Nimetlerin Tefekkürü ve ŞÜKRETME MES’ÛLİYETİ

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

SORGU-SUAL VAR!

Âyet-i kerîmede buyurulur:

ثُمَّ لَتُسْـئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعٖ۪يمِ

“Sonra o gün (kıyâmet günü), nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz?” (et-Tekâsür, 8)

Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şu ibretli kıssaya yer verir:

Bu âyet-i kerîme nâzil olduğunda hiçbir şeyi olmayan muhtaç bir sahâbî ayağa kalkarak;

“‒(Yâ Rasûlâllah!) Benim üzerimde (hesabı verilecek) nimetlerden bir şey var mı?” diye sordu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise hulâsaten;

“–Gölge, iki nalin ve soğuk su.” cevabını verdi. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619)

Düşünmeli. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, nimetleri tefekkür husûsunda ölçüyü nasıl koymakta…

Allah Teâlâ, ağacı insanoğlu için yarattı. Onun altında gölgeleniyoruz. Bundan mes’ûlüz. Bu nimetin hesabını vereceğiz. Bu nimetin de şükrünü îfâ etmemiz lâzım.

Ayağımıza giydiğimiz bir çift ayakkabıdan mes’ûlüz.

Cenâb-ı Hak bol bol sular ikram etti. İçtiğimiz sudan da mes’ûlüz.

Bugün hâlimizi düşünelim:

Sadece iki nalin mi? Sayısız kıyafetlerimiz var.

Sadece bir ağaç gölgesi mi? Evlerimiz, binalarımız, huzurla yaşadığımız şehirlerimiz var.

Sadece su mu? Envâ-i çeşit meyveler, sebzeler, gıdalar emrimize âmâde.

YA ŞÜKRÜMÜZ?

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâb-ı kiram dâimâ bu nimetlerin hesabını tefekkür ve şükrünü edâya gayret şuuruyla yaşadılar. Aldıkları nefesin dahî şükrünü edâ edebilme gayretiyle hayat sürdüler. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- asr-ı saâdetin şartlarını anlamamızı sağlayan şu hâdiseyi anlatır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün, çıkılmayacak bir vakitte evinden dışarı çıkmıştı. Baktı ki, Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhüma- da oradalar. Onlara;

“–Bu saatte sizi evinizden dışarı çıkaran sebep nedir?” diye sordu.

Onlar;

“–Açlık, yâ Rasûlâllah! (Yani bir rızık bulabilmek için.)” dediler.

Bu tarihte, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Medine’de bir devlet başkanı. Hazret-i Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhüma- ise, O’nun birçok hususta danıştığı, bir bakıma vezirleri… Fakat evlerinde karınlarını doyuracak bir lokma yok. Çünkü ne gelirse âhiret hesabı endişesiyle infâk etme hâlinde yaşıyorlar. Bir muhtaç ile karşılaştıklarında, onun derdini çözme mes’ûliyetiyle, derhâl neleri varsa ellerinden çıkarıyorlar.

Peygamberimiz;

“–Gücü ve kudretiyle canımı elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, sizi evinizden çıkaran sebep beni de evimden çıkardı; haydi kalkınız.” buyurdu.

İkisi de kalkıp, Rasûl-i Ekrem’le birlikte ensardan birinin evine geldiler. O zât da evinde değildi. Fakat hanımı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görünce çok sevindi;

“–Hoş geldiniz! Buyurunuz.” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; beyinin nerede olduğunu sordu.

Kadın;

“–Bize tatlı su getirmek için gitti.” dedi. Tam o sırada evin sahibi olan Medineli sahâbî geldi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve iki arkadaşına baktıktan sonra;

“–Allâh’a hamdolsun, bugün, hiç kimse misafire ikram etme yönünden benden daha bahtiyar değildir!” dedi. Hemen gidip onlara içinde koruğu, olgunu ve yaşı bulunan bir hurma salkımı getirdi:

“–Buyurun, yiyiniz.” dedi ve eline bıçak aldı.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona;

“–Sağılan hayvanlara sakın dokunma!” buyurdu. Ev sahibi, onlar için bir koyun kesti. Onlar da koyunun etinden ve hurmadan yediler; tatlı sudan içtiler. Hepsi yemeğe doyup suya kanınca, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhüma-’ya hitâben şöyle buyurdu:

“–Gücü ve kudretiyle canımı elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, kıyâmet gününde bu nimetlerden sorguya çekileceksiniz. Sizi evinizden açlık çıkardı, sonra evinize dönmeden şu nimetlere kavuştunuz.” (Müslim, Eşribe 140)

O derecede açlık çektikten sonra gelen ve günümüz imkânlarına göre gayet mütevâzı olan bu sofra üzerine Efendimiz, sual ve şükrü hatırlatmaktadır. Dünya imkânlarından istifade etmek husûsunda onların taşıdığı derin endişeyi şu kıssa çok vâzıh bir şekilde anlatmaktadır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında bir genç müslüman olmuştu. Rasûlullah Efendimiz ona Tekâsür Sûresi’ni öğretti. Sonra da onu bir kadınla evlendirdi. Bu genç, nikâhlandığı kadının yanına girip de orada büyük bir çeyiz ve birçok nimet görünce;

“Ben bunlardan (bu kadar şatafatlı dünya nimetlerinden korkarım ve) istemem.” diyerek çıktı geldi.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sebebini sorunca;

“(Yâ Rasûlâllah!) Sen bana; «Sonra o gün nimetlerden muhakkak sorulacaksınız.» diye öğretmedin mi? Ben onların cevabını vermeye güç yetiremem. (Ne yapmamı uygun bulursunuz?)” diyerek Efendimiz’in tavsiyesini aldı.

Ashâb-ı kiramda nimetlerin idrak ve tefekkürü işte bu seviyede idi. Âhiret ve kıyâmete ait ilâhî azamet tecellîlerine, yani gayba yakînen îmân ediyor, o şiddetli ahvalden haşyet duyuyorlardı. O sert ve abus günde mes’ûliyetlerini artıracak nimetleri arzu etmiyorlardı.

Âyet-i kerîmelerin fâsılalarında yer alan şu îkazları, derin derin tefekkür ediyorlardı:

TEFEKKÜR ETMEZ MİSİNİZ?

اَفَلَا تَسْمَعُونَ İşitmez misiniz? Duymaz mısınız?

اَفَلَا تُبْصِرُونَ Görmez misiniz? İbret almaz mısınız?

اَفَلَا تَعْقِلُونَ Akletmez misiniz?

اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ Tefekkür etmez misiniz?

اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ Öğüt almaz mısınız?

اَفَلَا تَتَّقُونَ Hâlâ sakınmaz mısınız? Takvâya sarılmaz mısınız?

Cenâb-ı Hak bize âyet-i kerîmelerle nimetleri hatırlatmakta ve önce tefekküre sonra da bu vesileyle şükre davet etmekte. Bir misal olarak Nahl Sûresi’nde buyurulur:

“Gökten suyu indiren O -celle celâlühû-’dür. Ondan;

 Hem size içecek vardır,

 Hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler.

(Allah); su sayesinde sizin için;

 Ekinler,

 Zeytinler,

 Hurmalar,

 Üzümler ve

 Diğer meyvelerin hepsinden bitirir.

■ İşte bunlarda düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır.

O -celle celâlühû-; geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allâh’ın emri ile hareket ederler.

■ Şüphesiz ki bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır.

■ Yeryüzünde sizin için rengârenk yarattıklarında da öğüt alan bir toplum için gerçek bir ibret vardır.

 İçinden taze et (balık) yemeniz ve;

 Takacağınız (inci, mercan gibi) bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O’dur.

 Gemilerin denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsun.

■ (Bütün bunlar) O’nun lutfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.” (en-Nahl, 10-14)

Rabbimiz bizden tefekkür etmemizi arzu ediyor. Bizim için yarattığı bu âleme; boş, nâdan ve alık bir şekilde bakmamızı istemiyor. Dâimâ bakışımızın ibret, sükûtumuzun tefekkür, lisânımızın şükür ve ef‘âlimizin tâzim li-emrillâh, vicdânî duygularda derinleşerek şefkat alâ halkillâh çerçevesinde Hakk’a ibâdet, halka hizmet olmasını ferman ediyor.

Bu dünya, insan için yaratıldı. Ağaçlar bizim için, mahlûkat bizim için, hayvanlar bizim için yaratıldı. Güneş, ay ve sayısız yıldızlar bizim için. Bütün semâvat bizim için. Demek ki bunlar karşısında müteşekkir, medyûn ve rakîk bir kalp taşımak zarûrî…

Bize bir bardak su verene, bir çiçek uzatana teşekkür ederken; canımızı, îmânımızı, rızkımızı, her şeyimizi lutfeden Rabbimiz’e şükretmemek olur mu?

Bütün bu tefekkürler, idrâkimizi mânevî nimetlere ulaştırmalı. Daha büyük ve daha öte bir nimet var:

ALLAH İLE BERABERLİK

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4)

O -celle celâlühû- dâimâ kullarıyla beraber. Ya biz kiminleyiz? O’nun zikriyle miyiz? O’nu, lütuflarını, emirlerini, tâlimatlarını, bizden arzu ettiği vazife ve mes’ûliyetlerimizi hatırımızdan çıkarıyor muyuz? Yoksa O’nu, bütün hiçliğimize rağmen bizi unutmayan Cenâb-ı Hakk’ı unutuyor muyuz? O buyuruyor:

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرٖ۪يدِ

“Biz ona (insana) şahdamarından daha yakınız.” (Kāf, 16)

Rabbimiz bize ilmiyle ve kudretiyle yakın. Bizim kalbimizden geçeni dahî bilmesiyle ve varlığımızı, hayatımızı, kaderimizi kudret elinde tutmasıyla yakın.

Zaman ve mekân husûsiyeti yaratılanlara ait bir keyfiyettir. Cenâb-ı Hak; zamandan ve mekândan münezzeh olduğu için, sırf insanın değil, hayvanat, cemâdât, nebâtat ve bizim idrâkimizin dışındakiler de dâhil bütün mahlûkātının her an ve her mekânda en yakınındadır. Zira O’nun sonsuz kudretinin bir sınırı yoktur.

Cenâb-ı Hak kıyâmet günü buyuracak:

“Kulum Ben seninle beraberdim, sen kiminle beraberdin?

O’nun bir de muhabbetiyle yakın olması var. Kudsî hadîs-i şerifte buyurulduğu üzere yakın olması var:

“Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle durmadan yaklaşır. Nihayet Ben onu severim. Kulumu sevince de (âdetâ) Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olurum.” (Buhârî, Rikāk, 38)

Fakat bunun için kalb-i selîm şart. İbâdet ve tâat şart. Tertemiz bir muâmelât şart… Güzel ahlâk şart…

İç dünyamızı ne kadar temizleyebiliyoruz? İç dünyamızın; hayatımıza ve kaderimize, dünyamıza ve âhiretimize yansımasını anlatan şu kıssa ne kadar ibretlidir:

Tarihe meşhur adâletiyle geçmiş olan Nûşirevan, bir gün avda iken beraberindeki arkadaşlarından ayrıldı ve yolu bir nar bahçesine rastladı. Oradaki bir delikanlıya;

“–Bana bir nar verir misin?” dedi. Delikanlı da ikram etti.

Nar, bol sulu ve çok lezzetliydi. Hükümdar, âdetâ mest oldu. İçinden;

“–Böylesine lezzetli meyvesi olan bu bahçe mutlaka benim olmalı, ben ne yapıp edip burayı almalıyım.” diye düşündü.

Ardından bir nar daha istedi. Fakat bu defa aldığı nar kupkuru ve zehir gibi ekşi çıktı. Bunun sebebini sorunca o firâset sahibi delikanlı, tebessüm etti ve;

“–Sultanım, herhâlde gönlünüz haksızlığa meyletti. Güç ve kudretinizle bu bahçeyi benden almayı düşünmüş olmalısınız.” dedi.

Bunun üzerine Nûşirevan; bahçeyi cebren alma düşüncesinden vazgeçip içindeki kötü niyetten pişman oldu, tevbe etti. Sonra bir başka nar daha isteyince, birinciden çok daha sulu ve tatlı bir nar geldi.

Hayretler içinde kalan Sultan, nardaki bu lezzetin hikmetini sordu. Delikanlı bu sefer;

“–Herhâlde o menfî düşüncenizden tevbe ettiniz.” dedi.

Rivâyete göre Nûşirevan bu ve benzeri hâdiseler neticesinde intibâha geldi. İçindeki yanlış niyetleri bertarâf ederek zulüm ve haksızlıklardan bütünüyle sıyrıldı. Hakka-hukuka titizlikle riâyet etti. Böylece ismi adâletle bâkî kaldı.

Nûşirevan, haklarını fazlasıyla verip bütün halkıyla helâlleşti. Vefât ettiğinde ise tabutuyla memleketin her tarafında dolaştırıldı. Bu esnada bir münâdî şöyle sesleniyordu:

“–Kimin bizde hakkı varsa gelsin alsın!..”

Üzerinde bir dirhem bile hakkı olan hiç kimse bulunamadı. (Ramazanoğlu, Musâhabe, c. VI, s. 43-44)

Kıssadan hisse, duygular temizlenecek ki ilâhî ikramlar ziyadeleşsin. Tevbe edilecek ki, Allah, hayırlı duygular ihsân eylesin.

İnsan; maddî gözüyle gördüğü, tattığı, dokunduğu nimetleri hakkıyla idrâk edip, şükrüne gayret edecek ki, onun gönlünde çok daha büyük mânevî nimetlerin idrâki tecellî etsin. Böyle nice ilâhî ikramlarla perverdeyiz:

MÂNEVÎ NİMETLER

Kur’ân-ı Kerim nimeti, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ümmet olma nimeti. Îman nimeti… İslâm nimeti… Müslüman bir anne-babanın neslinden gelme nimeti…

Bütün bu mânevî nimetler karşısında, bizim de mânevî mes’ûliyetlerimiz var.

Dünya bugün mânevî bir yangın içinde… Küfrün, şirkin, zulmün, inkârın yangınları; gafletin pençesindeki insanları yakıp kavuruyor. Bu yangının ortasında biz bu iki dünyayı felâha kavuşturan nimetlere ermişsek, bizim bir mes’ûliyetimiz var.

Dünyanın hâlini düşünelim:

Beşerî sistemler gelip geçiyor, hiçbiri saâdet vermiyor.

Dün Komünist Rusya 30 milyon kellenin üzerine kuruldu. Zulüm, kan, sürgün, gasp, vesaire… Netice hüsran…

Yine dün Hitler, Nazi, nasyonalizm; ırkî asabiyet üzerine kuruldu. Ağır bir zulüm. Dünyayı kana bulayan gaddarlık… Netice hüsran…

Bugün ise liberal sistem hâkim:

“Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin!” diyor. Güçlü gücüne göre istediği gibi yaşıyor. Güçsüze acımıyor. “Ne hâli varsa görsün, talihine küssün.” diyor. Maddî-mânevî gaddarlık… Âhireti tanımayan bir dünya! Tam bir câhiliyye devri… Ve bu câhiliyye anlayışı, televizyon ve internetin imkânlarıyla, reklâmlarla, modalarla, propagandalarla bütün dünya sathına yayılıyor.

Demek ki dünya bir câhiliyye devri yaşıyor. Yani âhiret endişesinden uzak bir dünya istiyor. Bu câhiliyye karşısında bizim ağır bir mes’ûliyetimiz var.

Dünkü câhiliyye karşısında ashâb-ı kiram; Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, Kayravan’a gitti. Dünyanın her yerine İslâm’ın mütebessim çehresini ulaştırdı. Uzak demedi, zor demedi, tehlikeli demedi, imkânsız demedi. Ulaştı. Onlar ulaştığı için bugün biz ve atalarımız îman nimetine erdik. Allâh’a şükrümüz gibi, onlara da minnettârız.

Demek ki bizim de mes’ûliyetimiz:

Allâh’a şükrümüzü, nimetin cinsinden edâ etmek:

Her yere gidip ehl-i Kur’ân, ehl-i sünnet, ehl-i istikamet insanlar yetiştirmek… Allâh’ın yeryüzünde şahidi, yani dînin temsilcisi olacak insan yetiştirmek. Kıyâmet günü, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sîmâsını tebessüm ettirecek bir insan yetiştirmek. Efendimiz’in Vedâ Hutbesi’ndeki;

“Sakın, (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayınız!..” düsturuna riâyet eden bir gönül yetiştirmek…

Kendi evlâtlarımızı da o câhiliyye propagandasından korumak, halka halka; ailemize, çevremize, milletimize ve bütün insanlığa hak ve hakikatleri anlatmak, yaşayarak öğretmek…

Bugün işte böyle ağır bir mes’ûliyetin içerisindeyiz.

Bugün Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de, bilhassa Gazze’de korkunç bir zulüm var; katliâmlar, açlık ve sefâlet var.

Ecdâdımız gibi güçlü olup adâleti tahkim edecek, hakkı tutup kaldıracak vasıfta olmak da mes’ûliyetlerimiz arasında.

Şanlı mâzîmizde, İslâm’ın bize telkin ettiği «Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakış tarzı»nı ecdâdımız ne güzel îfâ etti. İspanya’da zulüm gören Yahudileri Barbaros Hayreddin Paşa İstanbul’a getirtti. İstanbul halkı; “Bunlar mazlumlardır.” deyip onlara yakınlık göstererek yardımda bulundu. Çünkü bütün mü’minler kardeşimizdir, diğer taraftan da bütün insanlar, insanlıktaki eşimizdir.

İşte İslâm’ın Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakış tarzı…

Bugün ise ağır zulüm gören din kardeşimizi müdafaadan âciz kalıyoruz. Lâkin Cenâb-ı Hak muhâcir ve ensârı misal vererek, bizim de ensar gibi olmamızı, onlara ihsân üzere tâbî olmamızı tavsiye buyurmaktadır. (Bkz. et-Tevbe, 100)

Fakat Lâle Devri rehâvetlerine dûçâr olunan zamanlardan beri, asırlardır bu hüviyetimizden de uzak kalmışız. Gücümüz yetmediği için bu hususta duâ etmekten başka bir şey yapamıyoruz.

Fakat başka imkânlarımız var…

O mâtem yurtlarından kaçan mültecîler ve muhâcirler var. Öksüz ve yetim kalmış çocuklar, dul kalmış kadınlar, evlâtlarını kaybetmiş perişan ihtiyarlar var. İftar saatinde sofrasına bomba yağan aileler var. Bütün bunların ızdıraplarına ortak olmak bizim mes’ûliyetimiz.

Bizim de Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’in endişesini yaşamamız zarûrî. Bu büyük halîfenin mes’ûliyet şuurunu, hanımı Fâtıma şöyle anlatmaktadır:

“Bir gün Ömer bin Abdülazîz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona;

“–Nedir bu hâlin?” diye sordum.

Şöyle cevap verdi:

“–Yâ Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilâç bulamayanlar, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar ve aile efrâdı kalabalık fakir aile reisleri beni üzüntüye gark ediyor.

Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum.

Yarın hesap gününde, Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim…” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 208)

Hanımı Fâtıma devamla der ki:

“Onun ibâdeti sizlerinki kadardı. Lâkin gece yatakta Allah korkusunu ve kıyâmet hesabını tefekkürden öyle bir hâle gelirdi ki, haşyetullah ile kalbi çarpmaya başlardı. Sanki suya düşmüş yahut avuç içine alınmış bir kuş gibi çırpınırdı. Ben de onun bu hâline dayanamayıp yorganı üstüne örterdim ve kendi kendime;

«Keşke idarecilik mes’ûliyeti bize tevdî edilmeseydi, keşke o vazifeyle aramızdaki uzaklık, güneşle dünya arasındaki mesafe kadar olsaydı.» derdim.”

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-, sadece mes’ûliyet hissetmekle kalmadı. Îcaplarını da yerine getirdi. Adâlet ve merhametiyle; hulefâ-i râşidîne ilâve edilerek; «Beşinci Halîfe» nâmıyla yâd edildi.

Bugün de;

Aç kardeşlerimizi doyurmak, muhtaç kardeşlerimizin ihtiyaçlarını gidermek bizim vazifemiz. Maddî sıkıntılar, maddî ikramlarla giderilir. Rabbimiz’in bize rızık olarak verdiklerinden koparıp vermedikçe, ihtiyaç fazlasını infâk etmedikçe, bu mes’ûliyetten kurtulamayız. Zira Rabbimiz buyurur:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça «hayrın kemâli»ne eremezsiniz. (Hakikî iyilerden olamazsınız.)…” (Âl-i İmrân, 92)

Günümüzde gerçek iyiliğe ulaşabilmek için giderilmesi gereken bir de mânevî açlık var:

Bugün mânevî sefâlet, maddî sefâletten öteye geçmiştir. Mânevî sefâlet; sahte bir saâdet maskesi altında, sahtekâr bir makyaj içinde gösterildiği için, onun felâketi tam mânâsıyla anlaşılmamakta. Karnı tok, her türlü maddiyat içinde yüzen, fakat; rûhen aç, mânen muhtaç nesiller var. Îmandan habersiz, iffet mahrumu, hakikî saâdetten habersiz, abus, alık nesiller var. Sun‘î kahkahaların bastıramadığı sessiz feryatlar var.

Bizim için en mühim vazife; maddî açlık ve sefâlet ile beraber, mânevî sefâleti de ortadan kaldırma gayreti içinde olmamızdır.

Büyük Hak dostu Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“(Maddî-mânevî) fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek ve çare bulmak sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin, senin de kalbin yumuşayıp rûhun incelsin.”

Cenâb-ı Hak cümlemizi; verdiği nimetleri idrâk eden, onların şükrü için gayret eden ve âhiret gününde, o her nimetten hesap sorulacak günde, hesabını yüz akıyla verebilen, ilâhî af ve mağfirete vâsıl olabilen kullarından eylesin.

Ümmet-i Muhammed’in ve bütün insanlığın maddî-mânevî sefâletlerine Rabbimiz hâl çareleri lutfeylesin. Bizleri de dîn-i mübîn-i İslâm’a ve muhtaç müslümanlara aşk ve şevk ile hizmette memur eylesin.

Âmîn!..