ANAM BABAM SANA FEDÂ OLSUN!

YAZAR : Sami BÜYÜKKAYNAK skaynak48@hotmail.com

“Anam babam Sana fedâ olsun!” ifadesi, tarihte eşi benzeri olmayan bir muhabbetin tezâhürüdür. Bu muhabbetin kaynağı; Allâh’ın Rasûlü Efendimiz, rehberimiz, önderimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Muhabbetlerini bu kadar içten dile getiren ve fiiliyata geçirenler de ashâb-ı güzîn efendilerimizdir. Tarih hiçbir diliminde bu tür bir muhabbeti kayıt altına almamıştır. En güzel fedâ misalleri, bu güzel şahsiyetlerin uygulamalarıyla şanlı tarihe nakşedilmiştir.

Rasûlullah söyledi, hemen bu güzel ifade ile mukabele ve îfâ.

Rasûlullah emretti, hemen teslîmiyet ve fiiliyat.

Rasûlullah nehyetti, hemen ale’r-ra‘si ve’l-ayn (baş göz üstüne).

Böyle ilmek ilmek nakşedildi, İslâm. Tâbî oluş ve itaat edişlerle İslâm kemâle erdi. Bağlılık olmadan, teslîmiyet olmadan, itaat olmadan, yapılan her fiil sönüp gitmeye mahkûmdur. İtaat ve teslîmiyetle yerine getirilen her uygulama, sonrakiler için bir nümûne teşkil eder ve kıyâmete kadar kāim olur. Ashab bize dîni böyle emânet etti. Biz ise ne hâldeyiz!

Rasûlullâh’ın emrettiği, nehyettiği, güzel gördüğü fiiliyatlara;

“Anam babam Sana fedâ olsun, başım gözüm üstüne, hemen uyguluyorum, hemen uzaklaşıyorum!..” diyebiliyor muyuz?

Yoksa yan mı çiziyoruz, yorumlarımızı mı ekliyoruz, şöyle olsa olmaz mı, şöyle yapsak yerine gelmez mi… diye.

Herhâlde ikinci şık hâkim hayatımıza. Kendimize göre bir müslümanca yaşayış. İnandığımız gibi değil de yaşadığımız gibi inanmak yoğun olarak gündemimizde. Rasûlullâh’ın murâd ettiği gibi değil de kendimize göre, birilerine göre, başkalarına göre dîni anlama ve yaşama.

Rasûlullâh’ın asırlar öncesinden yaptığı çağrılara, bugün müslümanlar yani bizler;

“Anam babam Sana fedâ olsun!” diyemiyoruz.

Müslümanın hayatında iki belirleyici vardır.

Birincisi hayat rehberi, Kur’ân-ı Kerim.

İkincisi bu hayat rehberinin bir müslümanın hayatında nasıl şekilleneceğini bizzat yaşayarak öğreten Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-.

Müslümanlığını izhar eden her müslümanın, hayatını bu iki müessire göre şekillendirmesi gerekir. Hayatının bütün safhalarında, onun müslüman bir şahsiyet olarak duruşunu belirleyecek olan Kur’ân ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. İslâm olmak, bu iki müessirin hayata müdâhil olmasını kabul etmek demektir. İbâdetinden uyumasına, kalkmasına, oturmasına, iş hayatına, düğününe, derneğine, çoluk-çocuğuna terbiye ve davranışına varıncaya kadar; Allah ve Rasûlü’nü müdâhil kılmadan yaşanacak bir hayatın İslâmîliğinden söz etmek mümkün değildir. Müslüman; evinde de müslümandır, çarşıda-pazarda da müslümandır, damat olurken, gelin olurken, düğün yaparken, içtimâî münasebetlerde bulunurken, yatak odasındayken vs. her yerde müslümandır. Allâh’ı sevmek, Peygamberi’ne tâbî olmak; bunları gerektirir.

“Ben kelime-i şahâdet getireyim ama…” ile başlayan cümleler veya;

“Şu zamanda İslâmî ticaret kanunlarını uygulamak zor, fâizsiz olmuyor.”

“Bu zamanda flört olmadan, kız-erkek karışık ortamlara katılmadan; toplumdan kabul görmüyorsunuz.”

“Makyajsız, parfümsüz sokağa çıkılır mı?”

“21. asırda gece düğünü yapılmadan aile kurulur mu?” vs… gibi ön kabullerle bir İslâm şahsiyeti teşekkül edemez.

Etmeyince de, eli ayağı belli olmayan akîm şahsiyetler meydana geliyor. İşte o zaman Allah ve Rasûlü’ne sevgi, bağlılık, itaat ifadeleri sadece dilden çıkan gelişigüzel bir ifadeden öteye gitmiyor.

Seven, bağlı olan, tâbî olan; sevdiğinin, tâbî olduğunun her söylediğini mühimser, hayatında nakış nakış işler. Durum böyle olmayınca Peygamberimiz’i; sadece bir güne, bir geceye, bir haftaya hasrediyoruz. Oysaki Peygamberimiz her an kendisine tâbî olmamızı istiyor. O’na yâran olmamızı, O’na -adam gibi- ümmet olmamızı istiyor. Kendisini; anamızdan, babamızdan, paramızdan, pulumuzdan, makamımızdan kısacası sevdiklerimizden daha fazla sevmemizi îmânımızın kemâle ermesi için istiyor. Ama biz ne paradan vazgeçiyoruz, ne makamdan, ne mülkten, ne statüden. Çünkü maddiyat, zaman itibarıyla önceliğimiz hâline geldi. Bu yüzden Peygamberimiz’e muhabbetimiz bir güne veya haftaya sıkışıp kalıyor.

Güzel sözler, hoş ilâhîler, şatafatlı programlar.

Ya içi, hoş mu boş mu?

O güzel sözler, güzel cümleler, ne kadar hayatımızda, ne kadar iç dünyamızda? O ilâhîlerin mefhumu ne kadar içimize işliyor?

Orada problem başlıyor.

Sevgi dilden öte gitmezse ona sevgi denmez, ona mürâîlik denir. Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’ne müridleri;

“–Efendimiz, cübbenizden bir parça verin de biz onunla teberrük edelim.” diye ricada bulunuyorlar. Büyük mutasavvıfın cevabı gayet açık:

“–Derimi soyup size versem dahî siz kendinizi değiştirmedikçe, o deri size fayda vermez.”

Demek ki sevgi, fiiliyata aksedecek, hayatta muhabbetin tezâhürleri olacak.

Yaşadığımız zaman itibarıyla, sözden öte gitmeyen sevgiler hâkim; evlerde, sokaklarda, caddelerde. Peygamberimiz, her gün üzülerek seyrediyor hâlimizi, mürâîliğimizi. Onun için bu kutlu mevsimde; adamakıllı fiiliyâta yansıyan bir Peygamber sevgisini gündeme getirmek gerekiyor. İşte o zaman hem maddî, hem mânevî rahmet yağacak, hem huzur olacak, hem saâdet olacak.

Ne mutlu sevgisini ispat edenlere!..