MÂNEVİYAT FARKI

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Akşam üzeriydi. İkindi serinliğinde yükü kamyona sarmış, kamyonu yol için hazırlamıştı. Uzunca bir yolculuk olacaktı bu. Hanımına seslendi:

–Zeynep Hanım! Yemek hazır mı?

–Hazır sayılır bey!

–Biz Levent’le namaza gidiyoruz. Caminin hocası da emânet gönderecekti. Onu da alır geliriz. Namazdan sonra yemeği yer, yatsıyı kılar çıkarız.

–Tamam. İnşâallah…

***

Tuğrul Usta, yılların şoförüydü. Uzunca yıllar otobüs şoförlüğü, ardından da kamyonculuk yaptı. Yollar onu, o da yolları iyi tanırdı. Hayatını helâl lokma hassâsiyetine adamış bu emektarın aslanlar gibi iki oğlu, Levent ile Bülent’i vardı.

Büyük oğlu Levent üniversiteyi bitirmiş gelmişti. Her fırsatta soluğu babasının yanında alırdı. Babasıyla geçirdiği o uzun yolculuklar, Levent için tarifi mümkün olmayan anlardı. Bir karpuz-ekmeğe gidilen o uzun yollar.

Bu sefer, yolculuk Antalya tarafına idi. Antalya’ya tekstil malzemesi götürülecek, dönüşte de mevsim sebzelerinden getirilecekti.

Zeynep Hanım:

–Bey, acaba gece yolcuğu yapmasanız… Hani gündüz yollar daha rahat olurdu. O tarafta çok virajlı yollar varmış…

–Müsterih ol hanım! Levent yanımda. İki şoförüz. Dinlene dinlene gider geliriz inşâallah. Bu aralar işler yoğun. Piyasa biraz hareketlenmişken biz de bir ucundan tutalım. Bakarsın aramızdan evlenesi gelenler çıkabilir. Hazırlıklı olmak lâzım…

Levent, kıpkırmızı olmuştu. Başını önüne eğdiyse de olumsuz bir tavır sergilemedi. Tuğrul Usta:

–Levent! Ne o? İşine geldi herhâlde!

–Estağfirullah baba. Siz daha iyisini bilirsiniz.

–Bak sen kerataya! Biz daha iyisini bilirmişiz. Hanım ne diyor bu?

–Eh doğru diyor tabiî. Elbette en iyisini bilirsin. Hani zamanı da gelmedi değil…

–Ooo… Siz şirketi çoktan kurmuşsunuz. Bizi ayakta uyutup, otel parası verdireceksiniz. Neyse ben size sorarım bunun hesabını.

Helâlleşildi ve yola çıkıldı. Zeynep Hanım’ın yüreğine konan gönül kuşu bir başka kanat çırptı bu sefer. Eşi, gittiği yolculuklardan dönünceye kadar eli yüreğinde, gözü yolda beklerdi. Çünkü her gün onlarca kaza haberi alıyordu.

Torosların kıvrımlı yollarında lüks bir arabanın içinde bir kavgadır sürüyordu. Nerede duracakları, ne yiyecekleri konusunda başlayan çekişme karı-kocanın gırtlaklarını patlatırcasına bağrışmalarına dönüşmüştü. Kavga çok geçmeden direksiyondaki adamın arabayı sürüşüne de yansıdı. Tuğrul Usta önündeki aracın garip hareketleri yüzünden zor anlar yaşadı. Araç ânî ve tuhaf bir şekilde durunca onlar da durup ne olup bittiğini öğrenmek istediler.

Levent hemen inip araca koştu. Karı-koca da inmişti. Avazı çıktığı kadar bağıran adam; kendini kaybetmiş bir şekilde haykırarak, belinden çıkardığı silâhla önce karısını öldürdü. Levent;

“–Abi dur yapma!” deyip adamın eline sarıldıysa da gözü dönmüş adam aynı hızla Levent’e döndü;

“–Sana ne be adam?” deyip üç el ateş etti ve silâhından çıkan mermileri Levent’in tertemiz hayallerle dolu göğsüne gömdü.

Tuğrul Usta’nın basîreti bağlanmıştı. Başını ellerinin arasına alıp çaresiz vaziyette adamın üzerine yürüdü:

“–Sen ne yaptın ha? Ne yaptın?”

Cânî adamın insaf edecek bir hâli yoktu:

“–Yaptıysam yaptım! Duuur! Yoksa… Sen beni söylersin…”

Adam; sağ elini beline attı, sol eli ile bir başını kaşıyor bir yüzünü ovalıyordu. Birden döndü ve rastgele ateş etmeye başladı. Tuğrul Usta’ya isabet eden iki kurşun onu çok ağır yaraladı.

Adam çok serî hareketlerle Levent’i ve Tuğrul Usta’yı şarampole yuvarladı. Ardından da kamyonun el frenini boşaltıp aynı yöne yönlendirdi. Levent ve babası bir çam ağacının engel olması ile durabildi. Tuğrul Usta henüz vefat etmemişti. Sürünerek oğlunun cansız bedenine sarıldı. Bir müddet sonra o da şehîden rûhunu teslim etti.

Gözü dönmüş adam artık nasıl bir cinnet içinde ise, gözünü kırpmadan üç cana kıymıştı… Kendi eşini de arabasının bagajına bir çuval gibi koyup oradan uzaklaştı.

Emniyet yetkilileri, Toros Dağlarını didik didik ararken gelen bir haber üzerine kamyonun enkâzına ulaştılar. Kamyonun kırılan camları, kuru otları tutuşturmuş ve tekstil malzemesi ateş almıştı. Yangının birkaç ağaca da sıçraması üzerine çevreden fark edilen dumanlar, olay yerinin bulunmasına yardımcı olmuştu. Yangın hemen kontrol altına alınmıştı. Polisler, kamyonun şarampole yuvarlanışını takip ederken Tuğrul Usta ve oğlunun cansız bedenlerine ulaştılar. Yerdeki kan izleri, Tuğrul Usta’nın sürünerek oğlunun yanına gidişi ve vücutlarındaki kurşun izleri emniyeti harekete geçirdi. Sıcağın da etkisi ile çözünen vücutların teşhisi çok zor oldu. Kısa bir süre içinde cinayetler gün yüzüne çıktı. Cinnet geçiren adamın anlattıkları ise;

“Değer miydi bunca cana?” dedirtiyordu.

İki tarafın da burnundan kıl aldırmayışı, bir basit meseleyi ne hazin bir sonuca bağlamıştı. Giden onca umutlar, hayaller… Tazecik ve emektar canlar…

Günlerdir bir haber alamamanın endişesiyle kavrulan Zeynep Hanım, sonunda gelen acı haberi almıştı. Artık bir Bülent’i kalmıştı.

Zeynep Hanım, eşinin ve oğlunun cenâzesi başında çok metin durmaya çalışıyor, sabrın zirvesini yaşıyordu. Gözyaşlarını gönlüne akıtarak çok cılız bir ses tonuyla;

“–Yâ Rabbî!.. Veren Sen’sin, alan Sen… Sabrını da ver yâ Rabbî!.. Tuğrul’umla ve Levent’imle bizi cennetinde bir araya getir yâ Rabbî!..” diyordu.

Bir yanda incir çekirdeğini doldurmayacak bir dâvâdan üç cana kıyan da insandı. İki canını kaybettiği hâlde, bağrına taş basarak Allâh’a sığınan da insandı… Aradaki fark, gönül farkıydı, vicdan farkıydı, mâneviyat farkıydı…