Eğitimde Hedef: ADAM YETİŞTİRMEK
YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
Yeni bir eğitim yılı daha başlıyor; ilk-orta ve yüksek eğitim olarak hesaba katıldığında, yirmi milyonun üzerinde bir talebe kitlesi ders başı yapıyor. Bu sayı, Avrupa’daki bir kısım devletlerin toplam nüfusundan daha fazla. Kalkınmakta olan bir ülke için lehte sayılması gereken bu husus, birçok kalkınmış ülkeyi kıskandıran bir durum. Onun için de ülkemiz aleyhinde plânlar yapmakta olan yabancı gizli servislerin en fazla fitne tohumları saçtıkları, kargaşa anaforunda heder ettikleri bir kesim.
Ülkemizde demokratik sisteme geçmeden önce; okullar, mevcut idarenin yerleştirmek istediği içtimâî yapı çerçevesindeki bir müfredâtı esas alıyordu. Bu cümleden olarak, şanlı bir geçmişi toptan reddetme; varlık sebebi olan millî değerlerinin yerine, batı kültürü unsurlarını ikame etme düşüncesi hâkimdi. Bu gayretlerin kirli izlerini bir türlü temizlemek mümkün olamamış; kalıntıları yakın zamanlara kadar da devam etmiştir. Demokrasi sonrası bunca yıllık tecrübeye rağmen, henüz yerli yerine oturmamış bir sistem manzarası olarak; bazı beyinler hâlâ ideolojik kalıplardan kurtulabilmiş değil. Onun için hükûmetler kurulurken; kabinenin teşekkülünde dikkatlerin çevrildiği bakanlık, gençliğin eğitilmesi ile vazifeli olan Millî Eğitim Bakanlığı olur. Koalisyon hükûmetlerinde en çetin pazarlıklar, bu bakanlığa sahip olabilmek için yapılır. Tek parti hükûmetlerinde de; vesâyetçi mihrakların bu bakanlığı «karşı taraf»a kaptırmamak için, büyük gayret sarf ettiklerine şahit olunur. Hâlbuki, aklın yolu birdir; millet âidiyetini geleceğe taşıyacak olan nesillerin eğitiminin; milletin, tarihi içerisindeki müktesebâtı mesâbesindeki millî değerleri çerçevesinde yürütülmesi, üzerinde mutabık kalınması gereken bir esastır. Bu, «adam yetiştirme, milletin insanını yetiştirme» esası; eğitime hedef olarak oturtulabilse, teşkilât ve ders müfredâtı buna göre tanzim edilebilse; hem ülkenin geleceği, hem de eğitim sistemimizin maksadına ulaşabilmesi için en önemli merhale kat edilmiş olur.
Akıl, idrak, irade, nefis… gibi rûhânî unsurlarla teçhiz edilmiş; İnsanı eğitmek, yola getirmek kolay bir mesele değildir. Bu; “İğne ile kuyu kazmak.” misali çalışma ile; insanı insan yapan bu değerler, hedefe götüren bir istikamet üzerinde birleştirilerek, maksada ulaşmaya gayret edilir. Bu meselenin zorluğuna işaret bâbında; eski bir Millî Eğitim bakanının; “Okullar olmasaydı, bakanlığı ne güzel idare ederdim.” dediği rivâyet olunur. Üstelik insana yapılan yatırımda, verimliliğinin nisbeti önceden kestirilemeyeceği gibi, sonuçları da kısa zamanda alınamaz. Eğitimin uzun vâdeli bir iş olduğuna işaret eden bir Çin atasözünde;
“Bir yıl sonrasını düşünüyorsan buğday ek; on yıl sonrasını düşünüyorsan meyve dik; yüz yıl sonrasını düşünüyorsan insanı eğit.” denilir. Yine bir Çin atasözünde, «insana her gün balık vermek yerine, ona balık tutmasını öğretmek» olarak tarif edilen eğitim; uzun vâdeli ve zor bir mesele olması yanında, aynı zamanda yüksek meblâğlara ihtiyaç gösteren bir faaliyettir. Fatih Sultan Mehmed Han, bütçeden Enderun’a ayırdığı tahsisâtı fazla bulan vezirine;
“Burada eğitimini tamamlayanlardan ne kadarının kendilerinden beklenen yüksek başarıyı gösterdiğini” sorar.
Vezirin nisbetin düşük olduğunu belirtmesi üzerine de;
“Görüyorsun; adam yetiştirmek kolay değil. Keşke daha fazla tahsisat ayırabilsek.” diye, meselenin önemi hakkında onu ikaz eder.
Birçok âmilin birlikte ilişkili olduğu eğitim meselesini, sadece devletin okullarda alacağı akılcı ve ilmî tedbirlerle başarılı kılmak mümkün değildir. İçtimâî bünyedeki hastalıklar, eğitim meselesini derinden etkiler. Aile müessesesinin gittikçe çözülmesi, cemiyetin bütün kesimlerinde şiddetin tırmanması, madde bağımlılığının ilkokullara kadar inmesi, cinsî yakınlaşmanın bir modernlik olarak görüldüğü dünyevî cereyanların yozlaştırıcı etkilerinin bir türlü bertaraf edilememesi… gibi birçok menfî şartlarla karşı karşıya bulunduğumuz göz önüne alındığında; meselenin hâlli için, ne kadar zorlu engelleri aşmak gerektiği anlaşılabilir.
Eğitim câmiası; üç-beş sene öncesine kadar, dünyevî zihniyetin akla ziyan ideolojik zorbalıklarıyla kan kaybetmiştir. Meselelere bu çerçeveden bakıldığı için, eğitimle asla bağdaştırılması mümkün olmayan manzaralar yaşanmış; insanımız uzun yıllar hesaba gelmeyen mağduriyetlere uğratılmıştır. Bu cümleden olarak; fazladan birkaç din dersi gördüğü için, İmam-Hatip liselerinin ve onlarla aynı grupta yer alan diğer meslek liselerinin uzun yıllar üniversiteye girme hakkından mahrum bırakılması; kılık kıyafetinden dolayı, üniversite son sınıftaki kız talebelerin bile, aşağılanarak okullardan atılmaları; yaşadığı gayr-i meşrû hayatı kitap hâlinde yayınlayan kadın öğretmen mesleğine devam ederken, sokakta başörtüsü takan öğretmenin vazifeden atılması; kıyıda köşede namaz kılarken basın tarafından yakalanıp hedefe konan talebelere hiçbir yetkilinin destek olamaması… gibi bize has tuhaflıklar zikredilebilir. Bu ülkeye, eski bir cumhurbaşkanının da; “Gitsinler Arabistan’da okusunlar.” diye desteklediği başörtüsü zulmü, alnında kara bir leke olarak yıllarca taşıttırılmıştır. Neticede, mağdur edilenlerden imkânı olan binlerce talebe, yurt dışında okumak mecburiyetinde kalmıştır. Eğitim faaliyetinin devâsâ problemlerini çözme yerine, bahis mevzuu keyfî tasarruflar bütün katılığıyla devam ederken; üniversitelerimiz, dünya üniversiteleri içerisinde itibar kaybetmiş; dünyadaki ilmî gelişmelere herhangi bir katkımız olamamış; çeşitli orta öğretim ve üniversite giriş imtihanlarında, eğitimin zayıflığına bir işaret mesâbesinde, on binlerce talebe «sıfır» puan almış; halkın çeşitli kesimleri arasına nifak girmiş; dünyevî cereyanların girdabında ulvî duygulardan mahrum kalan talebeler madde bağımlılığı, cinsî sebeplere bağlı davranış bozukluğu, çeteleşme… gibi çeşitli menfî fiillere kapılmışlardır.
En şerefli varlık olarak yaratılan insanın tabîat-ı asliyesi ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de;
“O hâlde (Habîbim) Sen yüzünü bir muvahhid olarak dîne yönelt. Allâh’ın insanları yaratmasında esas aldığı o fıtrata uygun hareket et.” (er-Rûm, 30) buyuruluyor.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, yaratılmışların gözbebeği mesâbesindeki insanın âkıbeti husûsunda şöyle buyurur:
“Her doğan İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anne-babası, onu hıristiyan, yahudi ve mecûsî yapar.” (Buhârî, Cenâiz, 92)
Bu durumda; şanlı bir mâzînin vârisi olan bir İslâm memleketinin, her türlü içtimâî hastalığın meşheri olması nasıl izah edilebilir? İslâm fıtratı üzerine doğan nesiller ne oluyor da, kimlik değiştirip başkalaşıyorlar; Cengiz AYTMATOV’un tiplemesiyle «mankurt»laşıyorlar? “Zulüm İstanbul’un fethiyle başladı.” diyecek kadar; «Malazgirt» adı verilen bir caddenin açılışında, Bizans askeri kıyafeti giyerek polislere saldıracak kadar ecdâdından ve milletinden nefret eder hâle gelebiliyorlar?..
Eğitim sistemi üzerinde bir tabu olarak belirleyici rol oynayan dünyevî zihniyet çerçevesinde nesillere gösterilen istikamet ve hedefle, âdeta içtimâî bünyemizin hayat damarları kurutulmuş; cemiyet her türlü anarşi, terör, şiddet, soygun-vurgun, ihânet, fitne-fesat… gibi menfî fiillerin kaynadığı bir bataklığa sürülmüştür. Çağdaşlık kompleksiyle dînin rûha verdiği huzurdan mahrum bırakılan nesiller eliyle, buhranlardan buhranlara sürüklenmek, savrulmak, memleketimizin kaderi olmuştur. Hâlbuki çağdaşlık bahis mevzuu olunca; insanî değerlerden mahrum, dünyayı kana boyayan başkalarının peşine takılıp, körü körüne onların hayat tarzını taklit ederek kendini kaybetmek değil; huzur davetçisi olarak, inşa ettiği medeniyetiyle çağa damgasını vurup, kendi ulvî değerlerini insanlığa sunabilmek anlaşılmalıdır; tıpkı şanlı mâzîde olduğu gibi.
Tabiat, boşluk kabul etmez. İmâm-ı Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri;
“Hak ile meşgul edilmeyen kalbi, bâtıl işgal eder.” buyuruyor.
Eğitim; önce aile ve çevre ile başlayıp, sonra okulla beraber devam ederek, hayat boyu süren bir faaliyettir. Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû-;
“Çocuklarınızı, kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacağı zamana göre yetiştiriniz.” buyuruyor.
Eğitimin maksada uygun ve verimli olabilmesi için; tâlim-terbiyenin, bütün safhalarda, doğru istikamet üzerinde ve usûlüne uygun icrâ edilmesi gerekir. Burada, genç nesillerin emânet edildiği «Millî Eğitim» teşkilâtının, emânete riâyet edilerek, dünyevî zihniyetin tasallutundan kurtarılması; genç gönüllerin, ilâhî değerler manzûmesi çerçevesinde vatan, millet, bayrak gibi mukaddeslerle doyurulup, zamanın ulaştığı ilmî seviyeyi kavramış birer münevver olarak yetiştirilmesi çok önemlidir. Yüksek eğitimli fakat cehâletin karanlığından kurtulamayan kişilerle ilgili olarak Amerikalı yazar Alwin Toffler;
“21. yüzyılın cahilleri, okuma-yazma bilmeyenler değil; okumayanlar, öğrendikleri yanlış bilgileri değiştiremeyenler ve yeniden öğrenemeyenler olacaktır.” diyor. Bilgi; belli bir zaman ayırmakla, gerekli gayreti göstermekle öğrenilebilir. Ancak milletin insanı olma keyfiyeti, böyle değil; doğru bir eğitimle, uzun bir zaman zarfında kazanılabilir. Bununla ilgili olarak da; okulları, diploma veren müesseseler yerine, «adam» yetiştiren müesseseler olarak ele almak gerekir. Milletin ve insanlığın istikbâli; hayatın mânâsını bilen ve sâlih bir kul olan kendi insanını yetiştirebilmeye bağlıdır. Merhum Üstad Necip Fâzıl, mukaddes emâneti yüklenecek nesillere şöyle sesleniyor:
Yol O’nun varlık O’nun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!