BİR ZİRVEDEN BİR BAŞKA ZİRVEYE

YAZAR : Sami GÖKSÜN

Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şeriflerinde din kardeşliği dairesi içinde mesut bir hâlde yaşamamızı bizlere ferman etmektedir. Biz müslümanlar olarak bu nebevî fermanın kıymetini ve kadrini iyi bilmeliyiz. Hakikî kardeşlik duyguları ile yoğurulmalı ve bu noktada birbirimize elimizden geldiği kadar samimî yaklaşmalıyız. Birbirimize îsar duyguları içinde iyilik ve yardımda bulunmalıyız. Şayet bu güzelliği gerçekleştirebilirsek; o zaman toplumumuz sulh ve sükûna, huzur ve refaha kavuşur.

-Allah korusun- tersi durumda yani; insanlar arasında düşmanlık, haset, dargınlık, dedikodu gibi şahısları ve toplumları derinden etkileyen kötü hasletler şuyû bulacak olursa, o zaman fertler ve cemiyet huzursuz ve mutsuz olur. Endişe ile müşâhede ediyoruz ki; uzun zamandan beri İslâm ülkelerinin büyük bir kısmında, anlatılan kötü hâller ve istenmeyen durumlar tezâhür ettiği için, müslümanlar darmadağınık durumdadır. Zalimler zulümlerine devam ediyor, aileler yok ediliyor, gaflet almış başını gitmiş, kardeşlik vazifeleri hakkıyla yapılamaz olmuş, böyle olunca da Allah -celle celâlühû-’nün istediği dostluk ve kardeşlik gerçekleşmiyor, dirlik ve birlik zaafa uğruyor. Böylece de vahşî batının ve acımasız kapitalizmin ekmeğine yağ sürülmüş oluyor.

Bugünkü bazı yanlış zihniyetli milletler de bir kısım müslüman devlet ve milletlerin atâletini, perişanlığını ve dağınıklığını görüp, bu hâlin sebebinin İslâm dîni olduğunun yaygarasını yapmaktadırlar. Oysa o art niyetli, sapık zihniyetli devletler ve milletler de çok iyi bilirler ki ve biraz mâzîye baktıklarında göreceklerdir ki, İslâm dîni özellikle de milletimizin liderliğinde çok zirvelere ulaşmıştır. Art niyetli olan düşman zihniyetli o milletler, bu zirve durumu görmezden gelmektedirler. Hâlbuki bizim müslüman olarak zirve yaptığımız o dönemlerde Avrupa’ya mektupla dahî emirler vererek dediğimizi yaptırıyorduk. Onların art niyetli olarak ortaya getirdikleri; «İslâm dîni sizi geri bıraktı!» yaygaraları boşa çıkmaktadır. Bu geri kalmışlığın ve dağınıklığın sebebi; İslâm dîni değil, İslâm’ı anlayamamış, anlasa bile emir ve yasaklarına hakkıyla uyamamış gaflet içerisinde yaşayan insanlardır.

Evet… Son asırlarda birçok müslüman millet, tembellik yaparak yatmayı tercih etti. Onlar yatarken de vahşî batılılar, değerleri ve kıymetleri sömürüp insanların köleleşmesinin zeminini hazırladılar. Bu hâin zihniyetin aktif unsurları; sömürü sayesinde güçlerine güç katarken, aldatılan müslüman milletler de sıkıntı içerisinde kaldılar.

Bu yetmiyormuş gibi üstüne üstlük müslümanların arasına fitneler sokarak ihtilâflar meydana getirdiler ve birbirine kırdırdılar. Gafil müslümanlar da dostu ve düşmanı ayıramadı, sıkıntılar artarak devam etti. Öyle zamanlar oldu ki bu hâin zihniyetliler, müslümanlar arasında misyonerler aracılığıyla hıristiyanlık propagandası yaparak İslâm dînini yanlış anlattılar ve tevhid inancını sarsmaya çalıştılar.

Oysaki müslümanların ellerinde Kur’ân ve Sünnet gibi değeri ölçülemez iki kıymet vardı. Bu kıymetli ölçülerden, sünnetin sahibi olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu konuda şöyle buyuruyordu:

“Vefatımdan sonra size iki emânet bırakıyorum. Bu emânetlerin ilki Kur’ân-ı Kerim’dir, diğeri ise benim sünnetimdir. Kim ki bu iki emânete sahip çıkarak onlara uyarsa sapıtmaz.” (Muvattâ, Kader 3, (2, 899)

Ayrıca yüce Rabbimiz Necm Sûresi 39. âyet-i kerîmede konu ile alâkalı şöyle buyurdu:

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Müslümanlar bu nazm-ı celîli güzelce düşünselerdi, çok çalışarak zirve olurlar ve birbirlerine girmezlerdi.

Yine Allah Rasûlü’nün şu emrini yerine getirebilselerdi sıkıntıya düşmezler, samimî kardeşlik duyguları ile de bu zorlukları aşarlardı:

“Birbirinize buğz etmeyiniz ve yine birbirinize hasette bulunmayınız, birbirinize darılıp sırt çevirmeyiniz. Ey Allâh’ın kulları, kardeş olunuz. Bir müslümana helâl olmaz ki, mü’min kardeşini üç günden fazla terk ede.” (Buhârî, Edeb, 57, 58)

Ve yine şu nazm-ı celîlin gereğini müslümanlar yerine getirebilselerdi, o gün de bugün de iri olacaklar ve diri kalacaklardı. Şöyle sesleniyordu Cenâb-ı Hak Hucurât Sûresi’nin 10. âyetinde:

“Mü’minler ancak ve ancak kardeştirler.”

Ne yazık ki müslümanlar; «Bana değmeyen yılan bin yaşasın.» safsatasıyla uyutulmuş, kendi nefsinden başkasını düşünmeyen egoist bir insan tipi ortaya çıkmıştır.

Eğer müslümanlar;

“Allâh’ın ipine (Kur’ân’a) toptan sımsıkı sarılın, ayrılıp dağılmayın.” (Âl-i İmrân, 103) âyet-i kerîmesindeki hakikatleri nazar-ı dikkate alabilselerdi, aralarında hiç ihtilâftan, fitneden eser görülebilir miydi?

İşte Osmanlı Devleti’nin altı asır ayakta durmasının ve huzur içinde yaşamasının sebebi Kur’ân’a ve onun emirlerine gösterdikleri samimî bağlılıktır. Saygı ve muhabbettir.

Hulâsa, biz müslümanlar eğer mâzîde zirve olmuş, birçok muvaffakiyetlere nâil olmuş İslâm’ın yükselttiği geçmişimizden, ecdâdımızdan hisseler alabilirsek; bugünkü dağınıklıktan, parçalanmışlıktan, ezilmişlikten, sömürülmekten, neme lâzımcılıktan, cahillikten, gafletten, geri kalmışlıktan, itibarsızlıktan kurtulmuş oluruz.

Onun için; «Müslümanım!» diyen herkes; fazîletler medeniyetini oluşturmuş olan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i iyi tanıyacak ve iyi okuyacak, mukaddes değerlerine sahip çıkacak, birlik ve beraberlik şuurunun farkında olacak, edep ve ahlâkı yüce tutacak ve yaşayacak bir mânevî olgunluğa ulaşmak durumundadır.

Onun için de çalışmak hem de çok çalışmak zorundayız. Çünkü çok çalışanı muvaffak edeceğinin haberini Cenâb-ı Hak veriyor.

Bu hususta şair mealen şöyle söylüyor:

“Çalışmak bize, tevfik Cenâb-ı Allâh’a aittir. Çalışmakla tevfik iki arkadaştır.”

Bizim vazifemiz artık, meşrû şekilde çalışmak, sa‘yu gayrette bulunmaktır. O zaman Cenâb-ı Hak bizleri tevfîk-i sübhâniyesine mazhar buyurur. İşte biz müslümanlar için en mukaddes gaye de bundan ibarettir.