İSLÂM, GÖNÜLLERİN FETHİDİR!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Tarihten beri gerçekleştirdiğimiz bütün fetihlerin özünde bir mesaj var:

Müjde-i Peygamber.

Her müjdenin de bir şartı var:

Şahsiyet-i Peygamber.

O şahsiyetin de sırrı:

Dîn-i Mübîn-i İslâm.

Onun da bütün tecellîsi:

Gönüllerin fethi.

İşte bu sırrı anlayarak mükemmelleşen ve ancak bu yüce kıvam ile feth-i mübinlere yönelen gönüller, gerçek mânâda birer fatih oldular.

Çünkü onlar, fethin mesajını sadece Hazret-i Peygamber’den aldılar. Onu gaye ve aşk edindiler. Bu gaye ve aşka da hiçbir ayrı damla katmadılar, gönül sâfiyetleri içinde onu gerçekleştirme yolunda kendilerini ve her şeylerini fedâ ettiler.

Çünkü onlar, fetih mesajında en mühim hususun gönüller fethetmek olduğunu idrak ettiler.

Bu sebeple maksatları;

Hiçbir zaman kuru bir cihangirlik olmadı. Kanlı çekişmelere kapılmadılar. Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamak gibi bir hırsın kurbanı olmadılar.

Fethin mesajını daima doğru okudular. Fethin; öldürmek değil, diriltmek olduğu idrakiyle büyük destanlar yazdılar. Onları gören ülkeler ve kıt’alar İslâm’a koştu. Afrika da böyle müslüman oldu, Endülüs de böyle müslüman oldu, Türkistan da böyle müslüman oldu, Anadolu da böyle müslüman oldu, Balkanlar böyle müslüman oldu, Kostantıniyye de böyle İslâmbol / İstanbul oldu.

Coğrafî sınırlarımız 24 milyon kilometrekareye böyle ulaştı. Gönül sınırlarımız ise bütün dünyayı böyle içine aldı.

Çünkü maksat; hep gönüldü, hep gönüldeydi, hep gönüldendi, daima gönülleydi.

Çünkü müjde-i Peygamber’deki fethin sırrı da buydu, hakikati de buydu.

Dolayısıyla;

İslâm tarihindeki çoğu kere nice imkânsızın bile gerçek olduğu bütün fetihlerin özünü net görmek ve anlamak için bakılması gereken yegâne sayfalar, Hazret-i Peygamber’in gönül fetihleriyle dolu emsalsiz ve silinmez altın yapraklardır.

Çünkü O’nun savaşları bile hakikatte, baştan sona gönül fetihleriyle müzeyyendir.

O’nun her muharebedeki mukaddes hâtıraları dikkatle incelendiğinde görülür ki;

Bedir’deki zafer de, gönüller fethiydi.

Uhud’daki dirâyet de, gönüller fethiydi.

Hendek’teki muvaffakıyet de gönüller fethiydi.

Hayber’deki destan da gönüller fethiydi.

Tebük’teki muhteşem sabır ve sebat da, hep gönüller fethiydi.

Mekke’nin alınışı da, bambaşka bir gönül fethi olarak gerçekleşti.

Medine ise, zaten tamamen gönül fethinden ibaretti.

Hazret-i Peygamber’in emriyle Medine’ye İslâm’ı tebliğ ve tâlim için giden genç sahâbî Mus’ab, orada büyük bereketlere ve İslâm’ın inkişafına vesile oldu. Evinde kaldığı Es’ad bin Zürâre ile bir gün Zaferoğulları’nın bahçesine gitti. Onlar kuyu başında sohbet ederlerken Abdüleşheloğulları’dan Sa’d bin Muâz, Üseyd bin Hudayr’a dedi ki:

“‒Ey Üseyd! Sen başkasının yardımına ihtiyacı olmayan bir kimsesin. İşini de gayet iyi bilirsin. Şimdi bizdeki zayıfların îmanlarını değiştirmek için semtimize gelen şuradaki adamlara git ve onları buradan uzaklaştır! Bunu kendim hallederdim ancak biliyorsun Es’ad benim akrabam.”

Duyduğu sözlerle tahrik olan Üseyd, hızla mızrağını kaptı, fırlayıp gitti ve hayli öfkeli ve tehditkâr konuştu:

“‒Burada sizin ne işiniz var? Ey Es’ad! Getirdiğin yabancı, içimizdeki zayıfların îmânını bozsun diye mi? Sakın böyle bir şeye bir daha cesaret etme! Şayet ölmek istemiyorsanız burayı derhâl terk edin!”

Ârif bir gönlü olan Mus’ab Hazretleri, sükûnetle karşılık verdi:

“‒Azıcık oturup da anlattıklarımı işitmek istemez misin? Görüyorum ki, akl-ı selîm bir kişiliğin var. Dinle; dediklerimi beğenmezsen kabul etmezsin, sadece beğendiğin takdirde kabul edersin!”

Üseyd’in aklına yattı;

“‒Söylediğin mantıklı ve doğru bir yaklaşım.” dedi.

Elindeki mızrağı yere sapladı. Oturup dinlemeye başladı.

Hazret-i Mus’ab da, ona Kur’ân okuyarak İslâm’ı anlattı. Üseyd duydukları karşısında yumuşadı, hele Kur’ân-ı Kerim kalbine işledi. Hidâyet nûru hem özüne hem yüzüne aksetti. Büyük bir hayranlık ve heyecan içinde;

“‒Ne yüce, ne güzel kelâm bu! İslâm’a girmek için ne yapmak gerek?” dedi.

Sonra;

Hazret-i Mus’ab ile Hazret-i Es‘ad’ın anlattıkları şekilde gusletti. Giysilerini de tertemiz yaptı. Sonra ihlâsla kelime-i şahâdeti söyledi. Sonra namaza durdu, iki rekât kıldı. Sonra şöyle dedi:

“‒Arka tarafta öyle bir kimse var ki, eğer o size bağlanırsa, kabîlesinden bir kişi bile ona karşı çıkmaz. Sa’d bin Muâz’dır o. Hemen gidip onu da size yollayayım.”

Sa’d bin Muâz da oraya geldiğinde oldukça öfkeliydi. Lâkin aynı şekilde Hazret-i Mus’ab’ı dinleyince içten bir kabul ile o da îmân etti. Ardından derhâl ahalisini topladı ve sordu:

“‒Beni nasıl bilirsiniz ey Abdüleşheloğulları?”

Herkes;

“‒Bizlerin seyyidisin, fikir bakımından da emîrimizsin ve en üstünümüzsün!” dedi.

O zaman Hazret-i Sa‘d şu açıklamayı yaptı:

“‒Allâh’a ve Rasûlü’ne sizler de kelime-i şahâdet getirinceye dek, kadınlarınızla da erkeklerinizle de konuşmayı kendime haram ediyorum.”

Böylece akşam oluncaya kadar bu aşîretteki herkes o gün İslâm’a dâhil oldu. (İbn-i Hişâm, II, 43-46; İbn-i Sa’d, III, 604-605; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, I, 112-113)

Bu gönül fetihleri sebebiyle Hazret-i Peygamber buyurdu:

“Medine Kur’ân’la fethedildi.” (Bezzâr, Müsned, no: 1180; Rudânî, no: 3774)

Yine asr-ı saâdetten;

Yine müstesnâ gönül fetihlerine bir misal:

Umeyr bin Vehb…

Mekke devrinde Hazret-i Peygamber’e ve ashâbına yaptığı ezâ ve cefâlar ile meşhurdu. Kureyş’in ileri gelenlerinden cin fikirli bir müşrikti. Oğlu Vehb de, Bedir’de esir düşmüştü. Bir defasında Bedir’de olanları konuşurken dostu Safvan bin Ümeyye, Umeyr’e dedi ki:

“‒Yemin olsun, bu vaziyete düştükten sonra yaşamak boşuna!”

Umeyr hırslandı:

“‒Andolsun ki dediğin doğru. Ardımda borcum ve açlıktan ölür diye endişe ettiğim ailem bulunmasaydı, kesinlikle şu an kalkıp Muhammed’i öldürmeye giderdim. Üstelik onlar nezdinde de geçerli bir bahaneye sahibim. Ellerindeki esir oğlum sebebiyle yanlarına geldiğimi söylerim. İşittim ki, oğlum dışarıya çıkabiliyormuş.”

Bu ifadeler karşısında Safvan’ın yüzü güldü;

“‒Merak etme, artık borçların benimdir. Hepsini veririm. Ev halkının geçimleri de yaşadıkları müddetçe benimkilerle beraber bana aittir.” dedi.

Bu teminatı alan Umeyr, kılıcını keskinleştirdi ve üzerine zehir sürdü. Safvan tarafından hazırlanan yolluğu aldı, bineğine atladı. Doğruca Mescid-i Nebî’ye geldi. Kılıcını kuşandı ve devesini bağladı. Onu görür görmez Hazret-i Ömer;

“‒Allah düşmanı Umeyr bu! Onun buraya gelişi vallâhi ancak şer için olur. O değil miydi Kureyş ile aramızda fesat çeviren? O değil miydi Bedir günü adedimizi müşrik Kureyşliler nâmına hesap eden?” diye düşündü ve hemen Hazret-i Peygamber’in huzûruna çıktı, haber verdi:

“‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah düşmanı şu Umeyr, boynunda kılıç burada.”

Hazret-i Peygamber buyurdu:

“‒Yanıma getir!”

Hazret-i Ömer, kılıcının kayışını kavrayarak onu getirdi. Oradaki ensâra da tembihledi:

“‒Allah Rasûlü’nün yanında bulunun ve O’nu bu kötü kişiden muhafaza edin. Şüphe yok, bu habîse hiç güvenilmez!”

Ancak Hazret-i Peygamber, sekînet içinde;

“‒Yâ Ömer, onu engelleme! Yâ Umeyr, sen de yakınıma gel!” buyurdu ve geliş sebebini sordu.

Umeyr, tasarladığı cevabı verdi:

“‒Oğlum sizde esir. Gelişim, onun için. Dileğim, ona kerem etmeniz.”

Hazret-i Peygamber, yine sordu:

“‒Madem öyle, şu kılıç niye boynunda?”

Umeyr, yine plânladığı gibi konuştu:

“‒Kılıçlara Allah lânet etsin! Bizde onlar neye yaradı ki!..”

Hazret-i Peygamber, tekrar sordu:

“‒Doğru anlat bana! Geliş sebebin nedir?”

Umeyr, bahanesinde ısrar etti:

“‒Diğer bir sebep yok. Oğlum sizde esir. Gelişim, sadece onun için.”

Bu defa Hazret-i Peygamber şöyle sordu:

“‒O hâlde söyle; Hicr’de Safvân’a ne şart koştun?”

Umeyr, birden korkuyla geveledi:

“‒Ne şart koşmuşum ki ben ona?”

Nihayet Hazret-i Peygamber, onların arasındaki lâkırdıları kelimesi kelimesine tekrar etti ve buyurdu:

“‒Yüce Allah, gerçekleştireceğin işle senin arana müdahale etti, seni engelledi.”

Bu tecellî karşısında Umeyr’in gönlü îmân ile nurlandı, dedi ki:

“‒Ben de şahâdet ediyorum: Hiç şüphesiz Sen Rasûlullah’sın! Ey Allâh’ın Rasûlü! Sana vahiy indiğini, gökten Sana haber geldiğini biz hep inkâr ederdik. Meğer hepsi hakikat imiş. Zira bu meseleyi Safvan ve benden başka kimse bilmiyordu. Yemin ediyorum, bu meseleyi Sana ancak Allah bildirdi. O Allâh’a hamd olsun, beni buraya getirdi ve huzûrunda İslâm ile şereflendirdi.”

Bu hayırlı netice üzerine Hazret-i Peygamber buyurdu:

“‒Yeni kardeşinize İslâm’ı iyice öğretiniz! Bunu, ona Kur’ân’ı tilâvet ile yapınız. Esir oğlunu da âzâd ediniz.”

Bu tâlîmât-ı Peygamber, harfiyyen hemen uygulandı. Ardından Umeyr, izin talep etti:

“‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Şimdiye kadar ben, ehl-i îmâna nice ağır işkenceler gerçekleştirdim, nûr-i ilâhîyi söndürmek için uğraştım. Şimdi izin ver, Mekke’ye döneyim de oradaki müşrikleri, bu defa Allâh’a ve Rasûlü’ne, yani İslâm’a çağırmak için ter dökeyim. Belki Allah, onlara da hidâyet buyurur.”

Allah yolunda yeni yeşeren bu aşka Peygamber Efendimiz müsaade etti.

O esnada;

Bütün bunlardan habersiz olan Safvan bin Ümeyye, Mekkeli müşriklere kendince müjde veriyordu:

“‒Az kaldı; birkaç gün. Hepinizin sevineceği bir haber gelecek. Size Bedr’in acısını unutturacak çapta bir haber o!”

Hangi kafileye rastlasa malûmat soruyordu. En sonunda bir atlıdan Ümeyr’in îmân ettiği haberi geldi.

Bu arada Umeyr de, Mekke’ye döndü. İslâm’ı tebliğe başladı. Engel olmaya çalışanları tersyüz etti. Onun basîretli ve cesur gayretiyle nice gönüller hidâyete erişti. Bir gün o Kâbe’de iken Safvan ile karşılaştı, hemen seslendi:

“‒Ey Safvan! Sen ileri gelenlerimizdensin! Görmüyor musun taptığımız ve uğruna kurban kestiğimiz bu şeyler, kupkuru taş! Böyle din mi olur? Tereddütsüz şahâdet ediyorum ki, Allah’tan başka ilâh yok! Yine tereddütsüz şahâdet ediyorum ki, Muhammed de O’nun kulu ve rasûlü!”

Safvan sustu kaldı; hiçbir şey diyemedi. (İbn-i Hişâm, II, 306-309; Vâkıdî, I, 125-128; İbn-i Sa’d, IV, 199-201)

Hâsılı;

Peygamber’i öldürmeye gelen Umeyr, O’nda işte böyle dirildi.

Çünkü O, onun gönlünü fethetmişti.

Hazret-i Ömer de O’nu öldürmeye gelirken dirilmiş ve şöyle demişti:

Bu nâm Ömer, Seni öldürmek istiyordu bugün,
İşitti âyet-i Tâhâ’yı, âşık etti özün!
En özge sevgili oldun cihân içinde bana,
Şahâdet eyliyorum ben fedâ olup da Sana!..
Kılıçla cânını almak için gelen bu Ömer,
Şu anda cânını vermek için emir bekler!.. (Seyrî)

Hazret-i Peygamber’i öldürmeye gelip dirilenlerden biri de Fedâle isimli bir Mekkeli…

Fedâle, Mekke fethinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i öldürmek kastıyla iyice O’na yaklaştı. Hazret-i Peygamber, ondaki kötü niyeti mânen biliyordu. Hiçbir endişe ve öfke sergilemedi. Sadece şefkat ve merhamet kanatlarını açtı ve sordu:

“‒Sen Fedâle’sin değil mi?”

“‒Evet.”

“‒Yâ Fedâle! İçinde tasarladığın kötülükten tevbe et, istiğfarda bulun!”

Sonra Peygamber Efendimiz, mübârek elleriyle Fedâle’nin sadrını sıvazladı. Hemen o demde Fedâle’nin kötü fikri aklından uçtu gitti, gönlü eridi, içi hidâyet nûru ile lebâleb oldu. Böylece bir anda onun için Hazret-i Peygamber, varlıkların en sevgilisi hâline geldi. (İbn-i Hişâm, IV, 37; İbn-i Kesîr, es-Sîre, III, 583)

İşte gönül fethi!

İşte İslâm!

İşte hidâyet!

Yine;

Mekke’nin fethi günü.

Yıllardır işkence ve zulmün her çeşidini Peygamber Efendimiz’e revâ gören, O’na akıl almaz bin bir ezâ ve cefâda bulunan Mekkeli müşrikler; o fetih günü, âciz bir şekilde O’nun huzûrundaydı. Hepsinin başları büküktü. Çünkü en ağır cezalara müstehak idiler. Kimileri ise sadece öldürülmeyi hak etmişti. Onu bu şehirden kovanlar, şimdi bu şehirde O’nun huzûruna medet umarak gelmişti. Herkes, bir zamanlar hor görüp eziyet ettikleri yetimin önünde hakir vaziyetteydi. Bir zamanlar hiç acımadıkları öksüzden merhamet dileniyorlardı. Bir zamanlar insaf etmeden açlığa mahkûm ettikleri yoksul garipten lütuf ve bağış istiyorlardı. Hepsinin kaderi, O’nun vereceği karara bağlıydı. Perişan özler, meraklı gözler ve ümitli sözlerle bekleşiyorlardı. Acaba ne olacaktı?

Bütün sesler kesildi.

Nefesler tutuldu.

Hazret-i Peygamber, konuşmaya başladı:

“‒Ey Mekkeliler!

Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi Ben de diyorum ki:

«…Size bugün;

•Hiçbir başa kakma ve ayıplama yok!

•Allah sizi affetsin!

•O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92)

Haydi;

Emniyet içinde gidiniz, artık hepiniz âzat ve hürsünüz…

Bugün;

Merhamet günüdür!

Bugün;

Yüce Allâh’ın İslâmiyet ile Kureyşlileri kuvvetlendirip üstün kılacağı bir gündür…”

İşte gönül fethi!

İşte İslâm!

İşte hidâyet!

O gün bu fetihle gönüller fevç fevç, kafile kafile îmâna koştu, İslâm’a koştu. (bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143)

Gönül fethi işte bu.

Yine;

Mekke’nin fethi günü.

Ebû Süfyan, Kâbe’de derin düşüncelere dalmış oturuyordu. Baktı; önde Hazret-i Peygamber, ardında müslümanlar yürüyorlardı. İçine bir kuruntu düştü:

“‒Yeniden Muhammed’e karşı bir ordu oluştursam mı acaba? Onunla tekrar savaşsam mı acaba?”

Tam o sırada Hazret-i Peygamber, ona doğru geldi, başında durdu ve mübârek eliyle iki kürek kemiği arasına vurdu:

“‒O takdirde Allah da seni rezil bir zavallı eder.”

Ebu Süfyan, silkinip kafasını kaldırdı, Hazret-i Peygamber’i gördü ve itiraf etti:

“‒Peygamber olduğuna tam mutmain olamamıştım. Şimdi zihnimdeki kuruntular dolayısıyla Allâh’a mutmain bir şekilde tevbe ediyorum. O’ndan merhamet ve af diliyorum.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 296)

İşte İslâm!

İşte gönül fethi!

İşte;

21 yıl gibi uzun bir zaman bütün düşmanlıklarına ve saldırılarına sabrede sabrede kazanılan bir gönlün fethi.

Hiç şüphe yok ki bu fethin saltanat ve ihtişamı, onu gerçekleştirecek bir gönül kıvamından geçmektedir. En zor zamanlarda da, en şiddetli muharebelerin ortasında da hiç kendini ve dirâyetini kaybetmeyen ve daima hidâyete vesile olabilen bir gönül kıvamı bu.

Hazret-i Peygamber’in ashâb-ı kirâma bilhassa tâlim ettiği bir kıvam.

Misaller çok:

Hayber fethinde Hazret-i Peygamber, sancağı Hazret-i Ali’ye verdi ve buyurdu:

“–Haydi yâ Ali, ilerle! Sağa-sola bakma; tâ ki Allah fethi nasîb eyleye!”

Hazret-i Ali, ileri atıldı. Ancak bir an duraklayıp geri dönmeden sordu:

“–Yâ Rasûlâllah! Savaşım, onların ne yapmaları için olsun?”

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu:

“–Onlar; «Allah’tan başka ilâh yok! Muhammed de Allâh’ın Rasûlü!» deyinceye dek kendileriyle savaş. Şahâdet getirdikleri vakit -dînin yasaklarını çiğnemedikçe- kanlarını ve mallarını senden muhafaza etmiş olurlar. Artık asıl hesapları(nı görmek ise) Allâh’a mahsustur. (Bu hususta) acele etme; gayet sâkin bir şekilde yanlarına git. Evvelâ onları İslâm’a çağır!

Eğer;

Senin bu davetinle bir kişi müslüman olsa, bu, sana kızıl develer verilmesinden daha hayırlıdır!..” (Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 32-34; Heysemî, VI, 151)

İşte;

İllâ gönül fethi.

İllâ İslâm hidâyeti.

Onlar işte böyle fethettiler.

Neye mal olursa olsun asla nefislerini karıştırmadan illâ gönüller kazandılar.

Hiç unutmadılar;

Ancak nefis karışmazsa gönül, gönüldür. O sahâbe-i kiram, illâ bunun tahsili ve mücadelesi ile yetişti, böyle zirveleşti. Hazret-i Ali, kanlı bir savaşta bile rakibini tam öldürecekken o düşmanın tutup da yüzüne tükürmesi üzerine derhâl onu öldürmekten bu hikmetle vazgeçti.

Şimdi;

Düşman bir tarafa, nefislerinin istemediği bir davranışı yaptığının bahanesi ve öfkesiyle can kardeşine bile canavar kesilen gafiller yüzünden dünyada ve özellikle İslâm coğrafyalarında neler harap oluyor neler! Nice mânevî harap oluşların oluşturduğu boşluklardan sızan düşman ellerinde nice müslüman memleketleri harap. İnsanlar ve vicdanlar harabe.

Hazret-i Ali’yi ve malûm hâdiseyi biraz daha açarak bir kez daha okumalı:

O, bir muharebede müşrik rakibini yere devirmişti. Kılıcını tam saplayacaktı ki, düşman onun yüzüne tükürdü.

Tertemiz bir yüze, bu tükrük, ne kadar ağır bir hakaretti.

Hele can pazarı bir meydanda;

Bu tükrük, gazap ve hırs damarını çatlatan zehirli bir iğne gibiydi.

Bu tükrük; sadece nurdan ibaret bir aya, sanki kuduz bir köpek havlayışıydı.

Bu tükrük, sabrı bile çılgınlaştıracak çapta kirli bir tokattı.

Fakat hayret!

Hazret-i Ali, birden kılıcını yere indirdi.

Düşmana saplamadı.

Hayret!

Herkesin öfkesini alevlendiren kötü bir davranış, onun öfkesini söndürmüştü.

Hayret!

Ne olmuştu da, her savaşta yıldırım kesilen Zülfikar sahibi, birden rahmet bulutuna dönmüştü?

Hayret!

Göğüs kafeslerini daraltan saygısız bir muamele, Hazret-i Ali’nin sadrına genişlik vermişti.

Böylece o;

Altına aldığı düşmanı öldürmekten vazgeçti.

Can ümidini yitirdiği anda tekrar hayata dönen o zavallı da, hayli şaşırdı:

“‒Ey Ali! Tam öldürecektin, vazgeçtin! Niçin? Maksadın, kılıçsız olarak mı can almak?”

Allah Arslanı Hazret-i Ali dedi ki:

“‒Ey hayata tekrar dönen!

Bilesin ki, ben tuttuğum şu Zülfikār’ı sadece Allâh’ın emriyle kullanırım. Zinhar, nefis isimli putun emriyle kılımı kıpırdatmam. Ellerim, ancak Allah emriyle Hayber kalesindeki devâsâ kapıyı da söküp parçalar. Fakat nefs putunun emriyle ise, bir yaprak bile koparmam. Nefesim, ancak Allah emriyle gürleyerek kocaman dağları da taşları da toz eder. Fakat nefs putunun emriyle ise, sinek kanadı kadar bile ses çıkarmam.

Yani ey kişi!

Seni sırf Allah için yere devirmiştim, sırf Allah için öldürecektim. Fakat, tuttun yüzüme tükürdün. Nefsimle nefsini karşı karşıya getirdin. O zaman iş değişti. Savaş, artık nefse galibiyet savaşı hâline geldi. Ben de hemen şeytana «eûzü» mızrağını sapladım ve sana kaldırdığım kılıcı nefs putunun başına indirdim. Her vakit olduğu gibi yine sadece Allâh’ın emrine koştum. Sadece O’nun rızâsına koştum. Yüce Rabbimin, Kur’ân’da; «Onlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler!» diye methettiği bir olgunlukla daima gönüller fetheden o bahtiyar gönüllerden olmaya koştum.

Bu sebeple;

Sen bana çirkinliği revâ görürken, ben sana güzelliği lâyık gördüm.

Sen bana diken fırlattın, ben sana can gülü takdim ettim.

Sen bana öfke ve hakareti seçtin, ben sana affı ve merhameti tercih ettim.

Sen beni ziyan içinde batırmak için kötülemeye kapıldın, ben seni de kurtaracak bir ahlâk içinde yüce medh u senâya ve övgüye yöneldim.

Sen beni ateşe yuvarlamayı arzuladın, ben seni cennete çekmeyi murâd ettim.

Sen beni tâciz uğruna lekelemeyi sevdin, ben seni tertemiz edebilmek uğruna sonsuz rahmete olan sevdamı artırdım.

Şimdi ey yaralı gönül!

Benimle o sevdaya, o hidâyete, o rahmete haydi desem, ne dersin?”

Düşman adamın gönlü, yaşadığı emsalsiz ahlâkın ardından duyduğu bu inci gibi sözlerle ırmaklar misali coştu. Nûr-i hidâyetin kapısına aktı. Mübârek kapı açıldı. O da, hiç beklemeden içeri girdi. Ne diyeceğini bilemiyordu:

“‒Ey Ali! Nefsim seni kötü kimselerle kıyas yüzünden çok yanlış tanımış! Kendi körlüğümden sendeki güneşi görememişim. Öyle bir ölçü gösterdin ki bana, gözüm de açıldı, gönlüm de. Artık güneşi de görüyorum, hilâli de. Sen bana kurtuluş kapısı oldun. Senin kapından aşk ile girdim. Girer girmez gerçek ve sonsuz ilmin en yüce şehrine ulaştım. Anladım ki o emsalsiz ilim şehri, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Artık ben de senin gibi O’nun O’na gönül vermiş bir âşığıyım, mecnûnuyum, bendesiyim.

Anladım;

O peygamberler sultanı öyle bir nur ki, O’ndan emsalsiz ve sayısız yıldızlar serpiliyor âleme. Göklere ve yerlere. Dünyaya ve âhirete.

Bundan sonra artık kalan ömrüm O’na kurban olsun!”

İşte gönül fethi.

İşte İslâm!

İşte hidâyet!

Böyle bir gönül fethi için;

Âşikârdır ki, illâ ehl-i gönül olmak şart.

Çünkü hiçbir hırsla, öfkeyle ve zulümle gönül fethedilemez.

Bu bakımdan;

Her gönül, gönülleri fethedecek bir yiğitliğe nâil değildir. Çünkü o yiğitlik, lâkırdı ile değil, sadece tertemiz bir yaşayışın nimetidir.

Yani;

Bir gönül, Hakk’ın nazar ettiği parıl parıl bir ayna-i Muhammed olmadan, gerçek mânâda gönül fatihliğine mazhar olamaz. Belki herhangi bir takım gibi adam toplar, herhangi bir alışveriş merkezi gibi müşteri oluşturur, ama hakikî veçhesiyle gönül kazanmış olmaz.

Çünkü gönül kazanmak demek,

O’nu da ayna-i Muhammed hâline getirerek Hakk’a arz edebilecek kıvama ulaştırmak demek.

Dikenli yürekleri cennet gülleri ve gönülleri hâline getirebilmek demek.

Vahşîleri yahşî edebilmek demek.

Çirkinliği güzel yapabilmek demek.

Kâfiri mü’min etmek, münafığı muhlis etmek, öldürmeye geleni diriltmek demek.

Yani gönül fethetmek, asla;

İnsanların belâlı yanlışlarına göz yummak, kötülüklerini düzeltmeden olduğu gibi bırakmak ve felâketlerine sebep olacak hüsranlarına ses çıkarmamak sûretiyle oluşturulan hileci ve geçici bir câzibe yaklaşımıyla taraftar toplamak değildir. Aynı kötü yaklaşımla gönülleri ele geçirmek metodu etrafında kitleler oluşturmak da, gönül fethi değildir. Bunlar, açıkça insâniyeti şeytan maharetiyle işgaldir ve bir başka zulümdür.

Hiç unutmamalı:

Şeytanı mağlûp edemeyen bir dirâyetsiz, asla gönül kazanamaz!

Nefsi alt edemeyen bir gafil, hiçbir gönlü fethedemez!

Mikrobu yenemeyen doktor veya hasta da, şifâ isimli bir zafere ulaşamaz!

Bunun için gerçek fatihler;

Her şeyden önce illâ İslâm’ı en güzel şekilde yaşadılar, yaşattılar.

İllâ Allâh’a ve Peygamber’e canla başla tâbî oldular.

Gönül verdiler, gönülleri fethettiler.

İşte bu, gerçek bir fetih oldu.

İşte böyle bir hakikatten feth-i mübinler doğdu.

İstanbul doğdu.

Müjdeler peş peşe tecellî etti.

O hâlde;

Dünyada ve âhirette Hazret-i Peygamber’den bir müjdeye talip olanlar, öncelikle O’na gönül vermeyi iyi bilmelidirler. İslâm’ı da ömür boyu gönüller fethederek en güzel şekilde yaşamalıdırlar.

Gerçekleştirenlere ne mutlu!

Onlara yeni fetih müjdeleri mübârek olsun!..