BİR AÇIDAN DEĞİL HER AÇIDAN
YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com
İki âyet-i kerîme:
“İnsanlardan kimi Allâh’a yalnız bir yönden kulluk eder.
Şöyle ki: Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir). (Böyle yapan kişi) dünyasını da, âhiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.” (el-Hacc, 11)
“İnsanlar kendi aralarındaki (din) işlerini parça parça böldüler. Her grup kendilerinde bulunan (fikir ve davranış) ile sevinip böbürlenmektedir.” (el-Mü’minûn, 53)
Birinci âyet daha ziyade, ferdî hayattaki seçmeciliği; ikincisi ise bunun topluma yansımasını göstermekte. Mü’minûn Sûresi’ndeki âyetin öncesinde, dağılmadan önceki birlik vurgulanmakta:
“İşte bu dîniniz, esasta bir tek dindir; (İslâm dînidir, tevhid dînidir). Ben de Rabbinizim. Öyleyse (bu tevhîdi kaybedip, dîni parçalamak sûretiyle) Ben(im gazabıma uğramak)tan sakının.” (el-Mü’minûn, 52)
Dağılmadan sonraki âyette ise, bunun tükenişe doğru götüren bir gaflet girdabı olduğu beyan edilmekte:
“(Ey Habîbim!) Sen onları bir zamana kadar, gaflet ve şaşkınlıklarıyla baş başa bırak!” (el-Mü’minûn, 54)
Geçmiş dinlerin nasıl bozulduğunun da bir izahı…
Mesaj açık:
Allâh’a her cihetten îmân etmeli… Peygamber’in sünnetine her yönden tâbî olmalı. Seçme yapmaya kalkmamalı.
Bu o kadar önemlidir ki;
Namazda kırâat rüknünün mekruhları içinde bir incelik karşımıza çıkar: İlk rekâtta okuduğumuz sûreden sonra bir sûre atlayıp ikinci rekâtta bir sonraki sûreyi okumak mekruhtur. O sûreyi kasten atlamış gibi bir görüntü vermek hoş karşılanmamıştır.
İslâm dairesine «kâffeten» girmeli… (el-Bakara, 208)
Aksi hâlde ortaya konulan şeylerin Kur’ân ve Sünnet’te bir yönden referansı olsa da bütüne muhâlif ve muârız yönleri bulunabilmekte.
Bu daralma; bilhassa, bir mezheb, bir meşreb, bir meslek meydana gelirken daha fazla öne çıkmakta. Çünkü bir topluluk kendini farklılıklarıyla beyan eder.
Meselâ fıkıhta Kûfe ve Medine okulları elbette ağırlık verdikleri yönlerle birbirinden ayrılır. Biri akıl diğeri nakil… Fakat; ne Kûfe, nakli terk etmiştir, ne de Medine aklı… Aradaki fark, daha ziyade sistemin mantığı ve öncelikleri ile ilgilidir. Birinin birinci sıraya koyduğunu, diğeri ikinci sıraya koymuştur o kadar.
Dolayısıyla, ikisinin de kıblesi ve yönü tek: Sahih İslâm…
Fakat; Mûtezile kaderi, Cebriyye iradeyi inkâr ederken, âyet ve hadisleri cımbızladılar. Tek yönlü seçimler yaptılar. Bütünlüğü, vahdeti, her yönüyle teslîmiyeti kaçırdılar. Başlangıçtaki milimetrik bir istikamet değişikliğinin, hedefte ne büyük sapmalara sebep olacağı açık. Dolayısıyla tek yönlü, seçtiğiyle yetinen anlayışlar inhirâf ile neticelendi.
Devrimizde de İslâm’ın mesajını muhataba iletmekte bu büyük problemle karşı karşıyayız.
Müşahhas misaller verirsek;
Kimi dînin cihad emri noktasına eğiliyor. Onun için din, cihaddan ibaret. Hattâ cihâdın da sadece -tabiri caizse- konvansiyonel olanı. Sloganlar, eylemler hâlinde bir gençlik hareketi… Sadece şuurlanma, tepki, dik duruş… “Kâfirlere karşı şiddetli” vasfının içini fazlaca doldurup, bunu neredeyse mü’min-kâfir herkese yansıyacak bir tavır hâline getirmek… Öyle ki, «kendisi gibi» cihad etmeyenlere de şiddetli!
Kimi ise, dînin pasif direniş mesajlarına sarılıyor. Sabır, erteleme, müsamaha, diyalog, af… Bu anlayışa göre de cihad sadece «gayret etmek» demek. Birlikte yaşamak, çoğulculuk düşüncesi çok baskın. Neredeyse inançlarından dolayı özür dileyecek derecede; te’vilci, te’lifçi, yorumcu gevşeklik. Dîni tebliğ edebilmek için önce kuşa çevirmek.
Bu iki hareket tarzının da elbette referans aldıkları noktalar var. Fakat âyet-i kerîmelerin uyardığı gibi, tek yönlü, cımbızlanmış noktalar…
Kur’ân, sünnet ve asr-ı saâdet tecrübesi de diyebileceğimiz siyer-i Nebî’de; savaşa hiç müsaade edilmeyen bir dönem de yaşandı, herkesin cihâda koştuğu bir devir de… Bütünü almak, her ikisini de İslâm’ın içinde yerli yerine oturtur.
Her hâlükârda asr-ı saâdet tecrübesindeki örnekte, bugün yansımalarını gördüğümüz problemler yoktu. Çünkü onlar bir sürece ait geçiş dönemleri iken, bugün o geçiş dönemlerindeki uygulamalardan yalnızca birini model alıp, onun üzerine bir sistem inşa edenlerin, yanlış uygulamalarından bahsetmiş oluyoruz.
Meselâ, tedrîcîlik prensibi de istismara uğrayabiliyor. Tedrîcîlik, mesajın özünü gizlemek ve muhatabı davet edilen şey konusunda kandırmak değildir.
Tedrîcîlik denilince aklımıza gelen içki yasağını düşünelim. Evet, bu yasaklama dört merhalede hicretten 4 sene sonra tamamlandı. Fakat Hazret-i Peygamber, hiç içki içmeyerek tavrını ortaya koyuyordu. En yakın arkadaşlarından Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- da hiç içki içmemişti. Fiilî olarak içki ortadan kaldırılmıştı.
Tesettür emri de hicretin beşinci yılında farz oldu. Fakat hicretten de önce yaşanan, aynı zamanda Efendimiz’in tebliğ için katlandığı çileleri de gösteren şu misale bir bakalım:
Müdrik el-Ezdî anlatıyor:
“Babamla birlikte (câhiliyye) haccı yapıyordum. Mina’ya gelip konaklayınca bir toplulukla karşılaştım. Babama sordum:
«–Bu cemaat ne için toplanmış?»
«–Kavminin dînini terk etmiş olan şu kişi için.» dedi. İşaret ettiği tarafa bakınca Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i gördüm:
«–Ey insanlar! ‘Lâ ilâhe illâllah’ deyiniz de kurtulunuz!» diye sesleniyordu.
İnsanlardan kimi O’nun yüzüne tükürüyor, kimi başına toprak saçıyor, kimi de O’na sövüp sayıyordu. Öğleye kadar bu hâl devam etti. O sırada, yakası açılmış bir kız, içinde su bulunan bir kap ve elinde bir mendil olduğu hâlde geldi. Ağlıyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz kabı alıp sudan içti, elini yüzünü yıkadı. Başını kaldırıp;
«–Yavrucuğum, yakanı başörtünle ört! Baban hakkında, tuzağa düşürülüp öldürülecek ve zillete uğrayacak diye korkma!» buyurdu.
Bunun kim olduğunu sorduk; «Kızı Zeyneb!» dediler.” (Heysemî, VI, 21)
İşte tesettür…
Henüz ef‘âl-i mükellefîn talim edecek mü’min bir toplum, fıkıh ve hukuk inşa ve ilân edecek bir devlet yok, fakat tesettür var.
O hâlde tedrîcîliği doğru anlamalı.
Buna rağmen, tesettür emrinin farziyetinin tescîli ileriki yıllara bırakıldı diye, bunu cımbızlayarak, dînin ahkâmına bu yönden bakarak bir din anlayışı inşa etmek, tesettürü fedâ etmek; «Îmânî mesele değil!» demek, hele; «Müslüman kadınların başları, peygamberliğin 16’ncı yılında da açıktı.» gibi genellemeler yapmak, doğru değil.
Yapılırsa ne olur? Ortaya cımbızlanmış bir din çıkar. Seçilmiş mesajlar demeti kalır. Âyetin ifadesiyle dünya ve âhiret hüsranı olur.
Bir sürece ait olan uygulama genelleştirilirse, asr-ı saâdette zamanı gelmiş ve oturmuş şeyler, bu tek yönlü yapıda bir türlü oturmaz.
Dün üniversitelerdeki başörtüsü yasağından kurtulmak için fetvâlar verildi. Şimdi yasak yok, fakat mü’min olduğu hâlde, yine başını örtmeyenler var. Onlara deniyor ki:
“Dün üniversiteye talebe olarak girmek için bu (sözde) ruhsatı kullandınız, şimdi hoca olarak girmek için kullanacaksınız!.. Nasıl olsa, îmânî mesele değil!.. Oralar boş mu kalsın. Hem zaten tesettür emri çok geç inmişti…”
Bu, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tebliğ ettiği din değil.
Şimdi farklı bir açıdan yaklaşalım:
Amel gerçekten îmânî bir mesele değil mi?
Gerçekte îman-amel münasebeti de, tek yönlü daraltmalara çok mâruz kalmış bir sahadır. Çünkü bu sahada tek ve mutlak olan hakikatin, farklı siyaklarla / bağlamlarla ifadesine şahit oluruz. Bu yönlerden birini esas alırsanız, yine dîni daraltmış veya mecrâsından kaydırmış olursunuz.
Nedir bu farklı siyaklar:
1. Sakındırıcı üslûp / İstikamete çağrı: Bu üslûpta, amel ile îman bir bütün olarak gösterilir.
Meselâ;
“Zinâ eden bu büyük günahı işlerken îman gömleğini çıkarıyordur. Büyük günahlar kâfirlerin işidir. Kalbinde zerre kadar kibir olan, koğuculuk yapan vs. cennete giremez.”
Bu sakındırıcı üslûpta, mü’min denilince, kâmil bir mü’min ifade edilir. “Kendi nefsi için istediğini kardeşi için istemiyorsa, o kişi mü’min değildir.”
Bu âyetler; idealizm yönü ağır basan, gevşekliğe meydan bırakmayan, mükemmeliyetçi bir açıdan mü’minleri ikaz eder.
Sakındırıcı üslûpta oldukları göz önünde bulundurulmadan, bu âyet ve hadislerden hüküm çıkarılırsa; ameli îmânın bir parçası saymak ve büyük günah işleyenleri, mü’min olmaktan çıkarmak, kâfir değilse de mü’min-kâfir arasında bir yere oturtmak îcap eder. Mûtezile de bunu yapmıştır. İşe siyaset de bulaşınca;
“Madem kâfir, kanı da helâl!” diyen Hâricîler ve devrimizin aşırılıkçı, teröre meyyal Vehhâbîleri ortaya çıkmıştır.
2. Cezbettirici üslûp / Îmâna çağrı: Bu üslûpta îmâna, kalbî fiillere vurgu vardır:
“Kalbinde zerre kadar îmân olan cennete girer. Son sözü lâ ilâhe illâllah olan cennete girer. Allah günahları bağışlar. Yüz kişinin katilini de bağışlamıştır. Allâh’ın rahmetinden ümit kesilmez. Kocasına mutî kadın cennetliktir. Başta Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefâat-i uzmâsı olmak üzere; hâfızların, şehidlerin şefaatleri olacaktır. Önemli olan son nefeste îmanlı kalabilmektir.”
Aynı zamanda bu üslûp, îman konusundaki kitabî hakikati de dile getirir. Asıl olan kalbin tasdîkidir. Îman kalpte var olur. Kâmil bir îmandan beklenen, davranışlara da hükmetmesidir. Fakat nefs, şeytan ve benzeri engellerden dolayı; insanların hataya düşebildikleri, hattâ hatasız kul olmadığı da bir gerçektir. O hâlde, kalbin muhabbet ve îmânına çok dikkat etmek gerekir. Günahlardan kendini alıkoyamayan, vazifelerini hakkıyla edâ edemeyen kişiler; vaziyetlerini hiç değilse îmansızlık hâline getirmemelidir. Fakat Allâh’ın affediciliği yanında kahrını ve gazabını da unutmamalıdır.
Bu üslûbun cezbettiriciliği, diğer üslûbun sakındırıcılığı ile bütünleştirilmezse; günümüzün sokağına hâkim, namazsız, niyazsız müslüman portresiyle karşılaşırız. Cumadan cumaya, Ramazan’dan Ramazan’a müslümanlar vs. Hâlbuki, amel de îmânı korumak ve tescil etmek içindir.
Îmânı öne sürüp ameli geri plâna atmak değil, hemen ikinci sıradaki mühim mevkiine yerleştirmek gerekir.
Günümüzün aşırı müsamahakâr, amel boyutunda istikametini şaşırmış tarîkatlerinin de bu ikinci maddeye geçmişte fazlaca sarılanlar olduğu düşünülebilir. Bu demektir ki bugün; “Nasıl olsa îman meselesi değil!” diyenleri de yarın aynı tehlike beklemektedir. Hem de âhirzamanın asırlık değişimleri aylara sığdıran hızlandırıcı etkisiyle.
Aslolan; herkesin nefsine sakındırıcı, başkalarına cezbettirici üslûpla bakması, fakat dînin, ihtivâ ettiği rükünlerden biri değil, hepsi olduğunu unutmamasıdır.
Dînimizin vasatı, itidali, hassas teraziyi esas alışı da konumuzla alâkalıdır.
Misaller çok:
«İslâm’ın sadece medeniyet ve kültür tezâhürlerine sahip çıkmak, fakat onun hukukî, siyasî, mesajlarına kulak tıkamak…» desem aklınıza mutlaka bazı oluşumlar gelecektir.
Medeniyet ve kültürü âdeta tahrip etmeyi şart gören, İslâm’a sadece;
“Her bid‘at dalâlettir!” hadîsi yönünden bakanlar desem?
Bu son görüşün okullarında tek taraflı, tek kanatlı yetişen bir ilim adamı; geçtiğimiz günlerde Kutlu Doğum Haftası’nı İslâm âleminin bütün problemlerinin tek müsebbibi olarak gösterdi. Şiir okumak, lokum dağıtmak gibi faaliyetlerden bile tiksinen bir anlayış ortaya koydu.
Diğer tarafta sadece kültür diyen fıkıhsız, şîrâzesiz anlayış da; genç kızlara erkeklerin önünde na’t okutturmak gibi, Hazret-i Peygamber’i, yıkmaya geldiği câhiliyye görüntüleriyle ananlar da, kutlu doğum muârızlarına eşsiz malzemeler verdiler.
Hâlbuki doğrusu; belirli gün ve haftalar fırsatıyla da Efendimiz’i anmak, fakat O’nu şânına yaraşır ve şer‘-i şerîfine uygun faaliyetlerle gündeme getirmek olmalıydı.
Yine İslâm’ı sadece ehl-i beyt ve insan sevgisi üzerine binâ edenler desem aklınıza daraltılmış ve artık sıhhatini yitirmiş bir din anlayışı gelecektir.
Diğer taraftan, bırakın ashâbı, ehl-i beyti; Hazret-i Peygamber’i dahî sıradan bir insan görmeye çalışanlar desem?
İslâm’ı sadece akılcı bir aydınlanma olarak görenler desem?
Hepsine sahip çıkıp birini usûl ve meşreb gereği öne çıkarmak değil, tek yöne daraltmak problem…
Ne sadece sevgi, ne sadece korku… Ne sadece ümit, ne sadece endişe…
Ne sadece öz, ne sadece şekil…
Ne sadece uzlet, ne sadece hizmet…
Ne sadece vicdan, ne sadece kanun…
Ne sadece cennetle beşâret, ne sadece cehennemle inzâr…
Hepsi, her yönüyle…