KİM HAKLI?..

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

“Mü’min başkalarıyla ülfet eder (hoş geçinir) ve kendisiyle ülfet edilir. Kimseyle ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyen kişide hayır yoktur.” (Ahmed, II, 400, V, 335)

Peygamberimiz, mü’mini böyle tarif ediyor.

Güzel ahlâklı, güzel geçimli…

Çarşıda, pazarda da böyle değil mi?

Komşulukta, iş arkadaşlığında, akrabalıkta da böyle değil mi?

Sevilen bir insan olmak için iyi geçimli olmalı. Bunun için de muhatabı dinlemeli, güzel bir iletişim içinde olmalı.

Bugün mahkemelere düşen, kavgalara dönüşen birçok mesele; aslında iki tarafın oturup kolaylıkla görüşüp halledebileceği, akl-ı selîm ile çözebileceği konulardır.

Oturup konuşmalı…

Fakat menfaat ile haklılığı ayırt etmek için de aceleden, hararetli tartışmalardan kaçınmak zarurî…

Meseleye sadece kendi açından değil, diğer tarafın açısından da bakacaksın. Sadece kendi menfaatin yönünden değil, muhatabın menfaati yönünden de düşüneceksin. O zaman insaf ve adâlete yaklaşabiliriz.

Olmuş bir hikâye:

Bir komşumuz var. Aynı zamanda mektep arkadaşım. Bir anlaşmazlıkları olmuş. Anlattılar. Hâdise şöyle:

35-40 sene önce arkadaşımın babası Hurşit Ağa’nın İbrahimli Köyü’nün yakınında bir bağı varmış. Bir gün söz arasında;

“–Yaşlılıktan bağa da gidip gelemiyorum.” deyince, oradaki arkadaşlarından biri;

“–Bana sat!” demiş.

“–Olur, satayım.” demiş. Anlaşmışlar, fiyatını belirlemişler:

“–Yalnız benim param yok Hurşit Amca…”

“–Paran yoksa taksit taksit verirsin.”

“–Olur.”

Rakamlar tam olarak aklımda değil, temsilî anlatalım.

O zamanın parasıyla 30 bin liraya anlaşmışlar. Alan kişi, taksit taksit yaklaşık 10 bin lirasını vermiş. Yani üçte birini ödemiş.

Bu arada Hurşit Amca ölmüş. Bağı alan kişi, konunun üzerinde durmamış. Paranın gerisini götürüp vermemiş. Aramamış sormamış. Aradan bir-iki sene zaman geçmiş; «Nasıl olsa aldım. Ne zaman isterlerse o zaman veririm.» diye -âmiyâne tabirle- sallamış.

Fakat gün geçmiş, bağın bulunduğu bölgeye kadastro gelmiş.

Hurşit Amcanın çocukları, babalarının bağı sattığını, ancak üçte birine yakın parasını aldığını biliyorlar. Fakat tapu işlemleri de yapılmadı. Hâlâ mal, Hurşit Amcanın çocuklarında. Hiçbir yazılı vesika yok.

Açıkçası kadastro gelince bağın değeri de iki-üç kat artmış. Babalarının seneler evvel biçtiği fiyatla malın elden çıkacak olması da hoşlarına gitmemiş; «Zamanında ödeseydi ne âlâ! Fakat madem ödemedi, alışveriş iptal oldu!» diye düşünmüşler. Adama demişler ki:

“–Bunca senedir paranın gerisini getirmedin madem, verdiğin parayı geri veririz. Haksızlık yapmış da olmayız. Ne yapalım, borcunu zamanında ödeseydin!”

Adam, kabul eder mi hiç;

“–Ben burayı taksitle satın aldım. 20 bin lira borcum var. Veririm 20 bin lirayı, tapuyu alırım. Alışveriş bitmişti. Parayı istemediğiniz için vermedim. Mal benim!” diyor.

Onlar da itiraz ediyor:

“–Sen burayı taksitle aldın ama kaç senedir niçin ödemedin, neden parayı vermedin? Üçkâğıda kaçtın. Ödediğin parayı geri veririz. Başka da bir şey vermeyiz!”

İhtilâf bu.

Hurşit Amcanın oğlu, arkadaşım. Bir gün arkadaşlarla otururken, meseleyi bana anlattı. Dedi ki:

“–Biz, adâletli olsun, diye belki 10 kişiye sorduk. Hepsi;

«Parasını verseydi, kendisinin olurdu. Parası verilmemiş. Ödediği parayı verin. Meseleyi bitirin.» dediler.

Biz parayı veriyoruz, fakat râzı olmuyor.”

Dedim ki:

“–Onun yaptığı da yanlış, sizin yaptığınız da yanlış.”

“–Niye?”

“–Bu ihtilâf, adamın yaptığı alışverişin ödemesini uzun süre savsaklamasından ve şimdi de malın değerinin artmasından kaynaklanıyor değil mi?

Adamın haksız olduğu yer belli: 20 bin lirayı zamanında ödememek.

Sizin yanlışınız da şu: Adamın verdiği 10 bin lirayı görmezden gelmek.

Bağın değeri o zaman 30 bin lira imiş. Adam da babana 10 bin lira vermiş. O zaman adam bağın üçte birine sahip olmuş.

Sizin;

«Al 10 bin liranı, çekil!» demeniz haksızlıktır.

Onun da şimdi üç katına çıkmış malı, yıllar önce belirlenmiş ve kendi kabahati sebebiyle bugüne kadar ödenmemiş fiyattan almaya çalışması haksızlık.

Adam bağın bedelinin üçte birini vermiş. Üçte birini verdi ise üçte birini hak etmiş, demektir. Geri kalanını vermediği için hak etmemiştir.

Bunu o orantıya bölersek, bağın o kadarını o adama vermek gerekir.

Veya bağın tamamına sahip olmak istiyorsanız, onun üçte bir hakkını günümüz değerinden vermeniz gerekir.

Yahut o tamamını almak istiyorsa, geri kalanı günümüz değerinden ödemesi gerekir.

Ancak böyle sulh olabilirsiniz.”

Düşündü;

“–Yahu bunu hiç kimse söylemedi bize!” dedi.

Evet, insanlar istişâre ediyor. İstişâre hakikate ulaşmak, hakkı ortaya çıkarmak için en güzel yol. Fakat danıştığın adam, kimle konuşursa ondan yana konuşmamalı. Haktan yana olmalı. Mantıktan, adâletten, insaftan yana olmalı. Yoksa bu istişâre değil; insanların kendi kendilerine oluşturdukları «sözde haklılığı» pekiştirmek, böylece haksızlığa daha da azmettirmek olur;

“Falanca da beni tasdik etti, filânca da; «Tabiî sen haklısın!» dedi.” diyerek insanlar gerçeklerden uzaklaşırlar.

Doğrusu ne olmalı:

Sorulduğu zaman herkese hakikati söylemek lâzım, bilmiyorsak; «Bilmiyorum.» dememiz lâzım. Umumî bir prensip olarak, teskin etmek lâzım. Kavgaya teşvik etmemek lâzım.

Cenâb-ı Hakk’ın bir emri var:

“…Siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, (mü’min kardeşleriniz ile) aranızı düzeltin…” (el-Enfâl, 1)

Eğer iki mü’min arasını düzeltemiyorsa, diğer mü’minlere düşüyor bu vazife:

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” (el-Hucurât, 10)

İnsanların arasında hakemlik yaparken de ölçü adâlet olacak:

“Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahî olsa adâletli olun.” (el-En‘âm, 152)

Benim meseleye sunduğum çözümü beğenen arkadaş dedi ki:

“–Bunu kardeşlerimin yanında bir daha anlatır mısın?”

“–Tabiî ki.”

Kardeşlerini topladı. Onlara da söyledim. Hepsi ikna oldu. Ben de;

“–Gider o adamla da konuşurum. İnşâallah onu da ikna ederim.” dedim.

“–Peki, Allah râzı olsun!” dediler.

Gittim, o adam da, tanıdığım birisi, komşumuz.

Adam öfkeden barut fıçısına dönmüş:

“–Onlar, benimle oyun oynuyorlar. Ben de gittim, bir tabanca aldım. Onları tek tek vuracağım, kıracağım. Bunu bana nasıl yaparlar? Ben zaten fakir adamın biriyim.”

“–Dur yahu! Hele silâhı bırak. Bu böyle olmaz. Bunu şöyle sulh edeceğiz:

Sen paranın tamamını vermemişsin. Verdiğin kadarı senin, vermediğin kadarı senin değil. Anlaştık mı?”

Onu da ikna ettik. Adam tabancayı yerine koydu. Sakinleşti. Görüştüler anlaştılar. İş bitti.

O iş bitti fakat, öfkeyle aldığı silâh yine de adamın başına bir belâ açtı.

Aradan birkaç hafta geçiyor… Adam alıştı ya, tabancayı bırakmamış, bir gün bağda dolaşırken bir delik görüyor. «Yılan deliği midir?» diye arkası arkasına kurşun sıkıyor. Tabanca şişiyor. İçinde bir mermi kalıyor. Fakat o; hepsini sıktım, zannediyor.

Eve geliyor. Bakıyor ki mutfakta ekmek yapıyorlar. Annesi pişiriyor; yanında hanımı, yengesi, yufka açıyorlar. Bu, tabancayı çıkarıyor;

“Sizi şöyle ederim, böyle ederim!” diye bir zevzeklik yapıyor, bir havalara giriyor. Kadınlar bağırıyorlar:

“Yahu yapma! Şeytan doldurur!”

“Boş, boş!” derken tetik boşalıyor. Daha önce sıcaktan şişmiş olan silâh şimdi soğuduğu için kurşun serbest kalıyor. O da gidip yengesinin karnına giriyor. Kaldırıyorlar hastahâneye. Kurtulamıyor, ölüyor. Geride kalan üç çocuk perişan. Hanımı ölen kardeşi perişan. Kendisi de hapse giriyor; o da perişan, ailesi de perişan. Cehâletin acı sonu.

Hurşit Amcanın çocuklarına dedim ki:

“Bakın anlaşmasaydınız sizin başınıza gelebilecek belâ, kendi üstüne geldi.”

Kaybedilen bir canın yanında, yaşanan bunca perişanlığın yanında; bağ nedir, 10 bin lira nedir, 50 bin lira nedir? Hiçbir şey!

Bazen bırakın binleri, üç kuruş için bile çekişiyor insanlar.

Yine yaşadığımız bir hâdise bunun güzel bir misali:

Bir apartman toplantısındayız…

Oturduğumuz apartmandaki on daireden birer kişi toplantı hâlindeyiz. Bir anlaşmazlık var. On kişiden dördü memur. Onlar bir taraf teşkil etmişler. Beşi esnaf. Onlar da bir taraf. Bir de ben varım. Ben de arabuluculuk etmeye çalışıyorum.

İhtilâf şu:

Kalorifer kazanı tek. Yani merkezî ısıtma… Bunun yakıt borcunu neye göre taksim edeceğiz?

Bir taraf diyor ki: Kalorifer hesabını peteklere göre yapmamız lâzım.

Öbür taraf da diyor ki: Evlerin büyüklüğüne, metrekaresine göre yapmamız lâzım.

Apartman denince, bütün dairelerin büyüklüğü de, petek sayısı da aynı zannedilmesin. Bina inşa edilirken, yukarı katlara, ısınması geç veya zor olabilecek yerlere birkaç petek fazladan konmuş. Altta olanlara çabuk ısındığından az petek konmuş.

Bu sebeple; biri, «peteğe göre»; diğeri, «metrekareye göre» diyor.

Anlaşamıyorlar. Ayağa kalktılar, az kalsın yumruk yumruğa kavga edecekler.

Ben;

“–Oturun.” dedim. «Hele bir peteğe göre hesaplayalım.»

Bir hesap yaptık.

«Bir de metrekareye göre bir hesap yapalım.»

Bir de öyle hesap yaptık. 5-6 lira fark çıktı.

–Pekâlâ; Sen 5-6 lira fazla vereceğin için, kavga eder misin?..

–Etmem.

–Pekâlâ; sen bu komşunun fazla olarak vereceği 5-6 liraya tenezzül eder misin?

–Etmem.

–Bu öfke, bu kavga ne?!.

Ön yargıyı bıraksa; «Ben haklıyım, benim dediğim doğru!» demese netice farklı olacak.

Acele etmese, şöyle bir durumu süzse, ortada abartılacak bir farkın olmadığını görecek. İnsanların böyle zamanlarda daha şuurlu olması gerekiyor.

Buna benzer gereksiz çekişmeler, anlaşmazlıklar çok olur. Biraz sabır, biraz ihtiyat gösterilse, ah gösterilebilse…

Bir gün ne para kalacak, ne pul; ne bağ kalacak ne bahçe!.. Fakat o gün; «Ahlar, vahlar, keşkeler» kalacak.

O gün sabırlı ve fedâkâr olanlar kazanacak. «Hep ben haklıyım!» demeyenler, karşısındakinin de haklı olabileceğini düşünenler kazanacak.

İstanbul merkez vaizlerinden kıymetli Naim KARAMAN Hocam anlatmıştı:

Apartmanda evlerinin üstünde oturan bir komşusu çekilir gibi değilmiş. Durmadan koltukların yerlerini değiştirir, olmadık saatlerde gürültü çıkarır, balkondan aşağıya örtüleri silkeler, cam temizlerken aşağıdakinin durumunu düşünmez, hulâsa çekileceği yokmuş…

O kadar ki; evi satmayı, taşınmayı bile düşünür olmuşlar. Fakat o günlerde kararını değiştirecek bir gelişme olmuş. Kendi ifadesiyle anlatalım:

“Bir gece yarısı eve geliyorum… Sokaklar ıssız, fakat arkadan 3 kişi beni takip ediyor, adımlarımı hızlandırıyorum onlar da hızlandırıyorlar. Eve yaklaşınca kapıya yöneliyorum, onlar da yöneliyorlar. Belli ki bana kötülük edecekler. Bir imdat arayışı içerisinde bizim eve doğru bakıyorum ki üst kat komşumuzun hanımı balkonda. Beni görünce;

«Yetişin! Hocamı öldürecekler!» diye avazı çıktığı kadar bağırıyor. Çığlığı duyan meçhul üçlü de kaçıp gidiyor. Ben de sevinçle eve giriyorum.”

Heyecan içinde uyandım. Meğer gördüklerim rüya imiş.

Hanıma dedim ki:

“–Komşuya haber gönder, yarın akşam müsaitlerse onlara ziyarete gidelim.”

“–Buyurun.” demişler. Elimize küçük bir hediye aldık komşuya gittik, güzel karşıladılar.

Hoş-beşten sonra; sordular:

“–Hiç gelmezdiniz, sebeb-i ziyaretinizi sorabilir miyiz?”

Dedim ki:

“–Komşu, biz teşekkür etmeye geldik.”

“–Hayırdır inşâallah, biz ne yaptık ki?”

“–Siz dün gece beni katillerin elinden kurtardınız!”

Naim Hocam rüyasını anlatmış. Komşularla arasında tatlı bir ziyaret oluşmuş. Üç-beş gün sonra onlar iade-yi ziyarete gelmişler. Birbirlerinin hatalarını tatlılıkla halletmişler.

Hocam diyor ki:

“–Meğer ne iyi komşularmış! Biz zanlarımızı kendimiz oluşturuyormuşuz. Kabahat bizde imiş.”

Bu sebeple; kabahati önce kendimizde aramamız lâzım. Böyle yaparsak birçok problem kendiliğinden hallolur.

Yine Naim KARAMAN Hocam anlatıyor:

Bir tanıdığı; hocama gelir, ikide bir hanımından şikâyet edermiş:

“–Yahu hocam! Çekilir gibi değil. Şöyle yapıyor, böyle yapıyor, çok konuşuyor, dırdırından usandım, ne yapacağımı bilmiyorum.”

Hocam sabır tavsiye ederek;

“–Tahammül etmelisin, iyi tarafını görmelisin, o senin ailen…” diye öğüt verse de, adam;

“–Hocam sabrım taştı! Tahammül edemiyorum, öldürecek beni bu kadın!” diye şikâyetlerini sıralamaya devam ediyormuş.

Aradan çok geçmemiş, takdir-i ilâhî, adamın hanımı ölmüş. Vefatın üzerinden 5-6 ay geçtikten sonra adam yine Naim Hocamı ziyarete gelmiş. Bu sefer sözleri bambaşka imiş:

“–Hocam yalnızlığa dayanamıyorum.”

“–Hanımından şikâyet eder dururdun, öldü de kurtuldun, öyle değil mi?!.”

“–Yok hocam yok! Şimdi anladım ki kabahat bendeymiş.”

“–Yahu hani; «Çok konuşuyor, dırdırından usandım!» diyordun.”

Adamcağız gözyaşlarıyla;

“–Ah hocam, en çok da o dırdırını özledim.” demiş.

İş işten geçmeden önce, kadir kıymet bilmek lâzım. Muhatabımızın da haklı olabileceğini düşünmek lâzım. Kendimizi karşımızdakinin yerine de koymamız lâzım. Sonradan pişmanlık fayda vermez.

Mevlâ’m, bizleri; hep kendini haklı karşısındakini suçlu görenlerden değil; haklıyı haksızı ayıran, insaflı ve adâletli kimselerden eylesin.

Âmîn…