YİRMİ KURUŞA DEĞİŞEMEM!..

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

İstanbul’a gidecek olan uçağa girişler başlamıştı. Yolcular yavaş yavaş kapıya doğru yol aldılar. Hamza ve babası Salih de yolcu kapısına yönelenlerdendi. Hamza, ilk defa uçağa binecekti. Kazandığı üniversiteye ve İstanbul’a doğru yolculuğa çıkacak olması da buna eklenince daha bir heyecanlanıyordu.

Babası belinden rahatsız olduğu için biraz yavaş yürüyordu. Hamza’nın ise içi içine sığmıyordu. Bir an önce uçağa gitmek istiyor, yerinde duramıyordu. Sanki ne kadar erken binerse o kadar erken hareket edecek gibi bir his kanını kaynatıyordu. Salih Bey, Hamza’nın heyecanını fark etmişti:

–Oğlum sen el bagajlarını al git, koltuğumuzu bul bakalım. Ben yavaş yavaş geliyorum.

–Tamam baba!

Hamza koşar adım koltuğun başında dikildi. Eşyaları yerleştirdi ve babasını beklemeye başladı. Bu arada çok yaşlı bir amca geldi ve Hamza’ya elindeki uçak biletini uzattı:

–Evlât! Şu biletteki numarayı bir buluversen, gözlerim tam görmüyor da…

Hamza bileti eline aldı ve;

“–Ooo Hacı Amca yan yanaymışız. Gel buyur!” diyerek yer gösterdi.

Hamza, yaşlı amcayı koltuğuna oturttu. Bu arada babası da gelmişti. Hamza, yaşlı amca ile babasının ortasına oturdu.

Hacı Amca biraz soluklandıktan sonra Hamza’ya döndü ve aralarında tatlı bir yolculuk sohbeti başladı:

–Evlât! Sen buralı mısın?

–Buralıyım amca. Siz?

–Ben de buralı sayılırım. Eh burada doymaya başlayalı bir kırk sene oldu. Aslen Sivaslıyım. Kimlerdensin bakalım?

–Topal Hâfızgil derler, bilir misiniz?

–Bilmem mi! O Topal Hâfız dayıyı da bilirim, Çanakkale gazisi. Çanakkale’de topal kaldı mübârek. Çok muhterem bir zâttı. Zor günlerde Kur’ân-ı Kerîm’i ezberden yazdırdığını söylerlerdi. Sürekli Kur’ân-ı Kerim okurmuş. Biz son zamanlarına yetiştik, mekânı cennet olsun. Ahırda, tarlada, su sarnıçlarında falan Kur’ân öğretirmiş… Allah onlardan râzı olsun. Öyleleri daha gelir mi bilmem? Yeni nesil çok farklı. Bu meziyetleri elde etmek bir yana, çoğunun haberi dahî yok! Eee sen kimin oğlusun bakayım?

Tam bu sırada Hamza’nın babası oğlunu susturup söz aldı:

–Fırıncı Salih derler bana bilir misiniz?

Yaşlı amca bir an duraksadı.

–Salih! Sen burada mıydın?

–Buradayım hocam!

–Kusura kalma evlât, inan gözlerim görmüyor o kadar uzağı. Seni tamamen bulanık görüyorum. Demek Salih ha! Fırıncı Salih!

–413 Salih.

–Seni unutmak mümkün mü be evlât?

Hamza hayran hayran olanları seyrediyor, mevzunun nereye varacağını merak ediyordu ki Yusuf Hoca cevabı yetiştirdi:

–Evlât senin bu baban var ya bu baban, benim en kıymetli talebemdi. Çok candan, çok içten, çok çalışkan biriydi. Deden de güzel adamdı; lâkin baban yüzünden aramız biraz açılıverdi. 80’li yıllardı. Ortalık karışıktı. Baban üniversiteyi kazandı. Puanı çok yüksekti. En iyi okullara gidebilirdi. Ben bir hayli heveslendim, babanı İstanbul’a gönderip yüksekokul okutmak en büyük hayalimdi. Deden itiraz etti:

«Ben oğlumu yirmi kuruşa değişemem!» dedi. Göndermedi babanı üniversiteye. Az dil dökmedim:

«Ben okutacağım. Her şeyi bana ait!» dedim de yine de lâf anlatamadım. Baban da çok hevesliydi garibim; çok da edepliydi. Ölürdü de babasının sözü üstüne söz söylemezdi. Okuyamadı, fakirlik zaten almış başını gitmiş. Ne yapsın, hemen bir işe girdi. Fırıncı Recep miydi neydi? Uzun yıllar orada çalıştı baban. Çok sadık, çok güvenilir biridir baban. Evlât, çok şanslısın…

Bu arada hem Yusuf Hoca hem Fırıncı Salih gözyaşlarına boğuldu. Salih Usta, hocasının ellerine sarıldı:

–Çok uzun süre sizden haber alamadık hocam…

–Sorma be evlât! Yengen öldükten sonra bizim küçük oğlanın yanına gittim İstanbul’a. Sağ olsun o gün bugündür onun yanındayım. Sen beni çok aramış, selâm göndermişsin. Hepsi ulaştı. Oğlumun durumu da çok iyi değildi biliyor musun? Dört çocuk, bir de ben falan… Yük olmak istemedim. Bilet aldırmak istemediğim için diyemedim. Ne zamandır gözümde tütüyordu buralar. Nasip bugüneymiş.

–Sizi iyi gördüm hocam. Yıllar çok şey götürmüş; ama yüreğiniz aynı mıknatıs gücünde. Hâlâ çekiyor mübârek!

–Estağfirullah evlât! O sizin güzelliğiniz.

–Estağfirullah hocam! Güzellik nâmına ne varsa siz öğrettiniz hocam. Allah râzı olsun.

–İnşâallah öyledir, öbür tarafta tutunacak yegâne dalım sizlersiniz evlât…

Hamza bu eşsiz muhabbeti büyük bir zevkle dinliyordu; yalnız aklı bir yerde takılı kalmıştı:

«Ben oğlumu yirmi kuruşa değişemem!» ne demekti? Niye söylenmişti? Hamza bir ara hocanın uykuya dalmasını fırsat bilip, babasına sokuldu:

–Baba, Hocaefendi neden bahsetti? Tam anlayamadım. «Ben oğlumu yirmi kuruşa değişemem!» ne demek?

–O yıllar bu sağ-sol dâvâsının ayyûka çıktığı yıllardı. Çok büyük kavgalar olurdu. Nice genç yürekler, kör kurşunlara gittiler. Sorgusuz, sualsiz infazlar… Bir hiç uğruna yıkılan yuvalar, sönen umutlar… Tam o yıllarda ben lise talebesiydim. Yanındaki Yusuf Hoca da benim hem tarih hocamdı hem de okulun müdür yardımcısıydı. Çok fedâkâr bir hocaydı. Talebesi için ne gerekiyorsa yapardı. Gözü kara, mert bir adamdı. Bizi bu sağ-sol dâvâlarından uzak tutmak için çok mücadele etti. İşte o dönemlerde değil gece, gündüz bile sokağa yalnız başımıza çıkamazdık. Hiç belli olmaz, bir bakmışsın karşında bir grup adam! Direkt sorarlardı:

«Sen kimdensin? Sağcı mısın-solcu musun?» Eğer uyanık davranıp da tutturabilirsen, paçayı kurtardın demektir. Tutturamadıysan eğer, tabana kuvvet! Allah ne verdiyse kaçacaksın. Yoksa…

–Az-çok duyuyordum bunları da senden hiç dinlemedim baba.

–Ah evlât! Okumak en büyük hayalimdi… Anlatsam olurdu belki; ama ne zaman niyet etsem yumruk gibi bir taş saplanırdı sanki bağrıma. Anlatamadım. İşte o günlerde ben üniversiteyi kazandım, İstanbul’a gidebilecektim. Babam bu haberi alınca hiç ummadığım bir tepki verdi ve mevzuyu bir daha açılmamak üzere rafa kaldırdı. Hocam ısrar edince de;

«Ben oğlumu yirmi kuruşa değişemem!» dedi. O zamanlar bir silâh mermisi yirmi kuruş civarındaydı galiba. Üniversitelerde durum biraz daha vahimdi. Her geçen gün, kara haberler alırdık üniversitelerden. Okullarda dersler yapılamazdı. Babam da o sıkıntılı ortamlara gitmeme râzı olmadı. Hakikaten kim vurduya giden o kadar çok insan vardı ki! Bir sürü insan var, birden kaybolup da bir daha kendisinden haber alınamayan. Babamın ağzından söz bir kere çıkardı. Eğer o; «Yok!» dediyse kimse aksini yapamazdı. Öyle de oldu. Ben üniversiteye gidemedim. İşe girdim; askerlik, evlilik falan derken tüm hayallerimi bağrıma gömdüm. Anlatsam şikâyet etmiş gibi olacaktım. Her şeyin üzerinde bir de Cenâb-ı Hakk’ın bizim için takdir ettiği bir şey var. Gitseydim, belki hakikaten babamın çekindiği şeyler başıma gelecekti. Hayırlısı, kesinlikle şikâyetçi değilim. Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun; iyi bir ailem, helâl bir kazancım ve sizin gibi güzel evlâtlarım var. Belki okusaydım çok daha farklı biri olabilirdim; ama bu huzurum olur muydu bilmiyorum. Şu huzuru inan hiçbir şeye değişmem oğlum! Cenâb-ı Hak, babanın duâsına ayrı bir sır gizlemiş. Şükürler olsun ki Kadir Mevlâ’m yüzümü bir an olsun yere baktırmadı. Şu dünya hayatı adına başka ne istenebilir ki?

Hamza pür dikkat dinledi babasını. Kısa bir iç tefekküründen sonra babasına döndü:

–Babacığım! Peki senin gönlün ve duan benimle midir?

–Elbette evlât! Sen benim hayalimi gerçekleştireceksin inşâallah. Cenâb-ı Hakk’ın izniyle ben haram lokma yedirmedim sana, anacığın da abdestsiz emzirmedi seni. Şimdi durumlar biraz farklı.

Belki o zamanlardaki gibi kurşunlar havada uçuşmuyor; ama gönüller, tertemiz dimağlar çok acımasız bir bombardıman altında. O zamanlar en azından kurşunun hangi yönden geldiği belliydi; şimdi ise o kadar sinsi ve hâin bir plân uygulanıyor ki saldırının nereden geldiğini anlamak mümkün değil. Çocuklarımızı gönül huzuru ile emânet ettiğimiz o televizyon bile belâ olarak yeter. Ana bilmez, ata bilmez nesiller türedi. Daha neler neler… Bugün çok daha ciddî sıkıntılar söz konusu; ama sizi muhafaza edebilecek fedâkâr insanların gayretli çalışmaları da fazlasıyla mevcut elhamdülillâh. Allah onlardan râzı olsun…

Okul harici zamanlarını değerlendirebileceğin ve kalabileceğin güzel bir mekân da ayarlayabilirsek ne mutlu… İnşâallah o zaman gönlüm mutmain olacak. Hep duâ ederim: «Rabbim râzı olmadığı bir şeyi bana nasip etmesin» diye. Senin için de öyle duâ ediyorum evlât… Aman oğlum boş heveslere kapılıp da ömrünü heder etme. Sen Cenâb-ı Hakk’ın ipine sarıl! O, seni asla bırakmaz. Rabbim yâr ve yardımcın olsun. İlk defa girdiğin bu dünya, huzur vesilen olur inşâallah. Kılına zarar gelsin istemem. Allah Teâlâ iki cihanda da yüzünü ak etsin inşâallah.