TEBLİĞ KIVAMI

YAZAR : Sami BÜYÜKKAYNAK skaynak48@hotmail.com

Tebliğ, kelime olarak ulaştırmak demek. Istılah olarak ise, İslâm ile buluşturma mücadelesi demektir. Evet mücadele… Mücadele etmek için ise bir kıvam gerekiyor. Yani sadece söz, tebliğ için yeterli değil.

İnsan denen varlık; ruh ile kāim olduğu için, birtakım tesirli sözler dinlemekle yetinmiyor; o sözleri söyleyende bir kıvam görmek, rûhuna tesir edecek bir hâli hissetmek istiyor. Yani kendini inşa edecek, inşa edilmiş bir muhatap istiyor.

Kendini inşa etmeyen insanın, karşısındaki insanı inşa etmesi pek mümkün değil. Bunun için karşımıza şu soru çıkıyor:

“Bir insanın inşasını beklersek, tebliğ inkıtāa uğramaz mı?”

O zaman inşa edilirken inşa etmek gibi bir çözüm, imdadımıza yetişiyor. Zira, Abdullah bin Mes‘ud;

“Biz Peygamber’den on âyet alır, onunla kendimizi inşa eder, sonra bir on âyet daha alırdık.” diyor. Demek ki, inşa olma ve inşa etme eşzamanlı olarak devam edebilmektedir. Zaten tamamen kendisini donanımlı hâle getirmiş bir insandan söz etmek mümkün değil. «Al sana tam yetişmiş insan!» diyebileceğimiz bir insan bulmak zor. Mevlânâ’ya nisbet edilen bir hikâye vardır:

Mevlânâ der ki:

“Bir gece vakti evimden çıktım. Kırlarda geziniyordum. Bir adamcağızın kırlarda fener ile dolaştığını gördüm;

«–Bu gece karanlığında ne arıyorsun?» diye sordum.

Adam;

«–İnsan arıyorum.» diye cevap verdi. Ona;

«–Yazık» dedim. «Boşuna yoruluyorsun. Ben yurdumu terk ettim, yine de onu bulamadım. Git evine yat. Rahatına bak. Nafile arıyorsun. Onu çok zor bulacaksın.» dedim.

Adamcağız acı acı baktı;

«–Ben de biliyorum çok zor olduğunu. Lâkin aramaktan bile zevk alıyorum. Bana dokunma!» dedi.”

Demek ki, kaht-ı rical bütün zamanların büyük sıkıntısı.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle bir sıkıntı çekmiş midir? Yani İslâm’ı temsil edecek, tebliğ edecek insanı kolay bulmuş mudur?

Efendimiz’in rahle-i tedrîsinden, yolu İslâm okulundan geçen herkesin tebliğ kıvamında yetiştiğini görüyoruz. Aslında onlar, duruşlarıyla, yaşayışlarıyla temsil insanı olmuşlardır. Onun için Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Ashâbım, göklerdeki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî olsanız hidâyete erersiniz.” (Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, Kâhire, ts., X, 226, no: 3807) buyurmuştur. Yani hepsinde muhatabını İslâm’a götüren bir anahtar mevcut.

Meselâ; Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, Yesrib’i Medine hâline getiren İslâm’ın ilk muallimi. Yaşı çok genç olmasına rağmen, öyle bir temsil kıvamı kazanmış ki; örnekliğiyle Yesriblilere tesir etmiş, onlar da birer birer müslüman olmuşlar. İlk muallim olarak Yesrib’e gittiğinde 12 kişi olan müslüman sayısı, ertesi sene 72 olmuş, sonra kat kat artarak Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hicretine ortam hazırlanmıştır.

Bu büyük bir organizasyon, şimdiki gibi; «Kitap al, oku, anlat!» şeklinde olmamış, bilâkis birikimin konuşmasıyla, ruh hâlinin in‘ikasıyla yol almıştır. Elde matbû hiçbir şey yok, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den öğrendiklerini bire bir yaşayarak öğretme gibi muazzam bir hâl transferi söz konusu.

Aynı şekilde Muaz bin Cebel’in de Yemen’in İslâmlaşmasında büyük mücadelesi olmuş, yüzlerce Yemenli, onun eliyle müslüman olmuş. İkinci Akabe Bey‘atı’nda 18 yaşında müslüman olan Medineli Muaz bin Cebel; Kur’an-ı Kerim, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünneti ve kendi içtihâdıyla Yemen’de hem kadılık, hem zekât memurluğu hem de İslâm muallimliği görevini yaparak, İslâm’ı yaşayarak, tebliğ etmiştir.

Diğer bir husus, tebliğ vazifesinde gönüllü olmak. Yani;

“Ben tebliğ edebilirim.” diyecek, cesarete sahip olmak. Meselâ Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Yemen’de tebliğ vazifesi yapacak birini göndereceğini ilân etmiş, hemen Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer;

“Ben gideyim!” diye öne atılmışlardır. Aynı şekilde hicretin 6. yılında Arabistan’ın etrafındaki devletlere ve kabîlelere davet mektupları göndereceği zaman, yüzlerce sahâbî;

“Ben götüreyim, yâ Rasûlâllah!” diyerek göreve talip olmuşlardır. O zamanki şartlar açısından düşünüldüğünde, bu öyle yazıldığı gibi kolayca yerine getirilecek bir vazife değildi. Bugünün şartlarındaki gibi uçağa, otobüse atla, tebliğe git. Hayır, böyle değil. Belki günlerce sürecek at sırtında bir yolculuk. Yolda bir sürü tehlike var. Gittiğiniz yer başka bir devlet veya kabîle. Ve siz, yeni gönderilmiş son Peygamber’in İslâm’a davet mektubunu, çevresinde onlarca muhafızın olduğu bir ortamda, devlet veya kabîle reisine okuyarak ileteceksiniz. Can tehlikesi had safhada. Bu zorlu göreve talip olmak; İslâm’ın davetini tüm âleme ulaştırmak gibi muazzam bir gayeyi şiar edinen sahâbî efendilerimizde heyecan uyandırmış, huzûr-i Rasûl’de;

“Ben yaparım!” diye vazifeyi üstlenme yarışına girmişlerdi.

Tebliğin ana gayesi, gidilen yerde İslâm’ın hâkim olmasını sağlamaktır. İslâm’ın gönüllere ulaşmasına vesile olmaktır. Tarihte bu, seferlerle oluyordu. İslâm tarihi; tebliğ için kilometrelerce yolu, aşkla, muhabbetle, iştiyakla kat eden, İslâm neferlerinin çabasını yazmaktadır. Bugün, İslâm tebliği kalemle oluyor, sosyal iletişim kanallarıyla oluyor ama tebliğin en güzeli, gönüllü neferlerin, İslâm’ın ulaşmadığı topraklarda bu vazifeyi en güzel temsil kıvamıyla yapmalarıdır. Bu noktada bir problem daha ortaya çıkıyor:

Hangi İslam’ı tebliğ edecekler?

Ashâb-ı kiram; bu konuda şanslıydılar, zira tek bir İslâm vardı. Onu anlattılar. Şimdi, bir sürü yorumlar ve onların muhipleri ortaya çıktı.

Birisi ihsan kıvamında İslâm’ı anlatıyor.

Diğeri geliyor;

“Ne ihsanı? Kur’ân ve Sünnet yeter!” diyor.

Diğeri gidiyor;

“Kalbin temiz olsun, dînini değiştirmene gerek yok, İslâm’ın böyle bir çabası yok, sen benimle ol, bana burada rehberlik yap yeter!” diyor, vs…

Tebliğ edilecek yere gidildiği zaman, müslümanlar; birbirinin ayağına basıp yükselmek, kendi İslâmî yorumunun öne geçmesini sağlamak gibi bir lüzumsuz bir yarış içine de giriyorlar. O zaman gidilen yerdeki mühtedînin de kafası karışıyor. Oysaki ilk merhalede, İslâm’ı sevdirme gibi bir çabanın içerisine girmek gerekiyor. Adam hiç İslâm’ı duymamış; siz ona virdi öncelerseniz, bütün Kur’ân ve Sünnet birikimini hemen yüklemeye kalkarsanız, o zaman İslâm’ı özümseyemeyen, hattâ tam kabullenemeyen yarım müslümanlar meydana getirirsiniz. Onun için ilk merhalede nebevî tebliğ metodunu uygulamak elzemdir. Zira, İslâm ancak bu şekilde kalplere nakşedilir.

Nebevî metodda tedrîcîlik esastır. Müslümanlığa yeni girecek bir kişiye, öncelikle Mekke’de uygulanan metod uygulanmalıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in Mekkî âyetleri gündemde tutulmak sûretiyle, îman ve âhiret inancı öncelikle yerleştirilmelidir. Ondan sonra merhale merhale namaz, oruç, içki yasağı, tesettür, fâiz yasağı, kumar yasağı öğretilmeli, daha sonra bunları süsleyecek ihsan kıvamında yaşamanın güzellikleri anlatılmalıdır. Tebliğ, uzun bir süreçtir;

“Bunu kısa zamanda yapayım bitsin!” derseniz, o zaman kâmil mânâda bir İslâm şahsiyeti yetiştiremezsiniz.

Bunun en güzel uygulayıcısı asr-ı saâdetin inşa edicisi Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. O’nun bu metoduyla, İslâm kısa sürede büyük mesafe kat etmiş, fevc fevc İslâm’la buluşan gönüller kazanmıştır. Bu metot, zor değil çok da kolay değil. Öncelikle inşa edilmiş veya inşa edilirken inşa edecek azimli, donanımlı İslâm’a gönül vermiş insana ihtiyaç var. Neticesinde bir de şu güzel müjde var:

“Allâh’ın senin elinle bir tek kişinin İslâm’la buluşmasını sağlaması, senin için kızıl develerinin olmasından daha hayırlıdır.” (Buhârî, Fedâilü’l-Ashab, 9)

Ne mutlu bu müjdeye nâil olanlara!..