Artısı Eksisiyle PSİKOLOJİ ve HUZUR
YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com
Mevcut psikoloji ilminin en büyük problemi; insanlara norm koyup, eğitim ve terbiye verme iddiasıyla ortaya çıkarak kendi içinde tenâkuza düşmesidir. Modern psikoloji ilmi, insana terbiye veremez; çünkü üstüne kurulu olduğu ideolojik teori, insanı tabiatın içinde türemiş bir canlı derekesinde görmektedir. Bu durumda maymuna nasıl ki bir ahlâkî kural, bir davranış ölçüsü koyamazsak; insana da koymamamız gerekir. Hattâ Freud ve takipçileri; ekseriyetle ibtidâî dürtüleri engellemeyi ve bastırmayı, hastalıkların kaynağı olarak sunmaya çalışmışlardır. Hâlen aynı anlayışla; çocuklara tuvalet terbiyesi verirken çok müsamahalı olunması gerektiği, yoksa çocuğun ileride takıntılı olacağı yönünde yanlış telkinler yapılır.
Bununla beraber, inançsız bir eğitim neticesinde kendi yaratılışına yabancılaşan, sanayileşme sonrası şehir hayatının içinde değersizleşen insan; yaşadığı buhranları aşmak için tutunacak bir dal arayınca, psikologlara bir nevî âhirzaman mürşidleri muamelesi yapılmaya başlanmıştır. Bu ihtiyacın sürüklemesiyle beraber psikologlar; kendilerinden medet uman müridlerinin dertlerine çare olmak üzere öğütler kaleme almaya ve kendi paylarına düşen hastaları iyileştirmeye çare olarak birtakım terapiler geliştirmeye yönelmişlerdir.
Psikoterapi yöntemlerinin tarihine baktığımız zaman, bunların her biri bir öncekine tepki olarak ortaya çıkmış ve insana bakışı birbirine taban tabana zıt olan teorilere dayandığını görürüz. Meselâ; hipnoz, telkin, psikanaliz, serbest çağrışım gibi yöntemlerle hastalarını inceleyen ve iyileştirmeye çalışanların psikoloji teorisi; bütün rahatsızlıkların çocukluk döneminde yaşanıp içe atılan, rahatsızlık veren hâtıralardan kaynaklandığını ileri sürer. Bu yöntemle kişinin bilinçaltı; aşırı bir cesaretle didiklenir ve telkin veya şartlandırma olup olmadığından çok da emin olamadığımız birtakım tespitler yapılır, etiketler yapıştırılır. Bu yöntemle, çoğu zaman insanlar; anne-babalarının küçükken kendilerine karşı sergiledikleri hatalı hareketlerle nasıl da hayatlarını mahvettiklerini öğrenirler (!) ve böylece kendilerinin yaptığı bir sürü yanlıştan, onlara yıllarca emek vermiş bu insanları sorumlu tutarlar. Bu yöntem; bazen beynindeki bir hasar sebebiyle davranış bozukluğu gösteren kişilerin anne-babalarının haksız suçlamalara maruz kalması gibi sebeplerle, çok eleştirilmiştir.
Bu yöntemlere tepki olarak doğan kognitif (bilişsel) davranış değiştirme yöntemleri; genellikle içinde yaşadığımız âna bakar ve kişinin hangi sebeple olursa olsun bir nesneye, bir olguya neden aşırı ve anormal bir mânâ yüklediğini bulmaya çalışarak, hastalıklı davranışı düzeltmeye çalışır. Hattâ bazen sebeplerle fazla meşgul olmadan; sadece alıştırmalar yoluyla yanlış davranışı azaltıp, doğru davranışlar kazandırmaya bakar. Doğrudan tedaviye yönelmiş olması bakımından, daha kullanışlı görünse de bu yöntem fazlasıyla terbiyecidir. Bu anlayışın; insanın ne olduğu, ne olması gerektiğine dair bir inanç, bir kabul elde mevcut olmamasına rağmen, onu terbiye etmeye çalışması daha çok pratik ihtiyaçların neticesi olarak kabul edilebilir.
Ancak bu yöntem de insana bir hedef göstermekten uzaktır. Davranışçı terapilerin bütün gayreti sadece istikrar sağlamaktan ibaret gibi görünmektedir. Asıl olan; günlük hayatın sürüp gitmesi, insanın işe gidebilmesi, verimli çalışabilmesi, aile hayatını sürdürebilmesidir. Hattâ hastalık ve bozukluk tariflerinde genellikle şu ifade görülür:
«-Kaygı, korku, takıntı vs. şikâyet her neyse o şeyin- kişinin günlük hayatını aksatacak derecede şiddetli olması veya uzun sürmesi…»
Sanki, evden işe işten eve gidip gelen, arkadaşlarıyla takılan, boş boş çene çalan, kendini avuttuğu birkaç eğlencesi olan insan «ideal insan»dır. Hattâ iş hayatını aksatacak kadar aşırıya kaçmadan, kendisini rahatlatacak maddeler kullanabilir. Hayatını; kariyer ve makam peşinde koşmakla, tüketimle, haz veren ilişkilerle keyifli ve heyecanlı hâle getirebilir. Bunlar normaldir ve bunlarla yetinmeyip buhrana giren kişilere hemen bir çare bulunmalı, aynı kısırdöngünün içine yeniden dâhil olması sağlanmalıdır. (!)
Psikologlara gelen hastaların azımsanamayacak kadar bir bölümü;
“Hiçbir davranış bozukluğum, takıntım, fobim, kaygım yok ama hayattan tat almıyorum. Çünkü hayatım çok anlamsız, ben ne yapmalıyım, nasıl yapmalıyım, bilmiyorum…” deyince bir kısım psikologlar, yeni bir psikoterapi geliştirmiştir:
«Varoluşçu psikoterapi»
Bu terapide danışanların; çocukluk hâtıraları deşilmez, ev ödevi de verilmez. Genellikle grup terapileri yöntemiyle, bir grup bunalımlı kişi; psikoloğun gözetimi altında oturup konuşur. Konuşmaların esaslı konuları vardır; hayatın içinde büründüğümüz roller, kimlikler ve bunların ötesindeki gerçek benliğimiz, özgürlük, ölüm gibi çok ağır mevzulardır. Ancak ne yazık ki, bu yöntem de samanlıkta iğne aramak, hem de kör birinin karanlık bir samanlıkta el yordamıyla boncuk iğnesi araması gibi ümitsiz bir çabadır. Çoğu zaman konuşmalar nefsânî sayıklamalardan ibarettir. Çünkü insan aklının bu konularda kendi kendine doğruyu bulması mümkün değildir ki, hele hele aramadığı hâlde bulması hiç mümkün olmayacaktır. Aramadığı hâlde dememizin sebebi; varoluşçu felsefenin daha en baştan; «Hayatın bir anlamı yoktur, insanın bir gayesi yoktur. İnsan, hayatı ve kendini nasıl isterse öyle anlamlandırır.» diyerek bütün ümitleri nihilizmin dipsiz uçurumundan aşağı itmiş olmasındandır.
Bu felsefeyi benimsemiş psikologlara göre;
“İnsan, kendi benliğinin şuurunda olan tek canlı olmasından dolayı derin bir bunaltı içindedir. İnsan özgürdür ve bu özgürlüğü sebebiyle bütün sorumluluk da kendi omuzlarındadır.”
İnsanı dayanılmaz bir yalnızlık içinde, bir başına ve taşıyamayacağı yüklerin altında tasavvur eden bu bakış açısı; tahmin edilebileceği gibi âcil çözüm bekleyen müşterilere bir çözüm sunmakta pek başarılı sayılmaz. Bu sebeple psikologların çoğu; müşterilerine, Uzak Doğu dinlerinden ödünç alınmış rahatlama yöntemleriyle, yardımcı olmaya çalışırlar.
Listeyi uzatmak mümkündür ancak sözün özü şudur:
İnsan aklı; insan mâneviyâtının sadece bir bölümünü belki sadece kabuğunu veya belki sadece madde âlemini yokladığı, tanıdığı, tanımladığı basit bir duyu organı olduğu hâlde; insan mâneviyâtını anlamaya kalkınca, ister istemez fili tarif eden körler misali tenâkuza düşmektedir. Elbette insanın psikolojik sağlığı üzerinde akılla araştırma yapmanın da geçerli olduğu alanlar vardır. Bugün PET, SPECT, EEG, MEG, f-MR ve benzeri tıbbî görüntüleme cihazları vasıtasıyla; hislerimiz ve davranışlarımıza tesir eden beyin merkezleri, hormonlar ve benzeri beden kaynaklı tesirleri inceleyebiliyoruz. Anketler, testler, istatistikler ve vaka incelemeleri gibi birçok yöntemle çeşitli alanlarda bilgi biriktirebiliyoruz.
Ama önümüzde dağ gibi yığılan bu veriler; hâlâ bize hayatımızı üzerine kuracağımız, kendimizi ona göre biçimlendireceğimiz, irademizi kullanırken bize rehberlik edecek temel bilgiyi vermiyor:
“Biz neden varız? Kâinat neden var? Bunları neden yaşıyoruz? Bunların sonunda ne olacak? Öyleyse ne yapmalı, nasıl davranmalıyız? Nasıl davranırsak iyi, güzel, doğru bir insan olur, hayatımızı güzel değerlendirmiş oluruz?”
Aksine elde ettiğimiz veriler bize daha çok şunu gösteriyor:
“İnsan; hem bedeniyle hem de bedenine hükmeden mânevî yapısıyla, diğer canlılardan farklı, bedenden gelen dürtülerine hükmetmeye, yüksek duygu ve düşüncelere yükselmeye istîdatlı bir varlık. Üstelik eskilerin ahlâkî değerleri, hayat tarzları, mânevî pratikleri bu istîdâdı inkişaf ettirmekte etkili… Öyleyse onlar bizim bilmediğimiz bir şeyi mi biliyorlardı?”
Bugün bu düşüncenin sâikıyla; dünyanın birçok yerinde, eski dinlerden kalma hayat disiplinleri, mânevî çalışmalar araştırılıyor, modernize edilerek tatbik ediliyor. Fakat bunlar da insana dair doğru açıklamayı sunmaktan ve aradığı üstünlük yollarını göstermekten uzak.
İnsanda, psikolojik ihtiyaçları üzerinde araştırma yapan hiçbir psikoloji ekolünün tam olarak tarif edemediği ve çözümünü sunamadığı derin bir ihtiyaç var:
İnsan bu dünya rahminde âdeta bir cenin gibi olgunlaşmak ve öte âleme kemâlâta erişmiş bir hâlde doğmak ihtiyacı duyuyor. Bu kemâlâtı elde etmesi için rûhunun ihtiyaç duyduğu vitaminlere karşı mânevî bir açlık hissediyor. Bütün psikoterapi çalışmaları, bu açlığı ikinci derecedeki diğer bir şeylerle bastırmaya çalışmaktan öte bir başarı sağlamış değil.
Öte yandan psikoloji ilminin hiçbir başarı elde edemediğini de söyleyemeyiz. Örnek kabîlinden zikretmek gerekirse, psikoloji ilmi; olgun ve yüksek şahsiyetlerde bulunması gereken hususiyetler diye beş maddeyi sayıp tespit etmiş. Elbette esas ittihaz etmek veya bunlardan ibarettir mânâsında değil ama faydalanabileceğimiz bir tespit olarak zikretmek istiyoruz. Biraz incelersek, insanlığın en mükemmel muallimi Hazret-i Peygamber’in bu hususiyetlere en kâmil mânâda sahip olduğunu ve ashâbının önde gelenlerini de bu olgunluklarla tezyin ettiğini görebiliriz.
İnsanın hem şahsiyet hem hayat kalitesini yükselten bu beş faktörün İngilizce isimleri: Openness, Conscientiousness, Extraversion, Agreeableness, Neuroticism. Türkçeye aşağı yukarı: Açıklık, Sorumluluk, Dışadönüklük, Uyumluluk ve Duygu dengesi diye çevrilmişler.
Açıklık diye çevrilen hususiyet; kişinin belli bir düşünce kalıbına sıkışmamış, anlayışlı, yeni bilgilere kulak veren, kendisine anlatılanı anlamaya açık, bunun yanında yeni tecrübeler edinmeye, yeni bakış açıları geliştirmeye açık olması demek… Peygamberimiz’in ashâbını; atalarının yoluna uymakta direnen, kör taassuba saplanmış, kendisine gelen bilgiye kulak tıkayanlardan ayıran başlıca hususiyet; vahyi dinlemeye kulağını ve Allâh’ın Habîbi’ni sevmeye yüreğini açması değil mi? Eski alışkanlıklarını bırakmaya, O’nunla birlikte yepyeni bir başlangıç yapmaya açıklık…
Sorumluluk ve öz disiplin diye çevirebileceğimiz ikinci özellik; sanki bu «yeniliklere açıklık» fikrine bir sınır çiziyor ve ölçü getiriyor. Bu yeniliklere açık olma hâli, ahlâkî değerler konusundaki sorumluluklardan kaçmak, umursamazlık, savrukluk ve keyfîlik şeklinde anlaşılamaz. Aksine sorumluluklarının şuurunda, vazifelerini îfâ eden, hattâ kendi üzerine düşeni en yüksek seviyede, mükemmel bir sûrette yapan; sadece özel hayatından değil toplumdan da kendini sorumlu hisseden insanlar, gerçekten şahsiyetli sayılabilir. Bu saydığımız özellikleri Peygamberimiz’in ve yetiştirdiği kişilerin hayatında fazlasıyla görüyoruz. Kıyâmete kadar gelecek bütün ümmetin sorumluluğunu üzerinde hisseden, arkasında yaşayan bir fazîlet ölçüleri bırakmaya hayatını fedâ eden mümtaz bir toplum.
Sonraki madde, dışadönüklük. Elbette bunu alelâde bir sosyallik, konuşkanlık gibi anlamamalıyız. Kendini tek başına bir benlik gibi değil, ait olduğu bütünün içindeki yeriyle değerlendiren, başta Yaratıcı’sıyla, duâ ve zikirlerle iletişim içinde olmaya çabalayan. Sonra içinde bulunduğu uzak ve yakın çevreyle iletişime açık insan… Yaptığı her işte lüzumlu kişilerle istişâre eden, kendi hevesâtıyla değil, bilgi alışverişiyle karar veren… Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında Hazret-i Enes;
“Allâh’ın Rasûlü kadar istişâreye düşkün bir kimse görmedim.” diyecektir.
Bu üstün vasfı tamamlayan bir başka boyut: Uyumlu, âhenkli, barışçı bir şekilde davranmak. Kibir ve inatla başına buyruk hareket etmeyen; aksine yumuşak kalpli, sevecen, alçakgönüllü ve yardımsever insan. Bu hususiyetlerde zirve şahsiyet malûm…
Son olarak, iç dünyasında da huzurlu, sâkin, dingin ve dengeli olma hâli diye çevirebileceğimiz, istikrarlı olmak; iç ve dış tesirlerden aşırı derecede etkilenmemek, çalkalanmamak. Sabır, sebat, tahammül, teennî ve benzeri kemâlâtla muttasıf olmak. O zorlu vazifesinin başında, türlü türlü imtihanlardan geçerken bir an bile sarsılmamak, dağ gibi metin ve soğukkanlı olabilmek. Hazret-i Ali’nin; Sıddîk’ın cenazesini uğurlarken dediği gibi:
“Sen sarsılmaz dağlar gibiydin…”
İşte psikoloji ilminin ilerleye ilerleye geldiği nokta:
Allâh’ın gönderdiği mürebbînin ayaklarının dibi…