BİZİM MES’ÛLİYETİMİZ

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İnsan demek, mes’ûliyetler demek.

Fakat;

İnsanoğlu bu hususta iki grup.

Bir tarafta hâkim şuur:

–Sorumluluklar bize ait.

–Biz koşmazsak, kimse koşmaz!

–Bu bize düşer!

–Elbette, hemen!

–Yaşananlardan biz mes’ûlüz.

–Neslin Kur’ân ile eğitiminden bilhassa mes’ûlüz.

–Dünyanın gidişâtı da âhirette bize sorulacak.

–Lebbeyk Allâh’ım!

–Her emrine kurbânım yâ Rasûlâllah!

Diğer tarafta ise şuursuzluk hâkim:

–Bize ne!

–Biz değil, onlar sorumlu!

–Niye biz koşacakmışız ki?

–Bu yük bize düşmez!

–Asla, hayır!

–Canımızı ve malımızı yolda bulmadık biz!

–Kendi başının çaresine herkes kendi baksın!

–Benim hayat felsefem başka!

–Zulüm mulüm geç! Yok öyle bir şey. Herkes kendini ve hakkını koruyor!

İşte;

Bir taraf âdil, diğer taraf zâlim.

Bir taraf gerçek ilim sahibi, diğer taraf bilgili de olsa sapkın bir câhil.

Yani;

İnsanoğlu, mes’ûliyet bahsinde hem istekli olmuş, hem kaçkın.

Bu yüzden;

Hem müstesnâ bir varlık, hem de berbat bir rezil.

Hem ilim ve adâlet kantarında Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzündeki halîfesi ve bir cennet tûbâsı. Hem de cehâlet ve zulüm kıskacında dünyayı fesâda boğan bir ahmak, lânetli bir şeytanın yâveri ve bir cehennem kütüğü.

Bu iki uç noktanın sebebi de aynı:

İlâhî emânet karşısında mes’ûliyet meselesi.

Sorumluluk kanadındakiler:

Bir ömür ilâhî vazifeler ekseninde müstakîm yaşıyorlar.

Onlar;

Kanayan yaralara merhem.

Adâletin terazisi.

Merhamet güneşi.

Şefkatin mütebessim çehresi.

Huzur dolu bir gönül dergâhı.

Çünkü onlar;

Muhabbet ve mârifet erbabı.

İhlâs ve takvâ sahipleri.

Dünya ve âhiret ölçeğinde dosdoğru olanlar.

Sır ve hikmet ile yoğrulmuş iradeler.

Cömertler.

Zarif ve rakikler.

Ahlâk ve hizmette nümûneler.

Edep ve irfanda zirvedeler.

Çünkü onlar;

Ebedî kurtuluşa kanat açmış, yücelere uçan şerefli kullar.

Sorumsuzluk tarafındakiler:

Daima şeytanî vazifeler ekseninde sapkın yaşıyorlar.

Onlar;

Her an yeni yaralar açan mikroplar.

Zulüm girdapları.

Gaddarlık karanlığı.

Acımasızlığın abus ve bet sîmâsı.

Kasvet dolu bir felâket dehlizi.

Çünkü onlar;

Muhabbet ve mârifetten nasipsizler.

İhlâs ve takvâya uzak düşenler.

Dünya ve âhiret ölçeği bozuk olanlar.

Sır ve hikmetlere nâdan akılsızlar.

Cimriler.

Münafıklar.

Kaba ve zorbalar.

Kötülük ve fesâdın sinsi örnekleri.

Çünkü onlar;

Sonsuz hüsrana ayakları batmış, mahvolmuş kimseler!

Demek ki insanoğlu;

Yeryüzünde Allâh’ın halîfesi olarak sorumluluklarını omuzladıkça, mükemmel bir şahsiyet. Onlardan kaçtıkça da en sefil bir kimlik.

Çünkü dünya ve âhiretin gerçek imarı:

Mes’ûliyetlere bağlı.

Bu yüzden;

Nerede bir güzellik ve bereket, huzur ve barış varsa, orada sorumlulukların en verimli şekilde yerine getirilmesi var. Nerede de bir çirkinlik ve çoraklık, zulüm ve zorbalık varsa; orada da mes’ûliyetlerden kaçış ve onları ihmal var.

O hâlde;

Cehâlet ve zulmü doğuran asıl sebep, sorumsuzluklar çıkmazı.

İlim ve adâleti tesis eden hakikat ise, sorumluluklar gerçeği.

Çünkü emânet, Allâh’ın.

Büyük ve ağır.

Mes’ûliyetler bu sebeple şart.

Cenâb-ı Hak buyurur:

اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا

“Biz,

•EMÂNETİ;

–Dağlara,

–Yere,

–Göklere, teklif ettik.

Onlar bunu;

◆Yüklenmekten çekindiler,

◆(Mes’ûliyetinden) korktular.

Onu;

◆İNSAN YÜKLENDİ.

Çünkü o;

-Çok zâlim,

-Çok câhil…” (el-Ahzâb, 72)

İlâhî hüküm bu:

İnsan, ilâhî emânete riâyet durumuna göre:

–Ya çok zâlim ve çok câhil.

–Ya da çok âdil ve çok âlim.

Apayrı iki kategori.

Emâneti, Cenâb-ı Hakk’ın insana vermesindeki sebep de; zaten bu iki kategoriyi ve onların karşılıklarını gerçekleştirmekten ibaret. Âyet açık:

لِيُعَذِّبَ اللّٰهُ الْمُنَافِقٖ۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِكٖ۪ينَ وَالْمُشْرِكَاتِ وَيَتُوبَ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِنٖ۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُورًا رَحٖ۪يمًا

“(Emâneti insana vermesi), Allâh’ın;

–Münafık erkeklere ve münafık kadınlara,

–Müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara AZAP ETMESİ,

Bir de;

–Mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların TEVBELERİNİ KABUL ETMESİ içindir…

Allah ki;

◆Çok bağışlayan,

◆Çok merhamet eden…” (el-Ahzâb, 73)

Bu mevzuda işte ilâhî reçete:

“Ey mü’minler!

◆Korku ve muhabbet içinde Allâh’a karşı takvâlı olun!

◆Doğru söz söyleyin! (Konuştuğunuz doğrudan ibaret olsun!)

(O zaman);

Allah, sizin amellerinizi ıslah eder, (işlerinizi düzeltir),

Günahlarınızı da bağışlar.

(Bu meselede) her kim;

–Allâh’a ve

–O’nun Rasûlü’ne itaat ederse,

Mutlaka büyük bir kurtuluşa ermiş olur…” (el-Ahzâb, 70-71)

Emânetler bahsinde Kur’ân’a karşı mes’ûliyet, özellikle beyan buyurulmuştur:

“(Ey Rasûlüm!) Hiç şüphe yok ki;

◆Bu Kur’ân,

–Sana ve

–Ümmetine

◆Bir öğüttür!

Ondan sorumlu tutulacaksınız!” (ez-Zuhruf, 44)

Hazret-i Peygamber de, Vedâ Hutbesi’nde bilhassa vurgulamıştır:

Ey mü’minler! Sizlere emânet-i Peygamber,
İki şey bıraktım ki, iki dünyâda rehber.
Onlara sarıldıkça sapmazsınız bir milim,
Biri Hazret-i Kur’ân, diğeri de sünnetim!
(Nazmen terc. Seyrî)

Kaçış yok.

Emânetler ve mes’ûliyetler bize.

İslâm emânet, biz mes’ûlüz. Müslümanlar emânet, biz mes’ûlüz. Mallar ve canlar emânet, biz mes’ûlüz. Dertler ve çareler emânet, biz mes’ûlüz.

Hissetse de hissetmese de her insan mes’ul.

Hayatlar, baştan sona bu mes’ûliyetin imtihanı.

Bugün;

Bütün İslâm coğrafyası, zulüm girdaplarında bu imtihanın en zirvesini yaşıyor. Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, şu günlerde özellikle Gazze’de müslümanlar ne ağır zulümler altında:

Çekinmeden yakıyor müslümânı zâlimler,
Yahûdilerle münâfıkların fesâdı beter!

Bebekler anneler evler, harâbe aynı küme,
Bu zulmü perde filim zannedip gülüp geçme!
Figānı duy, yüce Peygamber’in gözüyle üzül,
Yanık duâlar içinden rızâ-yı Hakk’a süzül!
Koşup da yardıma, kardeşliğin nasıl, göster,
Kulum desin Yaratan, ümmetim desin Server!

Hâsılı;

Sorumluluk içindekiler de sorumsuzluk içindekiler de ayrı ayrı imtihanda bugün.

Çünkü ilâhî takdir ve hüküm, imtihanlar ekseninde işlemekte:

اَحَسِبَ النَّاسُ اَنْ يُتْرَكُوا اَنْ يَقُولُوا اٰمَنَّا
وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ

“İnsanlar;

–Sadece; «Îmân ettik» demekle,

–Bırakılacaklar ve

–İMTİHAN edilmeyecekler mi sandılar?

وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذ۪ٖينَ مِنْ قَبْلِهِمْ
فَلَيَعْلَمَنَّ اللّٰهُ الَّذٖ۪ينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبٖ۪ينَ

Yemin olsun ki Biz;

–Onlardan öncekileri de,

–İmtihandan geçirdik.

Elbette Allah;

Sadâkat ve doğruluk gösterenleri (bu şekilde) ortaya koyuyor,

Yalancıları da (bu şekilde) mutlaka ortaya çıkarıyor.

اَمْ حَسِبَ الَّذٖ۪ينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ اَنْ يَسْبِقُونَا
سَاءَ مَا يَحْكُمُونَ

(Buna rağmen) yoksa;

–Kötü işler yapanlar,

–Bizden kaçabileceklerini mi sandılar?

(Heyhat);

◆Verdikleri (o hayalî) hükümler,

◆Ne kadar kötü! (Çok kötü bir aldanış!)” (el-Ankebût, 2-4)

Netice;

Herkes mutlaka imtihandan geçecek, kötü işler yapanlar da ilâhî azaptan asla kaçamayacak.

Mesele;

«Ne kötü bir aldanış!» değil; «Ne güzel bir kurtuluş!» müjdesine nâil olabilmek.

Bunun için;

Bilhassa dînimiz ve vatanımız, mukaddesat ve medeniyetimiz, ailemiz ve toplumumuz, ahlâkımız ve neslimiz, özellikle de mazlum İslâm coğrafyamız ve din kardeşlerimiz etrafında yaşanan savaşlar, mücadeleler, zulümler ve vahşetler karşısında; imkânlarımıza göre elimizle, dilimizle, en azından kalbimiz ile yapılması gerekenler;

Bizim mes’ûliyetimiz…

Öksüz yüreklere yetim mâbedlere sahip çıkmak,

Bizim mes’ûliyetimiz…

Feryatları işitmek, yaraları sarmak,

Bizim mes’ûliyetimiz…

Bugünleri ve yarınları adâlet, merhamet ve şefkat ile inşa etmek,

Bizim mes’ûliyetimiz…

Ancak;

Bu mes’ûliyetlerimiz; fırsatçı ve uç fikirlere kapılmak, hele sûret-i haktan görünen fitnelere ve fesatlara âlet olmak tarzında değil, her bakımdan Allâh’ı ve Rasûlü’nü râzı edici bir îman ve irfan vazifesi sergileyebilmek şeklinde edâ edilmelidir.

Bu çerçevede;

Dün ne oldu, aç oku, bir bak neler yaşandı,
Korkunç Recîler, Bi’r-i Maûneler yaşandı.
O günler, Hak Nebî’nin duaydı öz üslûbu,
Tavrı da şuydu: Bizim mes’ûliyetimiz bu!
Ümmetiyiz ey Seyrî, olma ümmete nâdan,
Âhirette hesap var, sorumluyuz dünyâdan!

Ne mutlu hakkıyla ve;

Yüz akıyla mes’ûliyetini idrak ve edâ edebilenlere!