Çiftçi ve Çobanın Alt Ettiği KÜFRÜN ELEBAŞI
Azılı din ve Peygamber düşmanı Ebû Cehil bir gün hempâları içinde bağırdı:
“–Eğer O’nu namaz kılarken görürsem, kafasına basacağım!”
Müteakip günlerden birinde Harem-i Şerif’te Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i namaz kılarken gördü. Sözünü yerine getirmek için hemen o Fahr-i Âlem Efendimiz’in üzerine çullanacaktı fakat, bir anda beti-benzi sarardı, büyük bir korkuya kapıldı. Geri dönüp kaçmaya başladı. Adamları şaşkınlık içinde Ebû Cehil’e, hareketinin sebebini sordular. Ebû Cehil ise telâş ve korku içinde;
“–Kendisine yaklaştığımda önüme birden azgın bir deve çıkıverdi. Hayır! Vallâhi onun gibi korkunç bir deveyi şimdiye kadar kesinlikle görmedim! O beni neredeyse yutuverecekti!” dedi. (İbn-i Hişâm, I, 318; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 92-93)
Ebû Cehil, böyle nice mûcizelere şahit olmuştur. Olmuştur fakat, ezelî istîdâdı bulunmadığından Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş hak peygamber olduğunu itiraf edemedi. O Zât-ı Akdes’i, benî Hâşim’den Abdullâh’ın oğlu ve Ebû Tâlib’in yetimi bildi ve öyle görmekte ısrar etti. Bu yanlış ve hatalı görüş ve teşhisinden dolayı da cümle âleme ibret oldu, rahmetten mahrum kaldı ve cehenneme daldı. Bu sebeple Rabbü’l-Âlemîn;
“Siz onları doğru yola çağıracak olsanız da duymazlar. Onların sana baktıklarını görürsün, bakarlar, ama görmezler.” (el-A‘râf, 198) buyurmuştur. Eğer, görseler, görebilmek bahtiyarlığına erişselerdi, diğer sahâbe-i güzîn gibi isimleri -radıyallâhu anh- denilerek zikredilirdi. Ebedî saâdet ve selâmete mazhar olurlardı.
Ey kardeş;
Habîb-i Edîb-i Kibriyâ’ya ashab ve ümmet olmanın şeref ve itibarı ile; O’na îman ve itaat etmeyenlerin, O’ndan yüz çevirenlerin uğradıkları inkisâr ortada. Âlemlere rahmet olarak gönderilen O mübârek zâta îman ve itaat edenler; bu fânî dünya hayatında izzet buldukları gibi, bâkî ve ebedî olan âhiret âleminde de aziz olacaklardır. Nitekim, O’na îman ve itaat etmeyenler de; dünyada zillete dûçâr oldukları gibi, âhirette de aynı zillet ve rezâletten kurtulamayacaklardır.
Ebûbekir -radıyallâhu anh- ile Ebû Cehil -aleyhilla‘ne-, aynı asırda yaşadı. Ebûbekir Efendimiz, insanlığın peygamberlerden sonra en fazîletlilerinden oldu; Ebû Cehil ise hayvanlardan da aşağı en alçaklardan oldu.
Biri gördü, biri kördü. Ebû Cehil’in baş gözü açıktı ama, kalp gözü kör olduğundan; Hak ve hakikati göremedi, Rasûl-i Ekrem’in sırrına eremedi, kulakları da sağır olduğundan; Hak kelâmını işitemedi, nefs-i emmâresine diş geçiremedi, dünya hırs ve menfaatlerine doyamadı, kibir ve hasedini yenemedi, böyle olunca şahit olduğu gerçekler ve mûcizeler dahî kendisini inkâr ve ısrar uçurumundan kurtaramadı.
Hakk’a gözünü kapadı da, mal ve mülkünü gördü. Hakk’ı dinlemedi de, kâfirlerin reisi olduğunu duymayı seçti. Ne var ki; malı, mülkü, parası, pulu, riyâseti ve hain siyaseti ona hiçbir yarar sağlayamadı. Kendisine uyanlarla birlikte Allah Teâlâ’nın gazabına uğradı, cehennemi boyladı.
Ebû Cehil; dünyada da hakir düştü, kibri yere devrildi, Bedir Gazâsı’nda yere serildi.
Ashâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden ve daha hayatta iken cennetle müjdelenenlerden Abdurrahman İbn-i Avf -radıyallâhu anh- Hazretleri, ümmetin firavunun yıkılışını şöyle anlatmıştır:
Bedir Gazası’nda, iki genç arasında bulunuyordum. Bu iki delikanlı o kadar genç, çelimsiz ve tecrübesiz görünüyorlardı ki; kendi kendime; «Daha güçlü ve kuvvetli iki savaşçı arasında bulunsaydım, herhâlde daha büyük başarılar elde ederdim.» diye düşünürken, bunlardan birisi yanıma sokuldu, usulca sordu ve aramızda şöyle bir konuşma oldu:
–Amca, siz Mekkeli misiniz?
–Evet!..
–Ebû Cehil denilen mel‘unu tanır mısınız?
–Elbette tanırım ama, sizin Ebû Cehil’le ne alışverişiniz var?
–İşitiyoruz ki o hain, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e pek ziyade ezâ ve cefâ edermiş. Hattâ, duyduğumuza göre; «Muhammed’le karşılaşırsam, O’na öyle bir saldırıp sarılacağım ki; ikimizden birisi ölmeden, kimse bizi ayıramayacaktır. O’nu ellerimle boğacağım.» diyormuş. Kendisinden bütün bunların hesabını soracağız ve İki Cihan Serveri’ne uzatmak istediği ellerini ve ayaklarını kıracağız!
Gençlerin bu cesaret ve şecaatleri, Özellikle Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri’ne olan hürmet ve muhabbetleri ve dolayısıyla İslâm dâvâsına karşı bu yakın alâka, merbûtiyet ve sadâkatleri beni son derece memnun ve mesrur etti. Gerçi, Ebû Cehil’in ne yaman ve tecrübeli bir silâhşör olduğunu ve müşriklerin kendisini nasıl koruduğunu bilirdim ve bu bakımdan bu iki çelimsiz ve tecrübesiz gencin onunla dövüşmelerinin çok güç olacağı belliydi. Fakat onların hamiyyet ve gayretleri bana inanç verdi ve garip bir tesadüfle tam o sırada Ebû Cehil’in de devesine binmiş olduğu hâlde, Mekke müşriklerini coşturmaya çalıştığını gördüm ve iki delikanlıya;
“–İşte!” dedim. “Aradığınız din ve Peygamber düşmanı Ebû Cehil mel‘unu bu adamdır.”
Birden, o iki genç; avına saldıran şahin gibi Ebû Cehil’e hücum ettiler. Muhafızlarının çemberini yıldırım çarpmış gibi yardılar ve mel‘unu yere düşürerek üzerine çullandılar, kılıçları ile bacaklarını kestiler. (Bkz. Buhârî, Meğâzî, 10; Müslim, Cihâd, 42)
Ebû Cehil’in oğlu İkrime de bu arada o iki kahraman gaziden birisinin kolunu omuz başından ayırdı ve o cengâver; sallanıp duran ve kendisine hayli eziyet verdiği anlaşılan koluna ayağı ile basarak kılıcı ile kopardı ve attı. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 275-276)
İşinin bittiğini, küfür ve inadının kendisini hakir ve zelil yerlere serdiğini görüp bildiği hâlde, Ebû Cehil; kendisini katledenlerin Medineli olduklarına hayıflanıyor ve;
«Çiftçi» diye tahkir ettiği o mukaddes belde halkından iki cengâver tarafından öldürülmesini, kibir ve gururuna yediremiyor ve acılar içinde kıvranırken bile;
“–Keşke beni şu çiftçilerden başka birisi öldürseydi.” diye homurdanıyordu.
Tam bu sırada, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Acaba şu anda Ebû Cehil ne yapıyor? Kim gidip ondan bize bir haber getirir?” buyurmuş ve bu emir üzerine Abdullah İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anh-, o mel‘unun acılar içinde kıvrandığı yere doğru koşmuştu. Ebû Cehil can çekişiyordu. İbn-i Mes‘ud onu sakalından tuttu, ayağı ile boynuna bastı ve sordu:
–Yâ Ebû Cehil sen misin?
O mağrur ve mütekebbir adam, hâlâ kendisine gelememişti. Cevaben;
“–Ey koyun çobanı!” dedi. “Pek yüksek bir yere çıkmışsın, ama sen bana haber ver, galibiyet sizde mi, bizde mi?”
İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anh- kükredi:
–Allah Azîmüşşân’a hamd u senâ olsun ki, galibiyet ve zafer her zaman ve her yerde olduğu gibi yine İslâm’ındır.
Ebû Cehil, sarsıldı ve inler gibi;
“–Muhammed’e söyle.” dedi. “Bugüne kadar O’nun düşmanı olarak yaşadım. Şimdi, dünyadan giderken de O’na daha şiddetli bir düşman olarak gidiyorum.”
İbn-i Mes‘ud Hazretleri, mel‘unu daha fazla konuşturmadı, murdar kellesini kesti ve Peygamberimiz’in huzûruna getirerek yere attı.
İki Cihan Serveri saâdetle;
“–Ey Allah düşmanı!.. Allah Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri’ne sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, seni sonunda böyle hakir ve zelil eyledi.” buyurdu.
Servet ve riyâsetine güvenerek kendisini çiftçilerden ve köylülerden yüksek gören, Rasûl-i Zîşân’ı baş tâcı eden Medîne-i Münevvere halkını tezyife yeltenen o kibirli ve inatçı kâfir; sonunda beğenmediği Medine halkından, çelimsiz ve tecrübesiz iki gencin kılıçları ile ölüm yarasını almış, ashâb-ı kirâmın en zayıf ve kuvvetsizlerinden olup «çoban» diye horladığı İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anh- tarafından başı gövdesinden ayrılmıştı.
Cenâb-ı Hak, cümlemizi günümüz Ebû Cehillerinin şerrinden emin eylesin. Âmîn…
İlk İslâm şehîdesi Hazret-i Sümeyye’nin,
İzinden gideceğim o kahraman ninemin.
Ebû Cehil birdi dün, bugünse binlercedir.
Hepsiyle savaşım var, zafere ettim yemin. (Şûle Yüksel ŞENLER)