Mukaddes Bir Emânet; ÇAĞLAR ÜSTÜ DAVET

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Teknolojideki gelinen seviye çerçevesinde, haberleşme imkânlarının fevkalâde geliştiği günümüzde; devletler, siyasetlerini hâkim kılmak için, bu vasıtaları geniş ölçüde kullanıyorlar. Hele dünyevî (seküler) cereyanların altüst ettiği, insanî değerlerin pek de yer bulamadığı bu kurtlar sofrasında; davranış tarzının belirleyicisi olan «gaye uğruna her şey mubah» mantığıyla, her türlü sûiistimal ve hile irtikâp edilebiliyor. «Yeni dünya düzeni»nin hâkim devletleri, kontrolleri altındaki basın-yayın vasıtaları ile dünya kamuoyunu istedikleri şekilde yönlendirip güdebiliyorlar. Bu cümleden olarak, bir barış ve adâlet dîni olan İslâmiyet; bir terör ideolojisi olarak gösterilebiliyor; milletlere boyun eğdirebilmek için cemiyetin bazı kesimleri, çeşitli usullerle tahrik edilerek önü alınamaz kargaşalar doğurulabiliyor; çeşitli tekniklerle tertip edilen kayıtlarla halkın seçtiği, ancak kendilerine engel çıkaran idareler sarsılıp devrilebiliyor; çeşitli usullerle, milletin içtimâî bünyesi kendi emellerine uygun tarzda dönüştürülebiliyor…

Bugün dünya siyasetine hâkim olan güçler, siyasî gidişâtın kendi belirledikleri mecrâdan sapmaması için; başkalarının konuşmamasını, aykırı gündem oluşturmamasını istiyorlar. Bu açıdan bakılınca; kaybettiği kimliğini arayan İslâm âlemi, hele de ülkemiz; en diri ve cevval yapısıyla, en tehlikeli kesim olarak görünüyor. Yeni bir Osmanlı hamlesi ihtimali, bu muhitleri bir kâbus gibi tedirgin ediyor. Ülke idaresinin tasarrufları ve beyanları, cemiyetteki temâyüller, bu endişeler çerçevesinde didik didik inceleniyor; her imkân kullanılarak etkili mahfillere korku zerk ediliyor, vehimler körükleniyor.

Hâkim güçler, İslâm dünyasını âtıl kılmak için; sorgulamayan, muhâkeme etmeyen;

“Allah indinde din, İslâm’dır.” (Âl-i İmrân, 19) buyurulduğu hâlde, kendini meşrû tanımayan diğer dinleri de «hak din» kabul ederek onlarla diyalog kuran bir «ılımlı İslâm» projesi yürürlüğe koydular. Böylelikle, batı dünyası ile münasebet kurmanın yolunun bu olduğu hususuna dikkat çekilerek; çok geniş bir coğrafyada, asırlarca süren fevkalâde başarılı bir tatbikata istinâden, huzura hasret dünyanın derdine ilâç olabilecek yegâne çarenin gündeme getirilmesi engellenmek isteniyor. Bu şekilde cami ile sınırlandırılan, muhtevâsı sadece âhirete ircâ edilen bir din; içtimâî hayatta herhangi bir dînî tasarruf bahis mevzuu olduğu zaman, protesto için sokaklara dökülenleri belki memnun edebilir. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim, nasıl inzal buyurulmuşsa odur ve sahibi tarafından korunacağı da beyan buyurulur (el-Hicr, 9). Mâhut projenin gayesi de; sömürgeci emellerine engel gördükleri muazzez dîni;

“Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya; Sezar’ın hakkı Sezar’a.” diye tavsif ettikleri kendi muharref dinlerine benzetme gayretidir.

Semâvî dinler; mahlûkātın en şereflisi olarak yaratılan ve yüce Yaratıcı’ya halîfe olmakla taltif buyurulan insanın, bu emânetin hakkını en güzel şekilde vererek dünya ve âhiret saâdetini kazanabilmesi için takip edeceği istikameti beyan buyurur. Bi-zâtihi peygamberân-ı izam hazerâtı bu saâdet yolunu tebliğ etmekle, insanları bu mukaddes gerçeğe davet etmekle vazifelidirler. Bu ilâhî emri, sâdık bir kul olarak, her hâlükârda yılmadan yerine getirmekle mükelleftirler. Onların mübârek ashâbı da bu tebliğde, onlara yardım etmekle müşerref olmuşlardır. Ancak zamanla bu dinler tahrifâta uğrayarak asliyetini kaybetmiş; insanlığın ufkunu aydınlatan hak din olarak sadece İslâmiyet kalmıştır.

Son Peygamber, Şâh-ı Rusül -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz; insanlık şeref ve haysiyetinin ayaklar altında süründüğü bir «câhiliyye» devrinde, kâ‘bına varılamaz bir azim ve îmanla tebliğine başlamıştı. İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif, bu devrin manzarasını tasvir ederken şöyle diyor:

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin,
Salgındı, bugün şarkı yıkan tefrika derdi.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in; kendisine bu işten vazgeçmesi karşılığında her türlü menfaati sağlamayı va‘deden müşriklere verdiği şu muhteşem cevap, onları yere serecek ve ümmetine örnek olacak bir îman kuvvetinin tezâhürüdür:

“Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah bu dîni hâkim kılar yahut ben bu yolda canımı veririm.” İnsanlık için «en güzel örnek: Üsve-i hasene» olduğu beyan buyurulan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek zâtına mahsus tebliğ ve davet usûlü ile; câhiliyye devri, kısa zamanda «asr-ı saâdet»e inkılâb etti. Taş kalpli, duygusuz insanlar; gözü yaşlı, rahmet saçan insanlar hâline geldi. Öyle ki; âlimler, sadece bu mûcizenin bile, o Varlık Nûrû’nun peygamberliğine delil olarak yeteceğini belirtiyorlar.

İnsan hakları denince; Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1948 yılında ilân edilen insan haklarına dair beyannamesinden bahsedilir. Hâlbuki; Âlemlere Rahmet, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Vedâ Haccı’nda takrîben 124 bin sahâbîye îrad buyurdukları hutbe; insanı, hakları ve mükellefiyetleri ile beraber ele alan cihanşümûl bir beyanname olup, zannedildiği gibi sadece o topluluğa değil; onların şahsında, çağlar ötesine, kıyâmete kadar bütün insanlığa bir hitaptır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in; iki cihan saâdetine lâyık olan insanın, sağlıklı bir içtimâî nizamı kurabilmesi için beyan buyurduğu muhtevâ, çok sonraları ortaya konulan düşünce mahsûlü hiçbir metnin ulaşamayacağı fevkalâde yüksek bir ihâtaya sahiptir.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; zamanımızdaki bütün içtimâî ve milletlerarası meselelerin hâllini mümkün kılacak bahis mevzuu hutbelerinde; dünya ve âhiret saâdetinin anahtarını şöyle ifade buyuruyor:

“Ey mü’minler! Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emânetler Allâh’ın kitâbı Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberi’nin sünnetidir.” Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazretleri’nin;

«Sözlerini, orada bulunanların, bulunmayanlara ulaştırması» vasiyeti, ümmeti için ulvî bir vazife hükmündedir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gül cemâlindeki bir tebessüme mazhar olabilmek için, can fedâ etmeye hazır olan ashâb-ı kiram hazerâtı; hayatlarını o Varlık Nûru’na adamış; O’nunla aynîleşebilmeyi, O’nda fânîleşebilmeyi en büyük saâdet bilmişlerdi. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in irtihallerinden sonra; O’nun açtığı i‘lâ-yı kelimetullah sancağı, mukaddes bir emânet olarak ashâb-ı kiram hazerâtı ve onların takipçileri tarafından elden ele devredilerek, kıtadan kıtaya dalgalandırıldı. Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun rızâsını kazanmaktan başka bir gayeleri olmayan, dünyalıktan geçmiş muhabbet fedâîlerinin ihlâslı gayretleri ile insanlık huzur ve saâdete kavuştu. Nebevî ahlâkın tecessüm ettiği örnek şahsiyetler olarak, ashâb-ı kiram hazerâtının pek azı Medîne-i Münevvere’de kalmış; diğerleri, ilâhî tebliğ ve yüce davetten mahrum insan kalmaması için, destânî bir gayretle dört bir tarafa dağılmışlardı. Hele de bu uğurda şehâdet, en hasreti çekilen cennet nimeti idi.

Bu mukaddes dâvânın destânî örneklerinden birkaçı şöyle zikredilebilir:

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, bir savaşta öldürmek üzere altına aldığı kâfirin kendisine galiz bir hakarette bulunması üzerine; ihlâsının sevkiyle; «Seni nefsim için öldürmüş olabilirim.» diyerek serbest bırakır.

Ömrü savaş meydanlarında zaferden zafere koşmakla geçen Hazret-i Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh- son demlerinde hasta yatağında güçlükle doğrularak; «şehid olamadığına» hayıflanarak, gözyaşı döker.

Kuzey Afrika’yı boydan boya geçen İslâm ordusu kumandanı tâbiînden Ukbe bin Nâfi‘; kılıcını Atlas Okyanusu sahiline saplayarak;

“Yâ Rabbî! Şu derya önüme çıkmasaydı, cihâda devam edecektim!” diye hayıflanır.

“Takvâ harbe en güzel hazırlıktır. Askerin günahı, düşmandan daha tehlikelidir. Fazîletimizle galip gelemezsek, gücümüzle düşmanı yenemeyiz.” diyen «şarkın en sevgili sultanı» Selâhaddin Eyyûbî’nin ikametgâhı bir çadır idi. Rum diyarının kilidini açan Sultan Alparslan, Malazgirt Savaşı’nda;

“Bu gün aranızda sultan yok. Ben de sizlerden birisiyim.” diyerek, kefen niyetine giydiği beyaz elbisesiyle askerin arasına karışmıştı.

Osman Gazi;

“Bizim dâvâmız, kuru bir cihangirlik dâvâsı değil; i‘lâ-yı kelimetullah dâvâsıdır.” diyerek; devlette esas olan «Nizâm-ı Âlem» siyasetini bir defa daha tescil etmişti…

29 Mayıslarda yıl dönümlerini kutladığımız İstanbul’un fethi uğrundaki gazâlar; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e arz edilen vefâ ve tâzimin, en mükemmel örneklerinden birisidir. Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’in İstanbul’un fethiyle ilgili müjdelerine mazhar olabilmek için, Eyyûb Sultan -radıyallâhu anh- ve ashâb-ı kiram hazerâtından itibaren asırlarca, pek çok mübârek zevatla beraber İslâm askerleri akın akın sefere çıkmışlar; bu şehrin etrafında pervâne olmuşlardı. Hicrî 91 yılında, Türkistan’dan topladığı askerlerle İstanbul’a savaşa katılmaya giderken uğradıkları Sinop’ta şehid edilen, Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh-’ın torunlarından Seyyid Bilâl ve Ali Ekber Hazretleri de bunlar cümlesindendir.

İstanbul, Fatih’ine kavuşup, İslâm’a açılınca; köhnemiş, çürümüş Bizans’ın yerine, yepyeni, dipdiri bir ruhla ayağa kalktı. Usûlünce teşkilâtlanan idare; tebliğ ve davetin merkezi olarak, asırlarca «Nizâm-ı Âlem» için dünyaya yön verdi, barış ve adâletle çok geniş bir sahada hükümran oldu. Ancak, İbn-i Haldun’un da belirttiği gibi, Osmanlı’nın da zevâli mukadder oldu; hâkimiyet, güçlenen sömürgeci devletlerin eline geçti. Osmanlı ile huzura kavuşan dünya, menfaatten başka ölçüsü olmayan bu madde bağımlısı güçlerin elinde, yeniden kan ve ateşlere gark oldu; hem de zamanın teknolojik imkânları çerçevesinde, eski câhiliyye manzarasını fersah fersah geride bırakacak tarzda.

Bugün ülkemizden çok sayıda gönüllü kuruluşlar, ecdâdı hatırlatır tarzda, dünyanın her tarafına mağdur ve mazlum insanların dertlerine çare olmak üzere yetişme gayretindeler. Yine devlet imkânlarının da, mümkün olduğu ölçüde, bu maksatla seferber edildiği biliniyor. Geçmişte Osmanlı barışının izlerini taşıyan ve sömürgecilerin ağır zulümlerini yaşayan bu ülkelerin insanları, yardım kuruluşlarını;

“Biz sizleri bekliyorduk! Nerede kaldınız!” diyerek bağırlarına basıyorlar. Son yıllarda devletimiz de, sömürgecileri endişelendirmek pahasına da olsa, bu hissiyâta mukabelede bulunacak adımlar atıyor. Bir süre önce haber bültenlerinde yer aldığı şekilde; Osmanlı’dan sonra ilk defa, bir grup savaş gemimizin Ümit Burnu’nu dolaşarak Afrika limanlarına dostluk ziyareti yapması da bu meyanda zikredilebilir.

Geçtiğimiz günlerde vefat eden Mısırlı mütefekkir Muhammed Kutub, zamanımızı «modern câhiliyye devri» olarak tavsif ediyor. Eski «cahiliyye»de ne varsa, çok daha fazlasıyla bugün de var. Dünyevî cereyanlar insanlığı kasıp kavuruyor; bencillik girdabında kendini kaybeden, Rabbi’ni unutan, «hevâsını ilâh edinen» fertlerin elinde dünya, cehenneme dönüyor. Bu şartlar altında, ruhları yeniden ihyâ etmek için insanlığa sunulabilecek yegâne teklif; şanlı mâzîdeki tatbikatıyla da bilindiği üzere, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Vedâ Hutbesi’ndeki şu vasiyetleridir:

Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye.

Hadîs-i şerifte;

“Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” buyuruluyor. İçtimâî hayatı altüst eden câhiliyye tezâhürleri karşısında susulamaz; sükût, ikrar mânâsına gelir. Çağlar üstü davet, herkes için mukaddes bir emânettir. Üstad Necip Fâzıl’ın terennüm ettiği gibi:

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl ben gideyim, Son Peygamber kılavuz!
Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!