MESELENİN ÖZÜ İŞİN BAŞINDA

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com


Genellikle hâdiselere günü birlik ve fevrî bakıyoruz. Kadın ve çocuk cinayetleri meydana geliyor; hemen cezaların artırılmasını, idam cezasının geri getirilmesini talep ediyoruz. Deprem oluyor; derhâl bina yapım ruhsatıyla ilgili eksiklikler, inşaatların teftişiyle ilgili mevzuat, teftişlerin yetersizliği, malzemeden çalan müteahhitlerin cezalarının artırılması gündeme geliyor. İş kazaları oluyor; madencilerimiz göçük altında kalıyor. İlk ortaya atılan; iş güvenliğiyle ilgili kurallar, teftişlerin seyrekliği, sû-i istimal yapan iş adamlarının cezalarının azlığı oluyor. Velhâsıl her problemin, müeyyideyle çözüleceği yönünde bir kanaate sahibiz. Sanki cezalar artırılınca, bu acı hâdiseler önlenmiş olacak. Sanki mesele, yalnızca cezalandırmaktan ibaret. Elbette caydırıcılığı yoksa veya yetersizse, cezaları artırma yoluna gidilmelidir. Ancak en ağır cezayı da getirseniz bu, acı hâdiseleri önlemeye yetecek midir? Cezalandırma safhasına gelmeden önce yapılması gerekenler yapılmış mıdır? Hiç kimse bunu sormuyor.
Cezalandırmayı merkeze alan bu yaklaşım tarzı, bazı İslâm ülkelerinde zuhur eden güyâ İslâmcı örgütlerin İslâm anlayışlarına benziyor. Gazete ve televizyonlara yansıdığı kadarıyla şerîati getirme iddiasındaki bu örgütlerin şerîatten anladıkları; hırsızın elinin kesilmesi, zânînin kırbaçlanması gibi had cezalarını uygulamaktan ibaret. İslâm’ı gayr-i müslimlerin ve hattâ müslümanların gözünde çirkin göstermenin bundan daha iyi bir yolu bulunamaz doğrusu. Böylece hem İslâm’ı el kesmek ve kırbaç vurmaktan ibaret göstererek İslâm’a hakaret ediliyor, hem de «İslâmofobia»nın ekmeğine yağ sürülüyor. Elbette hırsızın elinin kesilmesi ve zânînin kırbaçlanması Kur’ân’ın emridir. Ancak İslâm’ın amacı asla bunlar değildir. Dolayısıyla -sözüm ona- İslâmcı örgütlerin verdiği intıbâın aksine kırbaçlamak için zânî falan aramaz. Aksine insanların hususî hayatlarının araştırılmasını, onlar hakkında delilsiz ileri-geri konuşulmasını ve sû-i zanda bulunulmasını sadece yasaklamakla kalmaz, aynı zamanda bunları şiddetli bir şekilde cezalandırır. İslâm’da ispatlanması en zor suç zinâdır. İspatlanabilmesi için dürüstlüğüyle tanınan, aklî muhâkemesi ve görme kabiliyeti yerinde, dört yetişkin şahidin; fiili -fıkıh kitaplarındaki benzetmeyle- sürme çöpünün sürmedanlığa veya divitin hokkaya girmesi gibi hiç şüphesiz olarak görmeleri ve verdikleri ifadelerin arasında da bir çelişkiye düşmemeleri gerekir. Şahitler, gördükleri hâdiseyi dînen mahkemeye intikal ettirmekle mükellef de değildirler. Hattâ müslüman kardeşinin kusurunu örten kişinin kusurunun Allah tarafından örtüleceğine yönelik hadisler aksine bir teşvik bile içerir. Tabiatıyla bu çıkarım; «saman altından su yürütme»ye yönelik bir kapı aralama olarak anlaşılmamalıdır. Demek istediğimiz; İslâm’ın amacının ceza vermek olmadığı, bu çirkin davranışın toplumda alenî bir şekilde işlenerek sıradanlaşmasını önlemek olduğudur. Öyle ki, cezanın tevbeyle düşeceğini savunan fakihler bile vardır.
İslâm’ın amacı; yaşama ve mülkiyet haklarını, düşünce ve ifade, din ve vicdan, evlenme ve çoğalma hürriyetlerini gerçekleştirmek üzere; can, mal, akıl, din ve namustan oluşan beş değerin korunmasıdır. Makāsıdu’ş-şerîa (şerîatın amaçları) denilen âlemşümûl ölçüdeki bu değerlerin korunması için, elbette cezaya da başvurulur. Ancak ceza bir tedbir olup en son safhada yer alır. Yoksa şerîat; elini kesecek hırsızlar, kırbaçlayacak zânîler aramaz. Öncelikli hedefi, sosyal adâletin gerçekleştirilmesidir. Bunun için herkesin iş ve aş sahibi olacağı, evlenip çoluk-çocuk sahibi olacağı sosyal ve ekonomik imkânların oluşması sağlanır. Sosyal yardımlaşma ve dayanışma rûhu geliştirilir, evlenmek kolaylaştırılır, evlenemeyenlere destek olunur, bu yönde vakıflar kurulur, gençleri gayr-i meşrû ilişkilere yönelten yayınlara set çekilir. Tabiî bütün bunlardan önce, fertlere tâ aileden başlayarak Allah korkusu aşılanır, başkalarının haklarına saygılı olma şuuru kazandırılır, bir gün mahkeme-i kübrâya çıkılacağı ve her şeyin hesabının verileceği özümsetilir.
Böyle bir cemiyette bu şekilde yetişen bir fert, başkalarının hakkına el uzatır mı? Müteahhitse malzemeden çalar mı? İş adamıysa sigortasız işçi çalıştırır, emekçinin hakkını gaspeder mi? İdareciyse rüşvet alır, ehliyetsiz kişileri kayırarak hak edenleri engeller mi? Hele hele koca, karısına el kaldırır mı? Çocuk istismârına ve cinayetine rastlanır mı? En baştan alınan bütün bu tedbirlere rağmen hâlâ bunlara cüret eden olursa o da cezalandırılmayı hak etmiş bir cânî ve taşkındır artık.
Görüldüğü gibi her şey dönüp dolaşıp ahlâka geliyor. Bizim ise -geçen iki sayıda da belirttiğimiz gibi- üzerinde en az durduğumuz, hatta hiç üstüne basmadığımız, çoğu zaman adını bile geçiştirdiğimiz husus da ahlâktır. Hakikaten okullardaki müfredâta bakarsak, en az yer verilen derslerden biri ahlâktır. «Nasıl olur, birçok seçmeli din dersi geldi?» demeyin! Ahlâkî bir muhtevâda verilmedikçe o derslerin bu hususta bir faydası olmaz. Geçen sayıda da belirttik, adı olmayan bir şeyin kendi de olmuyor. Kaldı ki, ahlâk eğitimi ömür boyu devam eden bir derinliğe sahipse de, mektep çağına kadar geciktirilemeyecek denli mühimdir. Nitekim bugün ülkemizin gündemini meşgul eden hâdiselerin neredeyse tamamı, bir ahlâk meselesidir. Bunları çözmek için cezaları artırmaya artıralım, ancak ondan önce yapılması gerekenlere de daha fazla gecikmeden bir zahmet bir el atalım.