Mahrumlar İslâm’ı Beklerken; GİZLEMEYE NE HÂCET!

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Belediyelerimizin kültür merkezlerinde tertiplenen faaliyetlerden haberiniz var mı? Eğer yoksa tavsiyem, en kısa zamanda bilgi edinin. Eminim ilginizi çekecek başlıklarda seminerler, sohbetler, hattâ tiyatro oyunlarına rastlayacaksınız. Bunlardan birini seçip ailenizle katılın, hem eşiniz ve çocuklarınızla güzel bir faaliyet yapmış olursunuz hem de üzerinde konuşabileceğiniz bilgilere sahip olursunuz. Bizim insanımız; kültür merkezi, sinema, tiyatro deyince kaçınıyor, elbette haklı olarak… Çünkü yakın zamana kadar bu mekânlar kendi halkına, halkının dînî inancına, kültürüne yabancı zihniyetin elindeydi. Hâlen aynı kesimin kültür-sanat dünyasında üstünlüğü devam etse de artık kendi dünyamızdan mütefekkir, edebiyatçı ve sanatçılar da yetişir oldu. Hem onların desteklenmesi adına hem de televizyon ve internet ekranı karşısından kurtulmamız, ailecek bir şeyler yapmamız ve bilhassa sırf eğlendirici olmayan, bilgi-kültür kazandıran bir faaliyet içinde kendimizi yetiştirmemiz adına bu faaliyetleri takip edip iştirak etmemiz önemli…

Kendim Fatih’te oturuyorum, Ali Emîrî Kültür Merkezinde tertiplenen faaliyetleri elimden geldiği kadar takip etmeye çalışıyorum. Bazen beklediğimden de fazlasını buluyorum. Meselâ geçtiğimiz aylarda bir sempozyum vesilesiyle Avrupa Müslüman Birliği (European Muslim Union-EMU) adlı kuruluş hakkında bilgi sahibi oldum.

Kuruluşun amacı, Avrupalıların İslâmiyet’i daha doğru bir şekilde tanıması ve müslümanların çeşitli sahalardaki sıkıntılarını çözmelerine yardımcı olmakmış. Birliğin kurucusu, müslüman olduktan sonra Ebûbekir ismini almış bir Alman mühtedî: «Abu Bakr Rieger»

Hakkında biraz araştırma yapınca, kendi hidâyet hikâyesinden şu cümlelerle bahsettiğini okudum:

“Alman şair Goethe de İslâm’ın çevresinde dolaşıp ona yaklaşmış bir isim; ama İslâm’a davet edilmediğinden müslüman olmamış. İnsanların namaz kılışlarını, ibâdetlerini izlemiş. İslâm’dan çok etkilenmiş; ancak davet gelmemiş. Ben davet aldım ve kabul ettim.”

Yanlış anlamaya mahal vermemek için açıklama yapmakta fayda var; Andrea’nın Ebûbekir olması birden bire olmamış. Her şeyden önce hukuk eğitimi almış, felsefe, edebiyat okumaları olan bir insan Ebûbekir Bey. Ve hidâyetini sadece kendi hikâyesi olarak görmüyor;

“Avrupa felsefesi İslâm’ı arıyor.” diyor.

“Komünizm bitmiş, ideolojiler bitmiş; kapitalizm kendi içinden zaten yıkıcı, tahrip edici bir hâl alıyor. İnsanlığa İslâm’dan başka ne kalıyor?” diyor.

“Beni etkileyen en önemli doktrin İslâmiyet’teki tevhid inancıydı. Özellikle İslâm hakkında çok çalıştım.”

Bununla birlikte îmânın sırf mantıkla verilmiş bir karar değil, mânevî bir çekim olma yönüne de dikkat çekiyor:

“Şeyh Abdülkādir Sûfî beni tasavvufla tanıştırdı. Ayrıca Alman felsefesi ve şiiri; bunların hepsi beni İslâm’a yaklaştırdı.”

“İslâm’ın ihtişamını, büyüklüğünü, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şerefini size gösterdikten, anlattıktan sonra başka kapı kalmıyor.”

Benim en çok dikkatimi çeken ise hidâyet hikâyesinden bahsederken;

“Avrupalı müslümanlar beni buldu…”

“Tartışmalar, konuşmalar sonunda beni ikna ettiler…” cümlelerini kurması… Bu cümleler, insanoğlunun yaratılış gayesine yönelmek için tebliğ ile uyarılmaya ihtiyacını gözler önüne seriyor.

Akāid ve kelâm ilminin mevzuları arasında mühim bir yere sahip olan; «Peygamberliğe İhtiyaç» bahsinde de dile getirildiği gibi, insan rûhu her ne kadar yaratıcısını tanımaya, yaratılış gayesini öğrenmeye ve bu gayeyi gerçekleştirmeye hazır olsa da bunu başarabilmek için muhakkak hidâyete vesile olan tebliğciye muhtaç… Nitekim bugün açıkça görebiliyoruz ki, dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu, hayatını anlamlı ve değerli hâle getirme arayışı içinde değil.

İhtiyaçlar hiyerarşisi fikrini ortaya atan psikolog Maslow her insanın öncelikle hayatta kalmak için lüzumlu olan maddî ihtiyaçları gidereceğini; sonra da güvenlik, sevgi, saygı gibi psiko-sosyal ihtiyaçları karşılamayı düşüneceğini söylüyor. Bunlardan sonra sıranın kendini gerçekleştirmeye geleceğini ileri sürüyor. Ancak dünyada hızla artan refah sayesinde, çoğu insan bu ihtiyaçlarını giderecek imkâna sahip olduğu hâlde sıra daha mânevî ihtiyaçlara gelmiyor. Aksine Kaliforniya sendromu adı verilen problem dünyada hızla yaygınlaşıyor; yani çoğu insan mânevî açlığını, zevk düşkünlüğü, sapkınlık, aşırılık ve türlü türlü bağımlılıklarla bastırmaya çalışıyor. Hattâ internet sayesinde haz ve eğlence düşkünlüğü hızla yaygınlaşıyor. Bu kişilerin çoğu; bir uyarıcı olmadığından dolayı, mânevî bunaltısını gidermek için hakikat arayışına yönelmiyor.

Çünkü insan, sadece çocukken değil, hayatı boyunca, öğrenme faaliyetlerini taklit ve içinde bulunduğu ortamdan kültürlenme yöntemiyle sürdürüyor. Bu sebeple hem hayatını sürdürme hem de hayatı değerli hâle getirme yöntemlerini içinde bulunduğu çevreden taklit yoluyla öğreniyor. İnsanların kāhir ekseriyeti ne kendilerine telkin edileni tenkit süzgecinden geçiriyor ne de daha iyisini arıyor. Hattâ çoğunluğun, alıştığından farklı bir haber getirenlere karşı direnmeye müsait bir yapıya sahip olduğunu söylemek de mümkün.

Öyleyse tebliğde bulunma, yani Allâh’ın Rasûlü vasıtasıyla bize tebliğ ettiği hakikat nûrunu insanlara ulaştırma vazifesinin önemi tartışılmaz. Çünkü Ebûbekir Beyin yaşadığı tecrübeye, altı milyar dünya vatandaşının ihtiyacı var. Fakat ne yazık ki içinde yaşadığımız çağın en büyük sıkıntılarından biri; müslüman toplumların, hem tarihten getirdikleri birikim sebebiyle, hem de içinden geçtikleri imtihanlarla mücadele etme yöntemleri vesilesiyle farklı meşreplere sahip cemaatler hâlinde yapılanmaları ve bu sırada da ifrat ve tefritlere savrulmaları…

İfrat ve tefritlere örnekler vermek bile bir yazıya sığmayacağı için daha ziyade doğru yöntemin tespiti üzerinde duracak olursak, tebliğde en önemli hususun, kimseden korkmayıp doğruyu söylemek olduğunu ortaya koyabiliriz. Âyette, Peygamberimiz’e;

“Ey Rasûl! Rabbinden Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah Sen’i insanlardan koruyacaktır.” (el-Mâide, 67) buyurulurken; insanlardan korkmaması, hoşlarına gitmeyecek bir kısmı gizlememesi, herhangi bir ikiyüzlülüğe başvurmadan gerçeği tebliğ etmesi emrediliyor.

İslâm dîninin hususiyetlerini mukayeseli bir şekilde tespit edecek olursak, en önemli hususun; İslâm’ın herhangi bir insanın kurduğu gizli bir tarîkat, siyasî bir teşekkül veya felsefî bir ekol gibi olmadığını görürüz. İslâm Allâh’ın dînidir, bu da bu dînin Allâh’ın bütün kullarına apaçık anlatılması gereğini ortaya koyar. Kimin kabul edeceği kimin etmeyeceği tebliğcinin meselesi değildir. Zaten tebliğ kelimesi bile bu hususta tebliğcinin bir mes’ûliyetinin olmadığının işaretidir. Ayrıca;

“Sana düşen yalnızca tebliğ etmektir.” mealindeki âyetler de aynı mânâyı te’kid eder.

Yine tebliğ etme emrine dair bütün âyetler; tebliğin, tebliğ edilenlerin hoşuna gitmesi için yapılmadığı, böyle bir şart taşımadığını ortaya koyar. Hattâ muhataplarının hoşlanmamaları ihtimalini ne derece göze alması gerektiğine dair bir âyette kullanılan bir terim, gerçeğin onları rahatsız edeceğini bile bile açıkça söylenmesi için teşvik edicidir:

“Sen, Sana emrolunanı tebliğ et, («fesda‘» yani çatlatırcasına veya baş ağrıtırcasına tam ısrar ile ve hiçbir şeyden çekinmeyerek emrolunduğunu açıkça beyan et) ve vazifeni yerine getir. Ve müşriklerden yüz çevir. (Sözlerine kulak verme, yaptıklarına aldırma, kendilerine önem verme.) Şüphesiz ki Biz alay edenlere karşı Sana yeteriz.” (el-Hicr, 94-95)

Âyetin tefsirine dair parantez içlerindeki açıklamalar, Arapça aslının edebî inceliklerini yansıtan, Elmalılı Hamdi merhumun tefsirinden alınmıştır. Bir rivâyete göre Peygamberimiz bu âyeti okurken işiten bir bedevî secdeye kapanmış;

“–Îman mı ettin?” diye soranlara;

“–Âyetin belâgati karşısında secde etmekten kendimi alıkoyamadım.” demiştir. Gerçekten öyle pervâsız, öyle tenezzülsüz bir tavırla yapılan bir ihtardır ki bu; muhatabında uyandırdığı tesir, böyle haşyet ile secdeye kapanmak şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Çünkü bu âyetler, Yaratıcı’nın yarattığına gönderdiği davettir. Bu kadar yüce bir makamdan gelen davetin, buna yakışır bir azamet ve celâl emârelerini taşıması beklenir. İşte âyette geçen «inanıp inanmamalarına aldırış etme» mânâsı tam da bu azamet ve celâlin işaretidir. Kur’ân-ı Kerîm’i okuyan hemen herkes onun üslûbundaki heybetten etkilendiklerini, yapmacıklık ve dolambaçlı propaganda dilinden uzak bu apaçık üslûba güven duyduklarını dile getirmişlerdir.

Hem bu ifadeler, tebliğcinin takınması gereken tavır konusunda önemli bir ipucu vermektedir. Bu tavır her şeyden önce tebliğ ettiği hakikate tam bir güven içinde olan insanın takınması gereken tavırdır. Tebliğcinin gizli saklı bir amacı veya insanları inandırıp ikna etmekle elde etmeyi hedeflediği bir menfaat söz konusu değildir. Kimseden bir karşılık beklemeyen, bir tek kul dahî ona inanmasa da vazifesini yapmış olmanın mükâfatını alacak olmanın emniyeti içinde olan elçiye de yakışan tavır öğretilmektedir. (eş-Şuarâ, 109, 127, 145)

Çeşitli âyetlerde:

“Sen onlara öğüt verip hatırlat, Sen ancak bir hatırlatıcısın. Dayatan bir zorba değilsin.” (el-Ğāşiye, 21-22)

“Dinde ikrah (bıktırma, nefret ettirme) yoktur, doğru yol ile sapıklık birbirinden ayrılmıştır.” (el-Bakara, 156) buyurulmasının işaret ettiği mânâ da budur: Tebliğcinin sizin inanıp inanmamanızdan dolayı uğrayacağı bir zarar söz konusu değildir; inanan kendisi için inanmış, inkâr eden kendi aleyhine inkâr etmiş olacaktır.

Bununla beraber insanları kurtuluşa davet eden bir davetçinin davet ettiği kişilere karşı nasıl rahmet ve şefkatle dolu olduğu, her ne kadar üzerine vazife olmasa da insanlar inanıp kurtulsun diye neredeyse kendini helâk edecek kadar çırpındığı da âyetlerle beyan edilir.

Kur’ân-ı Kerim’de farklı âyetlerde işaret edildiği üzere Rasûl’ün gönderiliş maksadı, insanların O’na uymak sûretiyle Allah tarafından sevilecek bir hâle ulaşması ve sonra O’nun cennetinde ebediyete kadar mesut olmalarıdır. Mademki davetin ve irşâdın nihâî maksadı insanların iyiliğidir, bunun da yakışır bir üslûpla olması gerekir. Nitekim, Rasûl’ün tavizsiz olmakla beraber; «yumuşak sözle» (Tâhâ, 44), «hikmetle öğüt vermesi» (en-Nahl, 125), «kendi nefisleri hakkında beliğ, etkileyici sözlerle va‘z u nasihat etmesi» (en-Nisâ, 63) emredilir.

Çeşitli âyetlerde bu davetin öncelikle «beşîr» yani ebedî saâdetle müjdeleyici olduğu, sonra «nezîr» yani kabul etmeyenler için tehdit ihtivâ ettiği de belirtilir:

“Muhakkak ki; Biz Sen’i hak ile hem bir beşîr hem de bir nezîr olarak gönderdik. Zaten, (nezîr) uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir ümmet yoktur.” (Fâtır, 24)

Kur’ân-ı Kerim’de geçen kelimeleri sayan kişiler; af ve mağfiretin cezadan, rahmetin azaptan kat kat fazla zikredildiğine şahit olmuşlardır. Tebliğci de bunu davet üslûbuna yansıtmalı, açık sözlü ve tutarlı olmak şartıyla, üslûp olarak müjdeleyici ve sevdirici olmalıdır. Kısacası tebliğci; sadece İslâm’ı olduğu gibi anlatmaya, insanlara ulaştırmaya çalışmalıdır.