AKSİ TÜRKLER

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Bir Balkan yahut Orta Asya ülkesine gittiğinizde, oranın müslüman halkına yakışmayacak şeylerle karşılaşırsanız suçlayacağınız adres bellidir: Sovyet zulmü… Komünist işgali dönemi…

Aynı duyguyu daha muhafazakâr beldelerden bizi ziyarete gelenler de yaşıyor olmalılar. Onlar da Tanzimat’tan beri yakalandığımız yabancılaşma hastalığımıza kesiyor olmalılar faturayı.

1552-1554 yılları arasında bizi, ülkemizi ziyaret etmiş, daha doğrusu İstanbul’da esir olarak bulunmuş bir İspanyol geride bir hâtırat bırakmış. Osmanlı’ya dair gözlemlerini, iki arkadaşıyla hasbihâl metoduyla kaleme almış ve İspanya kralına takdim etmiş. Geçtiğimiz asrın başında yayımlanan bu gözlemler, ekseriyetle samimî ve gerçekçi bulunuyor. Pedro ismiyle hâtıratta yer alan şahıs, ülkelerine dönüp uydurma hikâyeler anlatanlardan bahsediyor ve anlattıklarının böyle olmadığını bilhassa vurguluyor. Meselâ şu ifadeleri:

“(Türkler) müslüman olmak için kimseyi zorlayamazlar, zira dinleri buna müsaade etmez.”

“Üç defa üst üste müslüman olmalarını teklif ederler, kabul edilmezse; «Sen bilirsin…» diye salıverirler. Değil zorlamak, kuru bir tehdit bile dinlerine aykırıdır.” (s. 21)

“–Türkiye deyince orada herkesin Türk olduğunu zannediyorsun. Bizim Papa’ya ve Lâtin kilisesine bağı olmayan, Türkler kadar hıristiyanlar vardır. Bunlar Papa’larını kendileri seçerler ve Patrik derler.”

“–Türk hükûmeti buna nasıl râzı oluyor?”

“–Vergisini ve haracını ödesin yeter. Yahudi, hıristiyan, berberî olsun mühim değil.” (s. 52, 53)

“Hıristiyanlara bizim müslümanlara yaptığımız gibi davranmazlar. Çok daha insaflı ve insanca tutumları vardır. Meselâ Sinan Paşa ve başkaları; (…) esirlerden, yedi-sekiz tanesini seçip bayramlarda serbest bırakırlar.” (s. 16)

“–Bizdeki gibi kızgın demirle (esirlerin) alınlarına damga vurmazlar mı?

“–Bu onların dîninde çok günahtır.”

“Hıristiyan kadırgalarındaki Türk esirlerin neler çektiğini görmediğin için böyle söylüyorsun. Onun için hıristiyan esirler şükretmeli.” (s. 36)

«Tercüman 1001 Temel Eser» içinde «Türkiye’nin Dört Yılı» adıyla yayımlanan bu eser, babamın kitaplığında mevcut idi. Onun sayfalarında 460 sene öncesine yolculuk yapmak keyifli olurdu. Bugün yeniden okuduğumda, bu İspanyol’un; fatih dedelerimizin seciyesine dair bazı noktaları, onların birçok torunundan dahî iyi anladığını fark ettim.

“Fazîlet odur ki, düşman dahî tasdik ve itirafa mecbur ola!” derler. Pedro; sıkı sıkıya bağlı bulunduğu Hıristiyanlığıyla, Türkleri cehennemlik kâfirler olarak gördüğü hâlde bize dair ciddî hayranlık ifadeler kullanır.

«Bize dair» dedim, atalarımızın fazîletlerini sahiplenmedeki aceleciliğimiz; acaba onların sıfatlarını okuyup, hayatımızı yokladığımızda da devam edecek mi?

İNANÇ-İBÂDET

“Tek bir Allah tanırlar ve O’na taparlar. Bu sebeple resimler ve tasvirlerden nefret ederler. Ne camilerde, ne de evlerde resim bulundurmazlar.” (s. 75)

“Sözlerimi iyi dinleyin. İmparatordan aşçı yamağına kadar; kadın-erkek, zengin-fakir beş vakit namaz kılmayan Türk yoktur.” (s. 73)

“Paşa yemeğini bitirince Allâh’a şükreder ve; «Sofrayı kaldırın!» derdi.”

“–Demek onlar da bizim gibi Allâh’a şükrederler?”

“Bizden daha çok. Bizler ancak yılda bir kere hatırlayıp şükrederiz.”

“Günde en az dört defa bu duâyı (hamd) tekrarlamayan Türk yoktur.” (s. 158-159)

Tebliğ şuuru:

“(Namazdaki) duâlarında hıristiyan, yahudi ve îmân etmeyenlerin gönlünde İslâm dînine girmek arzusunun uyanmasını dileyen sözler vardır.” (s. 74-75)

VAKİT DİSİPLİNİ

“–(Türkler) çok az oyun oynarlar.”

“–Neden oynamıyorlar?”

“–Tanrı’ya karşı saygısızlık, vaktini boş yere geçirmek, başkasına zarar vermek ve nefsini alçaltmak gibi sebeplerden.”

“–Şu hâlde bütün zamanlarını yemekte harcıyorlar ki, bu da pek iyi bir şey değil?”

“–Türkler kadar yemekten zevk duymayan, yemek işlerine değer vermeyen millet, yeryüzünde yoktur. Kral, prens veya senyör olsun günde üç öğün için bir saatten fazla zaman harcamazlar.”

“–O yok bu yok, o hâlde geriye bir şey kalıyor o da uyumak.”

“–Yaptıkları şeyler arasında en azı uykudur. Şafak söker sökmez uyanırlar. Güneş hiç kimseyi yatağında yakalamaz. Nelerle uğraştıklarını aralarında üç-dört yıl bulunmuş bir kimse olarak söyleyeyim. Esnaf bütün sene dükkân işleri ile uğraşır. … Oyun ve eğlenceye ayıracak vakitleri olmaz.”

“–Bunlar bir millet için büyük fazîlettir. Bizler için de utançtır.”

“–Ben görmüş olduğum dünyanın üçte birine yakın yerlerde daha fazîletli insanlara rastlamadım.” (s. 142-144)

EŞYA TELÂKKİSİ

“–Anladığıma göre Türkler, inşaatlarda pek çok kerpiç kullanıyorlar. Bunun sebebi nedir?”

“–Türkler kıyâmete kadar kalacak binalar istemiyorlar. Yaşadıkları sürece içinde oturabilecekleri bir ev kâfî. Bunların ana duvarlarını taşlarla ve balçıkla örerler. Diğer duvarları kerpiçtendir.”

“–Sahanlar gümüşten midir?”

“–Şerîatleri gümüş kapla yemek yemeyi, gümüş kaşık ve gümüş tuzluk kullanmayı meneder. Büyük Türk (Padişah / Kanunî), prens, büyük, küçük hiç kimseye bu yetkiyi vermez.”

“–Neler söylüyorsun? Hiç Büyük Türk’ün sofrasında gümüş takım bulunmaz olur mu?”

“–Vardır hem de en güzelleri. (…) Hiçbirini kullanmaz, hazinesinde saklar.”

“–Kim engel oluyor?”

“–Hiç kimse değil, din.”

“–Neye dayanarak?”

“–Onlara sorulduğu zaman; «Dünyada gümüş kaplarla yiyenler, âhirette bunu yapamazlar.» derler.” (s. 156)

TEMİZLİK

“–Yakın doğunun bütün insanları yıkanırlar. Aynısını biz de yapsak çok iyi ederiz.

Türkler haklı olarak temizliğimiz konusunda bizi tenkit ediyorlar. İspanya’da hiçbir erkek ve kadın ömründe iki defadan fazla yıkanmamıştır.”

“–Zararını düşündüğümüzden. Çok yıkanmak çok kişiye zarar vermiştir.”

“–Alışkın olmadıkları için. Her zaman yıkanılsın, bak zararı dokunur mu?”

“–Dünyada İstanbul’dan, Galata’dan çeşmesi çok olan şehir yoktur. Onun için her hamamın çeşmesi var.” (s. 175)

ADÂLET

“Türkler hıristiyan, müslüman herkese adâleti eşit olarak tatbik ederler. Belli başlı hâkimlerin masalarında bir haç veya Tevrat bulunur. Hıristiyanlara haç üzerine, yahudilere ise Tevrat üzerine yemin ettirirler.” (s. 93-94)

“–Dünyanın hiçbir yerinde, Sinan Paşa’nın adâleti yerine getirmek ve haksızlıkları önlemek için yapmış olduğu şeylere rastlanmaz.” (diyerek paşanın tebdîl-i kıyafet şehir teftişlerini anlatır. Dinlediklerine hayran olan Mata;

“–Bunlara nasıl barbar diyoruz? Onlara böyle demekle asıl biz barbar oluyoruz.” demek mecburiyetinde kalır.) (s. 96-97)

“İnanın ki orada iltimas mektupları hükümsüzdür. Adâletlerinin en güzel tarafı, dâvâların çok kısa zamanda nihayetlenmesidir. Buradaki (İspanya) gibi; «Nasıl olsa dâvâ uzun sürer.» diye haklı olanlar, haksız tarafla anlaşma yoluna gitmezler.” (s. 98)

CÖMERTLİK

“Bıraktıkları hayratlar hangi çeşit olursa olsun bizdekinden fazladır. Bu yüzden yaşarken bile bizden daha cömerttirler. Dört imparator tarafından yapılan dört büyük caminin etrafı hayrat ile doludur. Paşalar da bırakırlar. Kasabalar ve tenha yol kıyılarına yolcular için kervansaraylar yaptırır, yollar açtırırlar, su olmayan yerlere çeşmeler yaptırırlar, helâlar diktirirler. Halkın bedava olarak faydalandığı bu yapılar öyle muhteşemdir ki, saraya benzerler. Buralardan istifade edenler; «Allah yaptırandan râzı olsun!» demeden edemezler. Sadece insanlara değil, hayvanlara da yapılan iyilik çok büyük sevaptır. Bazı insanlar denizdeki balıklara ekmek atarlar. İstanbul’da pek çok, hele Büyük Senyör’ün (Padişah / Kanunî) sarayına bitişik bahçelerin çitleri üzerinde karınca sürüsü kadar sahipsiz köpek vardır. Yavrulayan köpekleri öldürmek günah olduğu için şeytanlar gibi süratle çoğalırlar. (…) Bazı insanlar bir-iki düzine kadar ciğer veya ekmek alıp kedilere, köpeklere dağıtırlar. (…) Bizleri geride bırakacak kadar iyilikleri vardır. Ama bazı pazara giden insanların oradan işlerine geldiği şekilde bahsetmeleri gibi, o memleketten işlerini yoluna koyamadan dönenler de Türklerin zalimliğinden, cimriliğinden, daha bilmem nesinden, işlerine geldiği gibi bahsederler.” (s. 89-90)

“Bütün ev halkını bir tek insan kalmadan doyuracak kadar pişen yemeklerden; köpeklere, kedilere ve kuşlara da bir şeyler kalır. Onlara kalmaması hem günahtır, hem uğursuzluk.” (s. 160)

“Yemek yönünden aralarında herhangi bir ayrılık yoktur. Hiç tanımadıkları bir kimse bile, ayakkabılarını çıkarıp sofraya oturur ve hemen yemeğe başlar.” (s. 158)

“Hayırsever Türkler; çeşmelerden çok uzak olan sokaklara, mahzenler yaptırıp kendi hesaplarına doldurturlar. (…) Suyu boşuna akıtmak büyük günah sayılır.” (s. 175)

EĞİTİM-EDEBİYAT

“–Dört büyük camilerinde de mektepler vardır. Bunlar bizdeki üniversiteler gibi; vakıfları zengin, öğrencileri çoktur. Çok fazla gelirleri olduğu için; her birinde, günde üç bin öğrenci yemek yiyebilir.”

“–Hiçbir dilde Türkçe şarkılar kadar incesi yoktur. Orada okuma-yazmayı bilenler bizdekinden fazladır.” (s. 82)

Pedro, günümüzde de geçerliliğini koruyan bazı tespitlerde de bulunmuştur:

“Hıristiyan prenslerimiz Türklerle savaşmak isterlerse, İranlılarla savaş hâlinde olduğu zamanı seçmelidirler.” (s. 123) der ve bunu başaramadıklarına hayıflanır. Bunu bugün gayet güzel başardıkları, İslâm dünyasında ve ülkemizde mezhep ihtilâfını nasıl körükledikleri malûm…

Pedro’nun yaklaşık 460 sene evvelki dedelerimiz hakkında altını çizdiği bir hususiyet de gizlilik, ihtiyat ve temkindir. Bu aynı zamanda tedbir, tertip ve düzen demektir.

Venediklilerin, devrin haber ajansları gibi çalıştıklarını anlattıktan sonra; Osmanlı’dan bilgi alıp alamadıklarını soran arkadaşlarına, Pedro şu cevabı verir:

“Türklerin temkinli olmaları yüzünden dediğin olmaz. Venedikliler, Dîvan’da görüşülenleri öğrenemezler. Bu bakımdan (Türkler) kendi aralarında da tedbirlidirler. Sefere çıkmadan önce Donanma Kumandanı bile gideceği yeri ve günü bilmez.” (s. 151)

Pedro’nun efendisi olan Sinan Paşa, Rüstem Paşa’nın kardeşiydi. Buna rağmen görüşmelerini kısa tutuyorlardı. Çünkü uzun görüşmeleri dikkat çekebilirdi. (s. 40-41)

Her yerde kölelerden, esirlerden istifade edilirken, gezinti teknesinde tedbiren Türk hizmetkârlar kürek çeker. (s. 160) Savaş düzeni içinde de; galeyâna sebebiyet verecek hâllere karşı çok tedbirlidirler, sessiz ve sâkin hareket ederler. (s. 114)

Devrimizin; bağırsaklarına kadar dış ajanların eline geçmiş dinleme kayıtlarıyla mukayesesi yürek kaldırmıyor, değil mi? O devirde de bütün tedbirlere rağmen Pedro kaçmayı başarmıştır. Hem de dînî serbestiyet içinde hürce yaşayan papazların yardımıyla…

Pedro’nun bir başka tespiti:

“Türkler tamahkâr değildirler.” (s. 154) İsraf etmez, kıymet bilirler. (s. 102)

Bunlardan çok daha önemli bulduğum bir prensip daha yakalamıştır Pedro:

GAYR-İ MÜSLİMLERE MUHALEFET

“(Türkler) mümkün olduğu kadar hıristiyanların yaptıklarının aksini yapmaya çalışırlar. Onlara göre hıristiyanlardan ve hıristiyan âdetlerinden uzak kalındığı ölçüde Allah katında itibar kazanılır ve Muhammed’in dînine yaklaşılmış olunur. Bu yüzden yakasız mintan, bol şalvar, kıvrım kıvrım kollu kaput, dar ve uzun kaftan giyerler. Bize benzememek için sokakta ters yürüyebilseler onu da yapacaklardır. Onları bu yola sevk edenler de evliyâ gibi saydıkları hocalardır.” (s. 133)

“Her şeyde olduğu gibi bize benzememek için Venedik işi ince bardakları olduğu hâlde kullanmazlar. (Tas kullanırlar.)” (s. 163)

“Bizim yaptıklarımızın aksini yaptıkları için, yeri halı ile döşeyip duvarları bembeyaz bırakırlar.” (s. 145)

Saraybosna’da tanıştığı İslâm ile İstanbul’da müşerref olan Slovenyalı Muhammed Ali Kražan hazır kahve içtiğimizi görünce çok şaşırmış, bizim Türk kahvesinden başka türlü bir kahve içmemize anlam verememişti.

Pedro bugün gelse;

“Müşriklere / gayr-i müslimlere muhalefet edin!” (Buhârî, Libas, 64) nebevî emrinden ne kadar uzak olduğumuzu görüp ne kadar şaşırır ve -dîni nâmına- ne kadar sevinirdi. Bugün -en azından 460 sene öncesindeki kadar- İspanya’yı endişelendirecek bir Türkiye yoksa, bunun en mühim sebeplerinden biri; bizim yabanlaşmamız, yabancılaşmamız olsa gerek.

Dün her meydanda rakiplerine fark atanlar, rakiplerinden her şeyde farklıydılar. Onlara muhalefet hâlindeydiler. Şimdi rakiplerimizden yok farkımız, fakat her sahada fark yiyerek mağlûp oluyoruz.

Bu muhalefet, gâvur icadından uzak durmak gibi çağrışımlar yapmasın.

Farktan bahsediyoruz.

Farkımız nedir? Aksine farkımız kalmasın diye uğraşıyor gibiyiz. HSYK mı tartışıyoruz; 460 sene öncesinin münevver bir İspanyol’unu hayran bırakan dedelerimizin adâlet sistemine müracaat etmiyoruz da; Avrupa’da nasıl, Amerika’da nasıl diyoruz. Merciimiz, kriterimiz, kıstasımız, kıyasımız Avrupa…

Bugün şehrimiz, mahallemiz, sokağımız, evimiz, odamız… Fark değil, farksızlık arar gibi. İngiliz bankasının kredisiyle alınan evlerde, bar (!) bile Amerikan, balkon bile Fransız!..

Perdesiz pencerelerimiz mahremiyete Fransız; şâşaamız tevazua, israfımız kanaate Fransız; artık zil bile olmayan, pasaport kontrol gişelerine benzeyen site girişlerimiz tanrı misafirine Fransız!

Muhalefet olmalı ki fark olsun. Sur içinde gezip Beyoğlu tarafına geçerseniz, mimarî bile haykırır farkı… Saraybosna’da Başçarşı’dan itibaren yürürseniz, Bursa’dan Pera’ya oradan Belgrad’a geçmiş gibi hissedersiniz. Çünkü herkes şehrin imar ettiği kesimine kendi rengini vermiştir.

Bugün biz şehirlerimizi, kendi farkımızı, kendi muhalefetimizi koymadan kuruyoruz. Seçilemez, ayırt edilemez şekilde. Ne birbirlerinden ne de gayr-i müslimlerdeki benzerlerinden. Osmanlı’ya öykündüğümüz tek saha olan çifte minareli mahalle camileri de olmasa hakikaten ne fark kalacak?

Sözü dört mısra ile özetleyelim:

Arttıkça bu dünyâya dönük meşgalemiz,
Düşmüş elimizden ebedî meş‘alemiz;
Yanmış, bütün irfan, medeniyyet çökmüş.
Tekrar onu kurmak, biricik mes’elemiz.