İNSAN ve MEKÂN

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

İnsanın yaşadığı mekânla derin bir bağı vardır. Sıla hasreti, bunun en açık delillerinden biridir. Bir müddet sıladan veya yaşadığımız yerden uzak kaldığımızda, her şeyin değişmiş olabileceği ihtimalini düşünür ve döner dönmez öncelikle değişiklikleri kolaçan ederiz. Uzun süren ayrılıklarda bu daha fazla öne çıkar. Merak edilen yerin, özlenen mekânın büyüklüğü, küçüklüğü, maddî ve mânevî kıymeti mühim değildir böyle zamanlarda. Bir süre yaşanan bir mahalledeki küçük bir değişiklik, sokağın bir köşesine açılan bir bakkal dükkânı, el değiştiren bir iş yeri, küçük bir parkın ortadan kaldırılması, bir arsaya bina yapılması, bir okulun ek binalarla genişletilmesi vb. olabilir. Bunları görür ve içinizden geçirirsiniz:

“Vay be! Ne kadar da değişmiş! Ben buradayken burası böyle değildi!”

Rahmetli Tarık BUĞRA, Küçük Ağa’da sıla hasretinin ne menem bir şey olduğunu çok güzel anlatır:

Seferberlikte cepheden dönen Salih, kolunu kaybetmiş olduğu için ilk günlerde büyük bir ümitsizlik ve boş vermişlik içindedir. Üstelik çocukluk arkadaşı Niko ile dostluğunu sürdürünce, savaş boyunca gayr-ı müslimlerin bir takım nâhoş tutumlarıyla karşılaşan dindaşlarıyla ters düşer. Hâlbuki o; mağlûp olduğu bir harbin gazisi de olsa, kahraman gibi karşılanmayı beklemektedir. Yaptığı hiçbir şeyden dolayı bunu hak etmese bile; sıla hasretinin amansız dürtüleriyle firar etmediği için, bunu hak ettiğini düşünmektedir. Çünkü sılanın öyle bir büyüsü vardır ki; ona bir defa kapılan kişi, onun tesirinden bir daha kolay kolay kurtulamaz. Sılasındaki her şeyi, ama her şeyi, en olmadık mekânları bile özler! Bu hissiyat içerisindeki Çolak Salih; kendi kendine o an içinde bulunduğu sigara dumanlarıyla dolu pis kahve köşesine bile cephedeyken ne kadar büyük bir hasret duyduğunu ve bu duyguyu alt edebilmek için ne büyük gayret sarf ettiğini, buna mukabil hemşehrilerinin kendisini takdir etmek bir tarafa ne kadar soğuk karşıladıklarını düşünerek esef eder.

İşte insanın doğup büyüdüğü veya uzun süre yaşayıp alıştığı yerlere olan bağlılığın derecesi! Hafizanallah, bazen mekân-perestliğe kadar varan bu derin bağ; bağlanılan yerlerin gerçekteki ehemmiyetinden tamamen bağımsızdır. Bu sebeple de bu bağın gerçekten insan ve mekân arasında mı, yoksa insanla o mekânda yaşadığı hâdiseler ve duyduğu hisler arasında mı olduğu konusunda bizi tereddüde sevk eder. Bana kalırsa doğru olan ikinci ihtimaldir. Çünkü burada mekân için mevzubahis ettiğimiz hisleri başka şeyler için de hissedebiliyoruz. Meselâ; hayatımızın çok hususî bir safhasını hatırlatan kısa bir not, eski bir kartpostal, küçük bir mektup, hattâ alelâde bir eşya bizim için dokunulmaz bir mevkie yükseliveriyor. Bir trafik kazasında çarpıp yaraladığı bir çocuğu hastahâneye götürürken kana bulanan atletini yıkamaksızın saklayan insanlar bilirim. Ta ki çarptığı çocuğun canını Allâh’ın bağışladığı o kazada yaşadıklarını hayatının geri kalan safahâtında unutmasın, Allâh’ın lutfunu daima hatırlasın! Burada maksadın anlaşılması için -affınıza sığınarak- biraz nâhoş, ama çok enteresan bir örnek daha vermek istiyorum:

Talebelik yıllarımızda bir hocamız;

“Kardeşim! Ben ahırları severim, bana çocukluğumu hatırlatır. Çünkü babam orduda süvariydi, sık sık onunla birlikte gider, ata binerdim!” demişti. Burada söz konusu edilen nedir? At tezeği! İnsan at tezeğini sever mi? Elbette sevmez! Ancak burada sevginin yöneltildiği nesne at tezeği değil, onun zihinde canlandırdığı hâtıralardır. Hocamız o hâtıraları o kadar özlemektedir ki, onları hatırlamasına vesile olan tezeği bile sevmektedir! İnsan ve mekân arasındaki bağ da, verdiğimiz bu örneklerde olduğu gibi aslında insanla yaşadığı yerdeki hâtıralar arasındaki münasebettir. Dolayısıyla bir yere duyulan hasret, aslında orada yaşanan hâtıralara duyulmaktadır.

Sıla, yaşanan yer üzerinde konuşup sonunda böyle bir neticeye varmak; «Vatan sevgisini nereye koyuyorsun?» şeklinde sorulara yol açabilir, bazı itirazlara sebep olabilir. Ancak yukarıdan beri söylediklerimiz -hâşâ- vatan sevgisini hafife aldığımız mânâsına gelmez. Çünkü neticede vatan, üzerinde yaşanan değerler ile vatan hâline gelir. Vatan; bir milletin tam bir istiklâle sahip olarak kendine özgü ilke ve prensipleri, hayat anlayış ve tarzını hâkim kılıp yaşadığı mekândır. Dolayısıyla sılanın daha geniş ve mânevî bir boyut kazanmış hâli olan vatanla olan bağımız da, aslında orada yaşanan hâtıralarla olan bağımızdan ibarettir. Şu kadar var ki, bu hâtıralar bütün millet fertlerini içine alan çok daha geniş ve çok daha kadîm bir hususiyete sahip olup bütünüyle millî hâfızaya aittirler. Bu itibarla eskilerin, vatanı; «ahkâm-ı şer‘iyyenin tenfîz edildiği yerdir» şeklinde tarif etmeleri son derece isabetlidir.

Günümüzde “kentsel dönüşüm” denilen hızlı şehirleşme faaliyetleri neticesinde, yaşadığımız yerler büyük bir farklılığa bürünüyor. Dar sokakların kenarına dizilen çoğu tek katlı ve bahçeli evlerin bulunduğu mahalleler yıkılıp, yerine büyük apartmanlar konduruluveriyor. Hususiyle büyük caddelerin geçtiği yerlerde eski çevrenin ve orada yaşanan hayatın izi bile kalmıyor. Bu sebeple yapılan bu yeni siteler, bir ihtiyacın neticesi olarak hayatımıza kolaylık ve yenilik getiriyor olsa da hâfıza ve hâtıralarımızın yıkımı gibi gelir bana. Bu sebeple uzun zamandır binasının yenilenmekte olduğuna dair haberler aldığım mezun olduğum fakülteye gidip gitmemekte çok tereddüt ettim geçenlerde. Hâlbuki artık başka bir şehirde yaşıyor olmam hasebiyle her istediğim zaman göremeyeceğim bir yerdi. Buna rağmen;

“Ya içinde ders aldığım binaları görememek benim hâtıralarımın yıkılmasına sebep olursa?” kaygısı içimi kemirip durdu.

Ne var ki, benim gibi, aşırı tutucuların rağmına, yaşadığımız mekânlar hızla değişiyor. Aşağı yukarı her şehirde, özellikle TOKİ’lerin zuhuruyla birlikte yeni yerleşim alanları ortaya çıkıyor, âdeta yepyeni şehirler kuruluyor. Bunların bir kısmı eskilerinden «yeni» kelimesiyle ayrılıyor zaten. Misali; Yeni Mardin. Şırnak gibi 50-60 bin nüfuslu küçük bir şehrimizde bile yükselen yeni yapılar oraya çok farklı bir çehre kazandırıyor. Öyle görünüyor ki, bu gidişâta direnilemez. Bize düşen; binalarımızı, çevremizi yenileştirirken değerlerimizi kaybetmemek, beden ve eşyalarımızı taşıdığımız o mekânlara bizi biz yapan hasletleri de taşımaktır. Unutmayalım: “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn / Mekânın şerefi orada bulunana bağlıdır!”