SAHÂBEDEKİ İNCELİK ve DERİNLİK

YAZAR : Aydın TALAY aydintalay@gmail.com

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Benim ashâbım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidâyeti bulursunuz.” (Beyhakî, el-Medhal, s. 162-3, No: 152)

Evlâdın babasına güvenemediği, akıl ve dimağı durduran menfur hâdiselerin işlendiği, maddî menfaat ve para uğruna her şeyin tepetaklak edilerek müslüman kalem ve nefeslerin birbirine saldırdığı; genci, ihtiyarı, kızı, kızanı ile; «Kimi örnek alalım?» diye bunalım geçirdiği günümüzde sahâbînin ciddî olarak incelenmesi ve topluma mâledilmesi zaruret hâline gelmiştir. Nesillerimiz onları hakkıyla tanıdıkça; yumak hâline gelen dertlerinin birer birer çözüldüğünü, dostluk ve düşmanlık ölçülerinin tam yerine oturduğunu göreceklerdir.

Sahâbî; İslâm’ın emirlerine şeklen değil canla başla öylesine bağlanıyor ve Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i öylesine seviyordu ki hayatının her safhasında en küçük bir sapma göstermiyordu.

Konuşurken seslerin fazla yükseltilmemesine dair Hucûrat Sûresi’nin ikinci âyetinde geçen emir geldiği zaman, doğuştan ses tonu yüksek olan Sâbit bin Kays -radıyallâhu anh- evine kapanarak mescide gelmez olmuştu. O dönemde mescide gitmemenin gerekçesi, ölüm veya şehri terk ile izah edilebildiği için; Rasûlullah onun nerede olduğunu sormuştu. «Sesinin yüksekliğinden dolayı, bütün amelinin boşa gittiği korkusu ile mescide gelmiyor.» dediler. Efendimiz onu çağırarak, âyet hükmünün fıtraten yüksek sesli olanları içine almadığını beyanla, mescide devamını istedi.

Ya Hubeyb -radıyallâhu anh-’a ne dersiniz? Kâfirler; «Dîninden döneceksin!» diye onu bir duvara dayayıp kızgın güneşte yudum yudum işkence yaparken bir an durdurup sordular:

“–Ne dersin senin yerinde Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-)’in olmasını, O’nun işkence görmesini ister miydin?”

Bu söze işkenceye uğrarken bile göstermediği en büyük tepki ve öfkeyi izhar ederek cevap verdi:

“–Asla. Ben defalarca can vermek isterim, ama O’nun eline bir dikenin bile batmasına râzı olamam.”

Habbab bin Eret -radıyallâhu anh- alacağını tahsil için As bin Vâil’e gitmişti. O hain, Habbab’ın para karşılığında dâvâsından döneceğini zannetmişti;

“–O’nu inkâr etmedikçe borcumu vermeyeceğim!” deyince ummadığı bir cevapla karşılaşmıştı:

“–Allâh’a yemin ederim ki, ben; Peygamberim’i hem hayatım ve ölümüm süresince, hem yeniden dirildiğim zaman asla inkâr etmeyeceğim.” Rastgele bir sevgi kelimesinin bile onları anlatmaktan âciz kaldığı bütün hücrelerine, et ve kemiklerine kadar işlemiş hâlis bir muhabbet deryası değil mi?

Yâsir ailesi en fecî işkencelere maruz kalıyordu. Anne Sümeyye iki ayrı istikamette kırbaçlanan hayvanlarla çekilip parçalanırken baba Yâsir de fecî şekilde şehid ediliyordu. Oğul Ammar sadece zâhiren ve dili ile onlara; «Evet!» demesine rağmen bu hareketi bile onu yıkmıştı. Durum Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirildi:

“Ammar başından ayağına kadar îmanla doludur. Îman onun etine, kanına karışmıştır. Zorlarlarsa istediklerini dille söyle.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 4/69-90)

Yâr-ı gār (mağara arkadaşı) şerefine mazhar olan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-; kötü ve «mâlâyânî söz konuşurum.» korkusu ile günlerce ağzında yıkanmış çakıl taşlarını nasıl taşımıştı Allâh’ım!

Savaşa yardım için bütün varlığını ortaya koyduğu zaman bir grup gelerek onu kınarken Şûra Sûresi’nin 36. âyeti inerek onu müjdeliyordu. Mîrâc hâdisesinde en küçük bir tereddüt geçirmeden;

“O söylüyorsa doğrudur!” demesi ona Sıddîk-ı Ekber liyâkatini kazandırmıştı.

Ya Sevban’a ne dersiniz? Henüz 15-16’sında ve Efendimiz’e hizmette yarışan gencecik bir çocuk… Havlu tutuyor, ayakkabısını koyuyor, su hazırlıyor. Hattâ geceleri belki bir emri olur diye kapısının eşiğinde yatıyordu. Böyle iken bir gün mescidde Efendimiz âhireti anlatırken onun hıçkıra hıçkıra ağladığı görüldü. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sebebini sorunca da;

“–Bu dünyada yanındayız. Doya doya görüyoruz ve ayrılığınıza bir an bile dayanamıyoruz. Ama yarın âhirette yüksek makamınız sebebiyle sizi görmemiz imkânsız olacak diye ağlıyorum.”

Dertlerin devâsı Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu şöyle teskin etti:

“–Sevban! Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

«İkinci Akabe Bey‘atı»nı hatırlayalım. Ensardan 70 kişi bulunmuştu. Abdullah bin Revâha; Efendimiz’e sadâkatle sahip çıkıp bağlı kalacaklarına söz verince, buna karşılık mükâfatlarının ne olacağını sormuştu. Tek kelime ile;

“–Cennet.” denilince teslîmiyetin ve dostluğun en güzel örneğini göstermişti:

“–Vallâhi ne kârlı alışveriş!”

Hazret-i Ebû Talha; Hazret-i Osman dönemine kadar bütün savaşlara katılmış, yaralar almış bir zâttı. Onun artık savaşa katılmamasını isteyen evlâtlarına rağmen cihaddan geri durmayıp, bir deniz savaşına iştirak ettiğinde gemide vefat ettiğini görüyoruz. Tam dokuz gün gömecek bir ada bulamadıkları hâlde, cesedinde en küçük bir kokuşma olmadı. Onuncu gün nihayet bir ada bulup defnettiler.

Sahâbe-i kiram sanki başlarının üstünde bir kuş var da en küçük bir kıpırdamada uçacakmış gibi davranıyorlardı.

Sahâbenin fazîleti; Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üstün sohbet ve terbiyesinden ve O’nu görerek yetişmelerinden kaynaklandığı gibi; işkencelere tahammül, Akabe Bey‘atları, Hicret, Bedir, Uhud, Hendek, Bey‘atü’r-Rıdvan, Umretü’l-Kazâ, Hayber, Mûte ve Tebük gibi birbirinden şerefli ve feyizli vazifelerde bulunmalarından ileri geliyordu. Onun için; ihsan derecesine sahip, kuru menfaat ve riyâdan uzaktılar. Allâh’ın aziz kıldığını kim zelil edebilir.

Ebû Saîd el-Hudrî’den gelen bir hadîs-i şeriflerinde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:

“Sakın benim ashâbıma sövmeyiniz! Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, Uhud Dağı kadar altını sadaka olarak verseniz, sahâbîlerimden birisinin iki avuç hurma sadakasına, hattâ bunun yarısına bile yetişemezsiniz.” (Müslim, Fedâil, 221)

Mevlâ hepsine rahmet eylesin ve bizleri şefaatlerine nâil eylesin. Başta Efendimiz olmak üzere bütün sahâbî ve geçmişlerimizin rûhuna hediye olmak üzere, üç İhlâs bir Fâtiha okumayı unutmayalım.