IŞİD GERÇEKTEN İSLÂMÎ KAYGI TAŞISAYDI…

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Geçen sayıda başta IŞİD olmak üzere takriben son çeyrek asırda Afganistan, Somali, Yemen, Suriye, Irak, Mali, Nijerya vb. İslâm ülkelerinde ortaya çıkan ve -gûyâ- İslâm şerîatini hâkim kılma iddiasında olan silâhlı örgütler üzerinde durmuş, onların şerîati uygulamaktan neyi anladıklarını, gerçekte şerîatin ne olduğunu tahlil etmeye çalışmıştık. Özellikle IŞİD hakkında ajanslara düşen bazı haberler, farklı örnekler üzerinden aynı tahlile devam etmemizi iktiza ediyor. Gerçi manipüle edilmeleri ihtimaline binâen bu haberlere karşı temkini elden bırakmamamız gerekiyor. Ancak yalan bile olsa şüyu bulan bazı haberlerle İslâm’ın imajında meydana gelebilecek tahribatı önlemek için bazı meselelerin hakikatini açıklamak da gerekli olmaktadır. Bunlardan biri de kölelik ve cizye meselesidir. Zira -eğer doğruysa- IŞİD, hâkim olduğu yerlerdeki Yezîdî ve Türkmen kadınları köle pazarında satılığa çıkarıp hıristiyanları ise müslüman olmak, cizye vermek veya ülkeyi terk etmek şıklarıyla karşı karşıya bırakmıştır!

Öncelikle IŞİD’i böyle davranmaya yönelten sebepler üzerinde duralım:

Anlaşıldığına göre IŞİD, Yezîdî ve Türkmen kadınları câriye olarak görmektedir. Çünkü onları kendisine karşı savaşırken ele geçirilmiş gayr-ı müslim esirler olarak değerlendirmektedir. Zira Yezîdîler, her ne kadar İslâm dünyası içerisinde hem de Abdülkādir Geylânî’nin talebelerinden Adî bin Müsâfir’e intisab iddia eden kimseler arasında çıkmış bir dînî hareket olsa da zamanla İslâm îtikadından sapmış, melek olduğuna inandıkları İblis’i tâzim eden bir topluluktur. Türkmenler ise -her ne kadar haberde tasrih edilmese de- Şiî Türkmenler olmalıdırlar. Bunlar da başta on iki imam olmak üzere imam ve evliyâ kabirlerini tâzim etmeleri sebebiyle müşriktirler! Müşrikler ise savaşta ele geçirildiğinde esir edilip köleleştirilir! İslâm hâkimiyetini kabul eden ve bir semâvî kitaba bağlı olan hıristiyan ve yahudiler ise cizye (baş vergisi) öderler. İşte nev-zuhur halîfeliğin (!) modern dünyaya takdim ettiği İslâm şerîati budur!

Evet, yukarıda zikredilen nitelikleri sebebiyle Yezîdîler müslüman sayılamaz. Ancak onların müslüman olmaması; hürriyet, ırz, namus vb. haklarından mahrum bırakılmalarına gerekçe teşkil eder mi? Klâsik fıkıh anlayışına göre yalnızca müslümanlarla savaşırken esir düşenler için bu uygulama yapılabilir. Eskiden ele geçirilen kaleler içindeki asker-sivil bütün halkın esir edilip köleleştirilmesi; şerîat hükmü olmayıp, ilk ve orta çağların bir teâmülünden ibarettir! Günümüzde kaleler savaşta önemini yitirdiğine ve kale de olmadığına göre sivillerin esir alınıp köleleştirilmesi de söz konusu olamaz. Zaten Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; silâhsız kimselerin, özellikle de din adamı, ihtiyar, kadın ve çocukların savaşta öldürülmesini yasaklamıştır. Tarih boyunca yahudiler, hıristiyanlar, mecûsîler, budistler ve diğer din mensupları, müslümanların hâkimiyeti altında hür bir şekilde yaşamışlardır. Hazret-i Peygamber;

“Mecûsîlere ehl-i kitap gibi davranın.” Yani; “Muharref de olsa semâvî bir kitaba bağlı olan yahudi ve hıristiyanları İslâm ülkesinin anlaşmalı vatandaşı (zimmî) olarak koruyup gözettiğiniz gibi koruyup gözetin!” buyurmuştur. Bu sebeple İran’da Zerdüştler, Hindistan’da Budistler vb. ehl-i kitap olmayan gayr-ı müslimler; İslâm hâkimiyeti altında asırlarca kendi dinlerinde kalarak yaşamışlardır.

İmdi; IŞİD, ele geçirdiği yerlerdeki Yezîdîler’i ehl-i kitap sınıfına koyamadıysa bile ne sünnet-i seniyyeye, ne klâsik fıkıh anlayışına ve ne de tarihî tecrübeye göre onları esir alıp köleleştiremez. Çünkü bilebildiğimiz kadarıyla o insanların yaşadıkları şehirleri onlardan değil, Irak ordusundan almıştır. Yani o insanlar IŞİD’e karşı savaşmamışlardır, sivildirler!

Türkmenler ise Yezîdîler’e göre çok daha iyi bir konumda tutulmalıdır. Çünkü onlar, bazı bid‘atlere bulaşmış olsalar bile İslâm dairesi içerisinde bir fırkadırlar. Nitekim Hazret-i Ali; kendisiyle savaşan müslüman grupların firar edenlerinin takip edilmeyeceğini, esir alınıp mallarının yağmalanmayacağını belirtmiştir. Hattâ ordusunu terk edip kendisine başkaldıran Hâricîler’in, kendisiyle birlikte İslâm düşmanlarına karşı savaşıp ganîmetten pay alabileceklerini ifade etmiştir.

Buraya kadar konuyu klâsik kaynaklar ve tarihî tecrübe ışığında izah ettik. Ancak -geçen sayıda belirttiğimiz gibi- İslâm’ın bugünkü meseleleri yalnızca bunlarla çözülemez ve İslâm bunlarla eşitlenemez! Çünkü bunlar, son derece değerli olsa da, nihayetinde belli tarihî şartlarda ortaya konulmuş çözümlerdir; günümüze dayatılamaz! Bugünün meseleleri, hem nassları hem de hayatı iyi bilen fakihler tarafından, elbette önceki görüş ve tecrübelerden istifade edilerek ama onlarla yetinmeyip gerektiğinde pratik ihtiyaçlar doğrultusunda yeni içtihatlar yapılarak çözülür. Biz bu konumda olmadığımıza göre burada böyle bir çözüm önerecek değiliz. Ancak önemli bir hususa işaret etmeden geçmemeliyiz. O da, Kur’ân hükümlerinin hedeflediği amaçlara göre değerlendirilmesi gerektiğidir. Böyle bir değerlendirme yapıldığında köleliğin İslâm tarafından emredilmesi şöyle dursun, hedeflenmeyen bir statü olduğu görülür.

Çünkü;

İslâm’ın temel hedefi; insanları sahte ilâhların, din adamlarının, despot yöneticilerin, arzu ve heveslerin, kısacası Allâh’ın dışındaki herkesin ve her şeyin esâretinden kurtarıp yalnızca Allâh’a kul yapmaktır. Böyleyken onun, aynı zamanda insanların bir kısmının diğer kısmına köle olmasını istediğini düşünmek onun temel hedefiyle örtüşmez. Zaten inkâr olunamaz tarihî bir hakikattir ki, köleliği İslâm getirmemiştir. Aksine onu kucağında bulmuş, kaynaklarını savaş esâretiyle sınırlandırarak; hatâen öldürme, yemin, zıhar, oruç vb. birçok keffareti de sona ermesi için vesile kılmış, şartlar oluştuğunda «kölenin kendisini efendisinden satın alması» demek olan mükâtebe akdi yapmayı da emretmiştir. Tamamen yasaklamamasının sebebi ise, milletler arası münasebetlerde mütekābiliyet esaslarının öneminden dolayıdır. Çünkü müslümanların savaş hâlinde oldukları milletlerin müslümanları esir alıp köleleştirirken müslümanların aynı yola başvurmamaları onlara zarar verebilirdi. Ancak bütün milletlerin ittifakla köleliği kaldırmaları; İslâm’ın rûhuna aykırı olmak şöyle dursun, onun hedeflediği bir husustur. Esasen yukarıda atıfta bulunduğumuz keffaretler Kur’ân-ı Kerim’de açıklanırken; «fe-men lem yecid: Kim bulamazsa» buyurularak bir gün gelip köle bulunamayacağına mûcizevî bir şekilde işaret edilmektedir. Zira bu ifade; “Her kim, köle âzâd etme imkânı bulamazsa…” anlamına gelebileceği gibi; “Her kim, köle bulamazsa…” anlamına da gelebilir.

Dolayısıyla klâsik fıkıh kaynaklarına ve tarihî tecrübelere göre dahî zulmen toplamış oldukları kadınları câriye diye pazara çıkaran bu Don Kişotlar, bu davranışlarıyla şerîatın bir hükmünü (!) uyguladıklarını zannederek avunmasınlar! Zira insanları başka şeylere kulluktan kurtarıp kendisine kulluğa çağıran Allah, kıyâmet gününde onlara; “İnsanları neden köleleştirmediniz?” diye sormayacaktır. Ancak o zaman onlara sorulacağı muhakkak olan bir soru vardır. O da insanların Allâh’ın dîninden soğutulması ve onun insanların gözünden düşürülmesidir!

Gelelim cizyeye… Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde geçen cizye; İslâm Devleti’nin, can güvenliklerini sağlaması mukabilinde gayr-ı müslim vatandaşlarından aldığı verginin adıdır. Nitekim sahâbe-i kiram, Bizans’a geri vermek durumunda kaldıkları Suriye’deki bir şehir halkından tahsil edilen cizyeyi iade etmişlerdir. Bu hâdise, sahâbe-i kirâmın da cizyeyi güvenliği sağlama mukabili alınan bir vergi olarak anladıklarını gösterir.

IŞİD gerçekten İslâmî hassâsiyete sahip olsaydı insanları kendisinden ve dolayısıyla İslâm’dan soğutan bu uygulamalara başvurmaz, aksine farklı din ve mezhep mensuplarına son derece müsamahayla yaklaşarak onların gönüllerini kazanır ve iyi bir örneklik sunarak süreç içerisinde İslâm’ı benimsemeleri için çalışırdı. Batı’nın korkularını körükleyerek üzerine şimşekleri çekmemek vb. pragmatik sebepler de böyle davranmasını gerektirirdi. Ne var ki, IŞİD ve benzeri örgütlerden böyle bir anlayış ve uygulama beklemek aşırı bir iyimserlik olur. Hâlbuki İslâm’da, IŞİD’in yanlış yorumlayıp yanlış uyguladığı yukarıda geçen hükümlerden çok daha önce ve çok daha temel bir husus vardır. O da konjonktürün dikkate alınmasıdır. Elbette bununla duruma göre değişkenlik gösteren bir anlayışı, ilke ve prensip yoksunluğunu kastetmiyoruz. Böyle bir din olmaz. Demek istediğimiz, herhangi bir hükmün uygulanacağı ortam ve şartların dikkate alınmasının İslâmî bir gereklilik olduğudur. Bunun içindir ki Mekke’de genellikle îtikad ve ahlâkla ilgili hükümler indirilmiş, içtimâî hükümler ve cihad ise hicretten sonra mü’min ve kâfirler birbirinden ayrışınca emredilmiştir. İslâm’ın bu yönünü çok iyi kavramış olan Hazret-i Ömer, müslümanlar güçlendikten sonra müellefe-i kulûba zekâttan pay vermemiş, kuraklığın hâkim olduğu zamanlarda hırsızın elini kesmemiştir. İlh… Çünkü hem dîni hem de yaşadığı çağın şartlarını iyi anlamış, böylece meseleleri nasslar ışığında çözerek hayatla Kitâb’ı buluşturmuştur.

Öyleyse yalnızca nassları bilmek yetmez. Yalnızca ahvâl-i âlemi, dünya şartlarını bilmek de yetmez. Yalnız ilki bilinirse IŞİD örneğinde görüldüğü üzere hiçbir mesele çözülmediği gibi birçok yeni mesele çıkarılır, üstelik masum din de buna aracı kılınır, böylece hem dîne hem de dünyaya zarar verilir. Yalnız ikincisi bilinirse o zaman da meselelere dînî bir çözüm üretilmiş olmaz. Doğru olan her ikisini de bilip meselelere pratik hayat içerisinde uygulamalı olarak çözümler üretmektir.