmek gerekli. Sonra fırınlar içinde kavrulmak, kavrulmak…

Gökte kazanmak şuuru;

Âhiret müfredâtı içinde insanın en mükemmel şekilde eğitilmesidir. Ancak bu eğitim, insanı yeryüzünün hırs ve ihtirasından muhafaza eder. İnsanoğlu hırstan kurtulunca da zaten sayısız problem otomatik olarak devre dışı kalır. Çünkü ortalığı darmadağın eden kötü kasırgalar, hırs ve ihtirasın fırtınasıdır.

Hırs ve ihtiras, dünyayı yakıp kavuran bir musibet. O musibetten kurtulmanın yegâne yolu, yerde değil gökte kazanç.

İnsanlığın başına açılan dertlerin çoğu hep bu hakikati idrak etmemekten. Bu hakikati idrak eden, ıstıraplara dûçâr olur, ancak büyük kazançlara ulaşır.

Tabiî, yerde değil gökte.

Dünyadaki huzursuzluğu bertaraf edecek sır da, çare de budur. Yoksa yerde kazanmak derdinde ve hırsında olan insanoğlu, kazandığı hususlarda bile daha sonraki netice itibarıyla daima hem kaybetmiş, hem de huzursuzluğun zebûnu olmuştur.

Dolayısıyla;

Yerde kazanmak hırsı; beraberinde sayısız ârızalar, gafletler, hatalar, yanlışlar ve perişanlıklar, kısacası yığınla zarar getirir. O hırsa kapılanlar, sadece hırslarına değil, diğer tuzaklara ve tehlikelere de yuvarlanmış olur.

Buna mukabil;

Gökte kazanmak aşkı, beraberinde sayısız fayda getirmektedir. O aşka sarılan, onun beraberindeki sayısız faydaya sarılmış olmaktadır.

Lâkin bu kıvam kolay değil.

Zira;

Onca faydası ve hakikatine rağmen gökte kazanmak şuuru, bazen yerde kazanmak gafletine takılmakta. Bilhassa yerde patlak veren meseleler karşısında muttakîler içinden bile Kārun misali ayağı sürçenler olabilmekte.

Yani;

Problem esnasında bu hakikat herkesin aklına gelmemekte. Öfkenin çatladığı an, bazen en kuvvetli dervişânın bile unuttuğu bir hakikattir bu. Hâlbuki en basitinden en ağır meseleye kadar patlama derecesi her ne olursa olsun her hâdise ve problem önünde akla ilk gelecek çare ve çıkar yol, gökte kazanmak. Başaranlar, gerçek olgunluk sahipleri. Büyük maharet.

Kim gökte kazançlı?

Bunun kararı ve mührü kulların elinde ve dilinde değil. Karar ve mühür, ancak kudret kaleminin sahibine ait.

Kudret kaleminin de şartları var.

O şartlar yerine gelirse, gökte galibiyet ve kazanç hükmü veriliyor. Kimin kazandığını şartlarına göre kudret kalemi yazıyor.

Kudret kalemi;

Ters ve düz sayısız orantılara sahip. O, gökte kazanç şartı olarak yerde bizden bazen mağlûbiyet ister, bazen galibiyet, bazen devre dışı, bazen devre içi ister. Bazen hiçlik ve yokluk, bazen varlık ve çokluk ister. Bazen aç, bazen tok ister. Bazen sükûnet bazen mücadele ve feryat ister.

Dolayısıyla;

Kul, kendi hâline göre değil, kudret kaleminin ne zaman ne istediğine göre hareket etme basîretini ve gayretini gösterebilirse, işte o zaman gökte kazanmak mümkün.

Unutmamalı;

Gökte kazanmak, yerde sayısız çile ve ıstırap demektir. Kim hangi ıstırabı çekerse onun bereketini kazanır.

Unutmamalı;

Yerdeki hiçbir kazanç, gökteki iflâsa değmez!

Unutmamalı;

Gökte kazanmak, her türlü kârın fevkindedir. O, zâhiren hangi kayba mâl olursa olsun, sonunda her şekilde göz kamaştırıcı ve kalıcı gerçek bir kazançtır. Yerdeki kazanç ise ne kadar muhteşem görünse de geçicilik mahkûmu olarak sadece sahte ve sonu hiç, bilâkis pek zararlı bir kazançtır.

Velhâsıl insan;

Kendi eğitimini de nesillerinin eğitimini de işte bu kazancın eğitim müfredâtına göre gerçekleştirmek mecburiyetindedir. Yoksa en yaldızlı ve modern markalı bilgilere ve tekniklere de sarılsa, geçit vermez kanunlarla da tedbir alsa, yine de ciğerpâre ve gözbebeği olan yavruları; uyuşturucu, fuhşiyat, alkol, cinnet ve intihar bataklıklarından kurtaramaz. Mektep kapıları bile bu felâketlerin cesetlerine mezarlık olmaktan kurtulamaz.

Bunun için;

Hem mekteplerin hem de özellikle anne ve babaların zihinlerindeki eğitim müfredatları mutlaka âhiret endişesiyle doğru ayarlanıp düzgün işlemeli. Ayarsız sebeplerle, rüzgârlı heveslerle, baskın kaprislerle, cilâlı bahanelerle ve hırslı aldanışlarla veya daha başka gerekçelerle koca ve sonsuz bir âhiret müfredâtı, küçücük ve geçici yerdeki kazanç çengeline takılmamalı.

AMA…

Maalesef;

Dirâyetsiz şuur ve mantıklar, akıl ve gönüller; «kupkuru bir ama» çekiyor ve nice ayaklar o çengele takılıyor.

Hazret-i Mevlânâ bu hâli pek mânidar şekilde şöyle hikâye ediyor:

“Yemyeşil otlarla dolu bir ada vardı. Orada ağzının tadını bilen obur bir öküz tek başına yaşardı.

O öküz;

Akşama kadar orada otlar, bütün otları yer, akan dereden su­lar içer, beslenir, iriyarı semiz bir hâle gelirdi.

Gece olunca;

«–Yarın ne yiyeceğim?» diye üzülür, dertlenir; derdinden, düşüncesinden ötürü zayıflar, kıla dönerdi.

Sabah olunca;

Ada yine yeşerir; çiçekli otlar, yemyeşil çayır çimen tâ bele kadar boy atardı. Öküz; oburluğu ve açlığı ile yeşilliğe dalar, akşama kadar ne var­sa hepsini otlar, bitirirdi. Yine semirir, irileşir, şişer; bedeni yağla, etle dolar, kuvvetlenirdi.

Akşam olunca;

Yine açlık korkusuna düşer, bu korku ile titremeye baş­lar, yine zayıflardı. Üzüntü içinde düşüncelere dalardı:

«–Yarın otlama vakti gelince ne yiyeceğim, ne edeceğim?» der dururdu.

Seneler boyu obur öküzün bu hâli sürdü gitti. Bir türlü;

«–Bunca yıldır rahatça şu yeşilliklerde otluyorum; bu çimenlikte karnımı doyuruyorum! Hiçbir gün rızkım azalmadı; bu korku, bu içimin yanışı neden?” diye düşünmek, aklına bile gelmezdi.

Sadece her akşam karanlık bastırır bastırmaz;

«–Eyvah, rızkım kalma­dı!» der, yine zayıflardı.”

İşte;

İnsanın nefsi ile dünyanın hâli. İşte ömrü dolduran ve insanı zayıflatıp duran endişe:

«–Gelecek günlerde ne yiyeceğim; yarının rızkını nereden elde edece­ğim? Bunun için bana lâzım olan en kârlı meslek ne, en kazançlı makam hangisi? Ne yapsam daha kârlı, ne etsem daha çok kazanırım?»

Şeyh Sâdî’nin dediği gibi:

“Bu dünyada kıymetli ömrümüz şu düşüncelerle harcandı gitti:

–Yarın ne yiyeceğim?

–Kışın ne, yazın ne giyeceğim?”

Bütün hayatı boyunca;

Kendini, neslini, varlığını, aklını, gönlünü, beden ve rûhunu, kısaca ömrünü buna kurban eden insan, ne kadar akılsız bir zavallıdır. Üstelik ilkten en yükseğine kadar tüm eğitimini bile bunun müfredâtı ile dolduran insan, ne kadar cahil ve gafildir.

Çok yazık bu şekilde hazırlanan geleceklere ve buna kapılıp azıtanlara. Zira;

“Azgınlar için KÖTÜ BİR GELECEK vardır.”

“Cehenneme girerler; ne kötü bir konaktır!”

“İşte bu kaynar su ve irindir, artık onu tatsınlar!” (Sâd, 55-57)

Buna mukabil;

Ne mutlu âhiret müfredâtıyla gerçek ve sonsuz geleceğini cennet olarak inşa edenlere!

Çünkü;

”Allâh’a karşı gelmekten sakınanlar için GÜZEL BİR GELECEK vardır.”

“Kapıları onlara açılmış Adn cennetleri vardır.”

“Orada tahtlara yaslanmış olarak türlü meyveler ve içecekler isterler.” (Sâd, 49-51)

İşte ulaşılması gereken asıl gelecek!

Kazananlara ne mutlu!