İHTİYAT VE HEMENCİLİK -1-

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

20-25 yaşlarında iken, küçük bir kitap okumuştum. Amerikalı bir yazar tarafından yazılmış, Türkçeye çevrilmiş, 50-60 sayfalık bir kitap. Adı da; «Başarılı Olma Kitabı» yahut, «Zengin Olmanın Sırları» gibi bir şeydi. Ben de birkaç kere okudum. Yazar bu eserde; aklımda kalan şöyle bir hâtırayı anlatıyordu:

Bir Amerikan kasabası… Bir kovboy, atını dışarıya bağlar ve bir dükkâna alışverişe girer. Alışveriş yaparken, içeriye telâşla bir çocuk dalar, kovboya seslenir:

«–Atınız kaçtı!»

Kovboy hiç istifini bozmadan cevap verir:

«–Dünyadan da dışarıya çıkamaz ya!..»

Yazar bu küçük hâdiseyi anlattıktan sonra şu yorumu yapıyordu:

“Ben o anda oradaydım. O adama derin derin baktım. O adamla bir daha karşılaşmadım ama, eğer o adamı bir daha görseydim, mutlaka başarılı bir adam olarak görürdüm.”

Yani; ânî hareket etmeyen, düşünerek harekete geçen, soğukkanlı insanların başarılı olacağını îmâ ediyor.

Düşünerek hareket etmeye, İslâm ahlâkında da «teennî» ve «ihtiyat» denmekte. Teennî; bir iş yaparken acele etmemek, yapılacak işin önünü sonunu düşünmek demektir. İhtiyatlı davranmak; hata ihtimalini en aza indirir, pişmanlığa düşmekten korur.

Cenâb-ı Hak;

“İnsan hayrı istediği kadar, (sonunu düşünmeden, acele hareket ettiğinden) şerri de ister. İnsan pek acelecidir!” (el-İsrâ, 11)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;

“Teennî Allah’tan, acele şeytandandır.” (Tirmizî, Birr, 66/2012) buyuruyorlar. Bu hadisten hareketle;

“Acele işe şeytan karışır.” demişler.

Görüldüğü gibi, dînimiz ile akl-ı selîmin gösterdiği hakikat aynı. Biz bu hakikate; bugüne kadar yaşadığımız ve şahit olduğumuz birkaç hâtıra ile tecrübeden, misaller getirelim. Bazısı latîfeden ibaret, bazısı ciddî sonuçları olan hâtıralar, hâdiseler:

Askerde birisi bana durup dururken dedi ki:

“–Sırtına bineyim beni kantine kadar götür.”

“–Niye?”

“–Sana beş lokum alırım.”

“–Yürü be adam! Ben senin sırtına bineyim, sana 10 tane lokum alayım!”

“–Gel!” dedi, hemen.

Meğer benim öyle dememi hesap etmiş. Adamın cebinde parası yok. Canı da tatlı istiyor. Bu tatlıyı nasıl yiyecek, plânlar yapıyor. Oyuna geldik biz.

İşin latîfesi… Nasıl geldik oyuna:

Acele ettiğimiz için…

Karşı taraf bir plân yapmış, bir tuzak hazırlamış. Sen ise düşünmeden, ânî hareket ediyorsun ve adım adım tuzağa düşüyorsun.

Bizimkisi üç-beş lokum. Bir başka kardeşimizin hikâyesi daha ciddî:

Ayakkabı mağazası çalıştırdığımız ortağım Şahabettin NABİOĞLU bir gün sabahın erken saatinde dükkânını açıyor. Sepetlerdeki ayakkabı ve terlikleri vitrininin önüne dizmek için, dükkânına girip girip çıkıyor. Yine dışarı çıktığı esnada bir adam geliyor. Diyor ki:

“–Usta! Şu giden adam var ya…”

“–Evet!”

“–O, sen içeri girdiğinde şuraya koyduğun terlik sepetinden 2 çift terlik aldı, koynuna koydu gitti!”

“–Hangi adam.”

“–Bak bak; şu lâcivert elbiseli adam var ya, işte o!”

Şahabettin Usta; yaydan çıkmış ok gibi koşuyor, adamı yakalıyor. Adam gösterdiğinde 80-100 metre ötedeydi zaten. Koşup gidene kadar dükkânından bir hayli uzaklaşıyor. Adamı tutuyor;

“–Şu terlikleri çıkar!” diyor.

Adam şaşkın;

“–Ne terliği?”

“–Yahu şu dükkânın önünden aldığın terlikleri!..”

Adam;

“–Git işine be adam! Terlik merlik almadım.” diyor. Yakasını bağrını da açıyor, gösteriyor o öfkeyle…

Bizim ortak ne yapsın. Olan bitene de bir anlam veremeden dükkânına geri dönüyor.

Ne görse iyi!

Bunu fişekleyip adamın peşine yollayan adam, dükkânı soyup kaçmış. Çekmecedeki paraları almış.

Bir terlik gitmesin derken, kaç ayakkabı parası gitti!

Acele ile öfke birbirine benziyor. İkisi de insana ânî hareketler yaptırıyor ve pişman ediyor. İkisinin de çözümü, durup düşünmek. Öfkelenerek ve sabırsızlanarak yaptığımız şeylerden, söylediğimiz sözlerden işin sonunda hep pişman oluruz.

Bir başka hâtıram:

Mehmet GÜZELANKARA diye imalâtçı bir dostumuz vardı. Bu adam, ayakkabının altına -kösele yerine- konabilen levha plâka üretirdi. Yapı olarak öfkeli bir insandı.

Bir gün Hilmi ERCAN isminde ayakkabı malzemesi satan bir arkadaşın dükkânında oturuyordum. Mehmet Beyin mallarını da satan bir arkadaşımız. Mehmet Bey tahsilât için Hilmi Beyin dükkânına gelmişti;

“–Şu gelen malları kontrol edelim.” dedi.

Karşılıklı defterlerini çıkardılar. Biri okuyor, diğeri kendi kayıtlarından tasdik ediyordu.

“Şu tarihte şu kadar mal gelmiş, şu tarihte şu kadar mal gelmiş…” derken; bir yerde hesap uyuşmadı:

“–Geldi!”

“–Gelmedi!”

“–Geldi!”

“–Gelse ben yazardım. Gelmedi!”

Tansiyon o kadar yükseldi ki, Mehmet Bey; yumruğunu bütün kuvvetiyle masanın üzerine indirdi. Masanın üzerindeki cam paramparça oldu. Bereket versin, eline bir şey olmadı.

Ben de orada misafirim. İkisini de tanıyorum. Müdahale etmem lâzım. Dedim ki:

“–Öfkelenmeyin, hele oturun bakalım şöyle… Sen, defterini ver. Sen de ver…”

Biraz inceleyince gördüm ki ikisinin defteri de tamam ve birbiriyle uyum içerisinde. Sadece birisi tarihi üç gün sonraya atmış. Biri;

“–O tarihte mal gelmedi!” diyor.

Diğeri;

“–Yazdım. Geldi!” diyor.

İki satır aşağıya baksalar onu bulacaklar. Fakat öfke ve itirazdan fırsat bulup da bakamıyorlar. Acelecilik, sabırsızlık ve öfke; neredeyse hiç yoktan bir kavga, belki de bir yaralanmaya yol açacaktı.

İnsan o an durup düşünmeli. Tamam menfaatini koruyacaksın, hakkını arayacaksın. Fakat ya haksızsan? Bir insanı, yok yere incitiyorsan?

Günlük hayatta hâfızamızın bizi yanılttığı, yanlış duruma düşürdüğü hâller olmaz mı? Olur elbette. Hâfızaya güvenme aceleciliği de insana çok yanlış yaptırır. Şu işittiğim hâdise, buna güzel bir örnek:

Çocukluğumuzda mahallede bir bakkal varmış. Anlatırlardı, ben onu görmedim. Orada şöyle bir hâdise geçmiş:

Sabahtan birisi bakkala gelmiş, 8 liralık alışveriş yapmış, bekliyor. Bakkal;

“–Ne bekliyorsun? Hesabı ödesene!..” deyince;

“–Sana 50 lira verdim ya, paramın üstünü versene!” demiş. O zaman 50 lira, şimdikinden hayli kıymetli para.

“–Ne parası?”

“–50 lira verdim ya…”

“–Ne 50 lirası?”

“–Verdim!”

“–Yok vermedin!”

“–Verdim!”

“–Vermedin!”

Bu arada yükselen sesleri duyup gelen insanlar olmuş. Onlar da dinliyor. Adam demiş ki:

“–Elimle 50 lirayı getirdim. Kendine verdim. Şu kadarlık bir şeyler aldım. Şimdi üstünü vermiyor!”

Bakkal:

“–Aldıklarının parasını vermiyor, bir de para üstü istiyor. Ben bu parayı alsam; nereye koymuş olabilirim ki? Dükkândan çıkmadım. Gelin cebimi arayın. Cebimde hiç 50 liralık yok. Tezgâhta yok. Ancak çekmeceye koymuş olabilirim. Çekmeceye bakalım; 50 lira varsa, o verdi diyelim.”

Çekmeceyi açmışlar. İçinde 5’lik, 10’luk var. 50 liralık hakikaten yok. Tezgâhın sağına-soluna bakmışlar. Adamın cebini de aramışlar. Yok.

Müşteriyi itham etmişler:

“–Kardeşim! Adamda hiç 50 lira yok ki, sen nasıl verdin? Sen hayal kuruyorsun! Verdim sanıyorsun!”

Adam; haklı olduğundan emin. Fakat acele etmemiş. Kavga etmemiş. Çekip gitmiş.

Aradan bir ay kadar geçmiş.

Bakkal bir gün çekmeceye 50 lira koymuş. İki dakika sonra çekmeceyi açmış ki, para yok!

“–Yahu şimdi koydum elimle?!.”

Çekmeceyi aramış. Yok. «Nasıl olur?» diye incelerken görmüş ki, çekmecenin arkasında bir boşluk var. Çekmeceyi yuvasından çıkarmış. Paranın arkaya düştüğünü görmüş. Parayı alırken bakmış ki, bir 50 liralık daha var. O zaman aklı başına gelmiş. Hemen adama haber yollamış:

“–Yahu, çok özür dilerim. Meğer sen haklıymışsın. Para çekmecedeymiş fakat arkaya düşmüş.”

Ne o harama tenezzül edecek bir insan, ne de diğeri… Fakat şeytan işi işte! Eğer uysalar; öfke yüzünden kavga olacaktı. Adamın sükûneti meseleyi halletmiş.

Başka bir misal:

1977-1980 senelerinde; her tarafta sağ-sol olayları, kavga, kargaşa vardı. Sokaklarda anarşi vardı. Her gün cinayetler, soygunlar, adam kaçırmalar yaşanırdı.

Biz o zaman İstanbul-Küçükköy’deyiz. Henüz büyük bir firma değiliz. Eniştemle ortağız. Ben genellikle mağazada duruyorum. O ise işin başında. İşyerinde bir asma kat var, asma kattaki yazıhanemizin penceresinden dışarısı gözüküyor.

Bir gün yüzleri maskeli üç tane adam gelmiş. Birisi kapıcıyı tabanca ile etkisiz hâle getirmiş. İkisi de hemen merdivenden çıkmış, asma kattaki odaya dalmış.

Eniştem o sırada işçilerin aylığını dağıtıyormuş. Bereket versin, çoğunun aylığını vermiş, ancak üçte biri belki dörtte biri kalmış. Soyguncular bakmış kasa açık, para ortada;

“Sakın kıpırdama!” deyip, ne varsa alıp gitmişler.

Bana haber verdiler. Koştum geldim. Tabiî eşkıyâlar kaçıp gitmişler. Karakola filân haber verdim. Bir sonuç alamadık, üzgün oturuyoruz. «Geçmiş olsun!» diyerek birbirimizi teselli ediyoruz.

Aradan birkaç saat geçtikten sonra aklıma geldi. Üç-dört gün önce elime bir yerden 5.000 dolar para gelmişti. Ben de enişteye vermiştim;

“–Al şunu kasaya koyarsın!” diye. O da;

“–Peki.” demiş almıştı.

O; «Çok para gitmedi.» diye seviniyor ama, ben bunu hatırlatmaya çekiniyorum, 5.000 dolar az para değil. En sonunda dayanamadım:

“–Hani ben sana, kasaya koy diye 5.000 dolar vermiştim. Onu da aldılar mı?”

“–Ne 5.000 doları?”

“–5.000 dolar verdim ya ben sana?”

“–Yok. Para mara vermedin sen bana.”

“–Verdim yahu!”

“–Vermedin!”

“–Sana verdim. Eline aldın. Çok iyi hatırlıyorum.”

Dedi ki:

“–Hep unutuyorsun zaten son zamanlarda. Başkasına veriyorsun, bana verdin zannediyorsun. Ben aldığım parayı unutur muyum hiç? Versen kasada olurdu.”

Yaralı olduğundan daha da üstüne gidemedim. Birazdan aklıma geldi. Dedim ki:

“–O sırada pardösün sırtındaydı. Şu pardösünün ceplerine bir baksana!”

Pardösünün cebine baktı ki, para pardösünün cebinde duruyor.

Soyguncular geldiğinde pardösü de kapının yanında askıda duruyor. Fakat kasaya yoğunlaşınca, üste başa bakmamışlar. Bizim o paramız da böylece gitmemiş oldu. Ayrıca kasada 3-5 paket sigara varmış, hani şu pahalı sigaralardan, adamlar onları da alınca enişte;

“–O sigaralar benim!” demiş. Yani şirketin değil. Onlar da;

“–Sen sus!..” demişler, sigaranın heyecanı ile pardösüyü fark etmemişler.

İşin özü: O para nasipten çıkmamış.

Şahabettin Usta’yla yaşadığımız bir başka hâtıra:

Bir gün dükkâna geldim. Ben, sermaye ortağıyım. O da mağazayı çalıştıran kişi. Baktım ki mağazada bir dâvâ var.

Şahabettin Usta, birine bir gün evvel bir ayakkabı satmış. Adam ayakkabıyı geri getirmiş, iade etmek istiyor. Şahabettin Usta diyor ki:

“–Biz giyilmiş ayakkabıyı geri almayız. Hiç giymemiş olsaydınız olurdu. Ama sen bir miktar giymişsin.”

Adam diyor ki:

“–100 metre bile gitmedim.”

Lâkin 100 metreden az da olsa, karayollarında giyildiği için, ayakkabının tabanına kumlar batar, giyildiği belli olur. Bir daha yeni olarak satılamayacağı için ayakkabıcılık kuralına göre geri alınmaz. Çünkü malda bir kusur yok. Müşteri kararından pişman olduğu için, bir büyüğünü almak için iade etmek istiyor.

“–Sen bunu giymişsin kardeşim.”

“–Yahu cebimde yenisini alacak param yok. Bunu giyemiyorum, ayağımı sıkıyor. Sen nasıl bunu almam, dersin? Almak mecburiyetindesin!”

“–Yok alamam!”

“–Alırsın!”

“–Alamam!”

Olaya iyice vâkıf olunca dedim ki:

“–Kardeşim, biz şimdi bu ayakkabıyı bir başkasına yeni diye satamayız. Az kullanılmış diyerek satarsak da en azından 10 lira indirim yapmak mecburiyetinde kalırız. Sen bir 10 lira ilâve edemez misin? Biz sana bir büyüğünü verelim. Bu ayakkabıyı da alalım. Sen de ayakkabıyı giydiğin için bir 10 lira cezanı çekmiş olursun.”

Adam rahatladı:

“–Hah, şöyle söyle!”

Biz adamdan 10 lira aldık, yenisini de kendisine teslim ettik. Adam gitti. Sermaye ortağı olduğum için; Şahabettin Usta, bana adamın yanında bir şey söylememişti. Fakat adam gidince;

“–Yahu nerede görülmüş giyilmiş ayakkabıyı geriye almak ortak? Sen bunu nasıl yaparsın?” dedi.

Dedim ki:

“–Ortak! Adam derdini anlattı. Biz de dinledik. Haklıyız ama ne çare ki adam mağdur olacak. Bu ayakkabıyı hayrımıza versek ne olur ki? Sonra bakarsın, bir münasip müşteri gelir, bunu da satarız…”

“–Yahu böyle şey olur mu hiç? Sen kuralları çiğnedin!”

“–Kuralları çiğnedim ama dâvâ çözülmüş oldu. İş büyüse daha mı iyiydi?”

Tam biz bunları konuşurken içeriye bir müşteri girdi. Sağa-sola bakıyor. Dedim ki:

“–Kardeşim, ayağın kaç numara?”

“–41…”

Baktım iade aldığımız ayakkabı da 41 numara.

“–Kardeşim, az önce böyle böyle bir hâdise oldu. Bu ayakkabıyı sana 10 lira eksiğine versek alır mısın? Biz zaten o parayı az önceki adamdan aldık.”

Adam;

“–Bir giyeyim bakayım.” dedi. Denedi, beğendi.

“–Yahu bu 10 dakika giyilmemiş. Hem de indirimli, niye almayayım?”

On dakika içinde mesele tamamen çözülmüş oldu.

Şahabettin Usta hâlâ haklılığında ısrarcı;

“–Bu, senin şansından oldu.” diyordu.

Hâlbuki iyilik ettik, dâvâ etmedik. Düşüne düşüne hareket ettik. Bu tarz fedâkârlıklar, insana kazandırır. Biz mağdur olmadık. Geri getiren de küçük bir fark ödeyerek ihtiyacını görmüş oldu. Alan adam da indirimli almış oldu.

Uzun lâfın kısası:

İhtiyatlı olmak, teennîli hareket etmek şart… Durup düşünmeli, değerlendirmeli, ölçüp biçmeli, sabretmeli… İnat gibi, itiraz gibi menfî duygularla değil; insaf ve mantıkla hareket etmeli.

Yalnız ihtiyatlılık, sabırlılık; uyuşukluk ve fırsatları kaçırmak demek değildir.

İş hayatında herkes bir şeyler söyler.

“Şu işte çok para var!”

“Şuna yatıran kazanır.”

Gazlar, furyalar…

Ânî hareket, daima pişman eder.

Bunun tam karşılığı da fırsatı kaçırmamak. Eğer çok yönden değerlendirdin, meselenin artısını eksisini tarttın ve artısını ağır basıyor gördünse, artık vakit kaybetmeden, teşebbüste bulunacaksın. Ondan sonrası vesvese olur, vehim olur. Risk vardır, fakat hesaplanmış bir risktir. Neyle karşılaşacağını, en kötü ihtimal olursa ne yapacağını bildiğin bir risktir bu.

Yoksa sen vehimlerle boğuşurken, atı alan Üsküdar’a varır.

Sen karar verene kadar, fırsatlar uçar. Burada hassas bir denge var.

Acele de yok, donukluk da yok.

İhtiyata da evet, fırsatları kaçırmamaya da evet…

Bunun için ne lâzım?

Hareket ederken acele etmemek; fakat, düşünürken, ihtimalleri değerlendirirken fırtına gibi olmak lâzım. Davranışların, tepkilerin frenine basmak; fakat kafanın içinde son sürat düşünmek lâzım. Serinkanlı olmak lâzım. Bir atasözü var:

“Akıllı düşünene kadar, deli oğlunu evlendirmiş.”

Rabbim; herkese yerli yerince düşünüp isabetli kararlar vermeyi, doğru adımlar atmayı nasip etsin. Acelecilikle, öfkeyle, sabırsızlıkla yanlışa düşmekten muhafaza etsin.

Âmîn…