AKŞEMSEDDİN HAZRETLERİ -1-

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

“Elem çekme beyim, günün birinde sen de İstanbul’u fethedeceksin!”
AKŞEMSEDDİN HAZRETLERİ -1-

Bu ay sizlere; bazı paşaların, devletin haçlı tehdidiyle karşı karşıya olduğu, bu durumda her şartı kabule hazır olan Bizans İmparatoru’yla anlaşarak kuşatmanın kaldırılması lâzım geldiğini söylemeleri ve bu fikirlerin asker üzerinde olumsuz tesirler icra etmesi üzerine Sultan II. Mehmed’e;

“Şimdi yumuşaklık ve merhamet gerekmez. Fethe muhalif olanlar tespit edilmeli, bunlar görevden azil dâhil, gereken en şiddetli ceza ile cezalandırılmalı. Eğer böyle yapılmazsa, kaleye yeni bir hücuma girişildiğinde gevşeklik ortaya çıkar!” tarzında mektup yazarak, padişahı ikaz eden ve fethin kaderini doğrudan etkileyen bir «Gönül Sultanı»nı, Şemseddin Mehmed’i ya da halk arasındaki lakabıyla Akşemseddin Hazretleri’ni tanıtmaya çalışacağım.

SOYU HAZRET-İ EBÛBEKİR’E UZANIYOR

Asıl adı Şemseddin Mehmed olup, halk içinde Akşeyh diye tanınan Akşemseddin Hazretleri; 1390 yılında Şâm-ı Şerif’te dünyaya gelmiş, çocukluğu Osmanlı’nın «Fetret» olarak tanımlanan devrinde geçmişti. Babası Şeyh Hamza, 13. asır meşâyıhının meşhurlarından Şahâbeddin Sühreverdî’nin torunlarındandı. Baba tarafından soyu Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’a kadar dayanır. Yedi yaşında iken babasıyla birlikte Amasya’nın Kavak ilçesine yerleşen Şemseddin Mehmed; Amasya ve Osmancık medreselerindeki âlimlerden ciddî bir tahsil görmüş, Kur’ân’ı ezberlemiş, ayrıca İlhanlılardan kalma Amasya Dârüşşifâsı’nda tıp öğrenimi yapmıştı. Üstün zekâ ve kabiliyetiyle hem dînî, hem pozitif ilimlerde yüksek bir seviyeye ulaşmış, Osmancık medresesinde müderris olarak hayata atılmıştı. Fakat genç yaşta ulaştığı ilmî seviye ve müderrislik unvanıyla tatmin olmamış, tasavvuf lezzetini aklından çıkaramamıştı… Yirmi beş yaşlarında iken mürşid aramak ve bulmak için İran ve Mâverâünnehir’i dolaşmış, fakat gönlünü dolduracak birini bulamayınca tekrar Osmancık’a dönmüştü. Dostları kendisine Ankara’da bulunan Hacı Bayram Velî’yi tavsiye etmişlerdi…

LÂYIK OLDUĞUN YER BURASI!

Dostlarından bu işareti alan Şemseddin; Ankara’ya gelmiş, Velîler Sultanı Hacı Bayram Velî ile görüşmüş, ancak gördüğü manzara hoşuna gitmemişti. Şeyhin; çarşı-pazar dolaşmak gibi basit, sıradan işlerle uğraşmasını kendisine yakıştıramamıştı. Hele müridleriyle birlikte tef ve zurna eşliğinde para toplamasını hiç kabul edememişti. Hâlbuki Hacı Bayram’ın şehri dolaşmaktan amacı; yoksulların gıda ihtiyacını temin etmek, öksüz ve yetimleri sevindirmek, borçluların borçlarını ödemekti. Onun bu hâlini doğru değerlendiremeyerek Halep’te bulunan Zeynüddin Hafî Hazretleri’ne yöneldi. Fakat huzûruna giderken yolda bir rüya gördü. Rüyasında; boynuna bir zincir geçirildiğini, onun ucunun Hacı Bayram’ın elinde olduğunu fark etti. Böylece yolunun Hacı Bayram’ın yolu olduğunu anlamıştı. Hemen geriye dönerek, yeniden Hacı Bayram’ın dergâhına gitti. O sırada şeyh bir tarlada, zevk ve şevk cümbüşü içinde müridleriyle beraber ilâhîler okuyarak ekin biçiyordu. Onun geldiğini görmüş, ama iltifat etmeyip işine devam etmişti. Şemseddin de eline bir orak alıp onlarla birlikte biçme işine katıldı. Yemek zamanı gelince herkese yemek dağıtılmış, hattâ köpeklerin kabına bile yiyecek konulmuş, ama Şemseddin çağırılmamıştı. Suçunun farkında olarak, kendi kendine;

“Ey Nefsim, Sen Allâh’ın velî bir kulunu beğenmezsen, işte böyle yüzüne bile bakmazlar. Senin lâyık olduğun yer burası!” diyerek, köpeklerin yanına yaklaştı, onlarla birlikte yemeğe başladı…

EY KÖSE, BU KADAR YETER!

Hacı Bayram Hazretleri, onun bu tevâzuuna dayanamadı;

“Ey Köse, gönlümüze çabuk girdin, yanımıza gel!” diyerek iltifat etti, kendi sofrasına oturttu; sonra da;

“Zincirle, zorla gelen misafiri, elbette böyle ağırlarlar!” diyerek, onun gördüğü rüyayı kerâmet göstererek anladığını belirtti.

Şemseddin; bundan sonra hocasının yanından hiç ayrılmadı, sohbetlerini kaçırmayarak, kalplere şifâ olan öğütlerini zevkle dinlemeye başladı. Nefis terbiyesinde herkesten ileriye gitti. Halvetini başarıyla tamamladıktan sonra, şeyhinden yeniden halvete girme ricasında bulundu, bu kırk günlük halvetler uzun bir süre devam etti… Halvetlerde, yiyeceğini yavaş yavaş azalttı, sonunda yedi günde bir kaşık sirke içer hâle geldi. Hacı Bayram Velî Hazretleri, bu seviyeye yükselen müridine;

“Ey Köse, bu kadar yeter, yoksa sonunda nur olarak kaybolup gideceksin. Ölünce seni kabrinde bile bulamayacaklar!” diyerek, halvetini sonlandırdı. Böylece Şemseddin, kısa zamanda tasavvufun bütün özelliklerini öğrenerek şeyhinden icâzet aldı, onun en gözde mürîdi oldu. Ona «Ak» lakabının verilmesi; «fazla riyâzattan, ten ve yüzünün ak pak çıkması sebebi iledir.» denir. Beyaz elbise giyerdi… Az yemek, az konuşmak, az uyumak sonraları rivâyet ettiği riyâzâtının esaslarındandı.

TEVECCÜHTEN ÇEKİNİRDİ!

Akşemseddin; hilâfet aldıktan sonra göze batmamak, gösteriş belâsından korunmak için, şeyhinin izniyle Ankara’dan ayrılarak Beypazarı’na yerleşmiş, burada bir değirmenle bir mescid inşa ettirmişti. Lâkin genç şeyhin ünü çabucak yayıldı, çevresinde büyük cemaatler toplanmaya başladı. Halkın teveccühünden, şöhret âfetinden korunmak için bu defa Çorum’a bağlı İskilip kazası Kösedağ yöresinin Evlek Köyü’ne yerleşti, irşad hizmetlerine orada devam etti. Bir süre sonra aşırı ilgi üzerine oradan da ayrılan Akşeyh; Göynük’e geçmiş, orada da yine bir mescidle bir değirmen yaptırmıştı. Göynük’te dervişlerinin tâlim ve terbiyesiyle meşgul olan Akşeyh; bir ara hacca gitmiş, şeyhi Hacı Bayram Velî’nin vefatından sonra (1430) da onun yerine irşad makamına geçmişti.

O GÜN ADÂLETLE MUAMELE ET!

Şehzade Mehmed; on bir yaşında iken Manisa’ya sancak beyi olarak gönderilince, Akşeyh de hoca tayin edilerek onunla gitmişti. Baş başa verip fetih üzerine derin hayallere dalıyor, fetihle ilgili plân ve projeler çiziyorlardı. Şehzade, bir gece Akşeyh’in önünde ders okuyordu. Ansızın içeriye giren bir haberci; Haçlı ordusunun İslâm yurdu olan Akka, Sayda ve Beyrut kalelerini zaptettiği haberini getirmişti. Küçük şehzade; Mısır Memlûkları’na ait yerler olmasına rağmen, bu müslüman şehirlerinin düşmesine çok üzülmüş, gecenin sessizliğinde uzun uzun ağlamıştı. Hocası Akşemseddin, talebesini nasıl teselli edeceğini iyi biliyordu. Ona şöyle demişti:

“Elem çekme beyim; günün birinde sen de İstanbul’u fethedeceksin, ama o zafer gününde bütün gazilere adâletle muamele et!”

Sonra da kalkıp başındaki sarığı çıkarmış, çocuk şehzadenin başına koymuştu. Ona ısrarla fethi müjdeliyor, fetihle ilgili âyet ve hadisleri okuyordu…

FETİH ONLARA MÜYESSER OLACAK!

İstanbul’un fethi hâdisesinin başlangıcını, Hacı Bayram Velî’nin Sultan II. Murad döneminde Edirne’yi ziyaretiyle başlatmak gerekir. Rivâyete göre, Sultan II. Murad, Hacı Bayram Velî Hazretleri’ne;

“–Yâ şeyh; İstanbul bize lâzım, gönül et de şu şehri alalım!” demişti. Şeyh de;

“–Beyim; bu şehri sen almayacaksın, onu ben de görmeyeceğim. Onu şu beşikteki şehzade ile bizim köse alacak, fetih onlara müyesser olacak.” diyerek Akşemseddîn’i işaret etmişti. Sultan, sonraki yıllarda şehzadesine;

“–Mehmed, sen İstanbul’u Akşemseddin’le birlikte alacaksın!” telkinlerinde bulunmuştu.

Akşeyh; Hacı Bayram’dan tavsiyeli talebesini, padişah olduktan sonra da yalnız bırakmamış (1451), kimi zaman Edirne’ye gitmiş, kimi zaman da mektuplar yazarak onunla olan beraberliğini sürdürmüştü.

İstanbul’un fethinden önce iki defa Edirne’ye gittiğini; birinde Çandarlı oğlu Süleyman Paşa’yı, diğerinde genç padişahın kızını tedavi ettiğini Enîsî’nin Menâkıbnâme’sinden öğrenmekteyiz. (Devam edecek.)