En Zorlu İmtihan Sahnesi; DÜNYA HAYATI

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Yüce Yaratıcı’ya halîfe olma vazifesi tevdî buyurulan insan; bunun gerektirdiği bütün meziyet ve istîdatlarla teçhiz edilip, bu şerefle mütenasip sonsuz nimetlerle taltif edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de;

“O ki ölümü ve hayatı takdir edip yarattı, sizi imtihana çekip hanginizin amelce daha güzel olduğunu bildirmek için…” (el-Mülk, 2) buyuruluyor. Madem ki bir imtihan var; öncesinde bir çalışma, bir yarışma; sonrasında da bir hesaplama, bir değerlendirme bahis mevzuu. Şüphesiz; insanın bu ulvî emânete ne nisbette lâyık olduğu hususunda, hesabını vereceği bir hesap gününün gelmesi de mukadderdir.

Hayatın mânâsı ile ilgili gerçekler, akla ve gönle hitap eden aslî hâliyle sadece İslâmiyet’te mevcuttur. Zamanımızda; âdeta câhiliyye devrine benzer şekilde bütün şartlar aleyhinde olmasına rağmen, en hızlı yayılan din olması da bunun bir işaretidir. Tefekkür eden, muharref semâvî dinlerin ve beşerî safsataların kıskacında bunalıp araştıran insanlar; buhranlarını, ancak bu, diriliğini ve tazeliğini ilk günkü gibi muhafaza eden tek ilâhî kaynakla teskin ediyorlar. Bu bahtiyarlardan Meryem Welt Hanım;

“İnsanlar; «Nereden ve niçin geldik? Nereye gidiyoruz?» diye sordukları müddetçe İslâmiyet’e koşacaklar.” diyor. Gönlü bu nurla aydınlanan başka bir hanımın durumu da, bir mülâkatta şöyle aktarılıyor:

“Hıristiyanlık onu tatmin etmemiş, kitaplardan araştırıp müslüman olmuş. Daha önce Konfüçyüs’ün öğretilerine ve Budizm’e bakmış; Tevrat’ı, İncil’i okuyup incelemiş. Sıra İslâmiyet’e gelip okumaya başlayınca; «İşte aradığım bu!» demiş.”*

Hele bir de usûlüne uygun tebliğ yapılabilse ve İslâm’ın rahmet akseden yüzü temsil edilebilse, bu meselede ne güzel gelişmelere şahit olunabilecek.

İnsan, yaratılış hikmeti çerçevesinde; rûhunda meknuz bulunan değerleri kullanma keyfiyetine göre; «âlâ-yı illiyyîn» ile «esfel-i sâfilîn» kutupları arasında bir dereceyi hak edecektir. Bu imtihan sahnesinde, her grubun kendi sınıfında bir yarışma hâli bahis mevzuudur. Kur’ân-ı Kerim’de bununla ilgili olarak;

“Herkesin yöneldiği bir cihet vardır. Haydi öyleyse hep hayırlara koşun, yarışın!..” (el-Bakara, 148) buyurulur. Bu cümleden olarak;

«Hayır işlerinde yarışılmasını» buyuran Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; ashâb-ı kiram hazerâtını bu hususta teşvik ederlerdi. Onlara zaman zaman;

“Kim bir yetim başı okşadı?
Kim bir cenâze teşyiinde bulundu?

Kim bir hasta ziyaretinde bulundu?” diye sorarlardı. Bu sorulara en fazla Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- müsbet cevap verir ve diğerlerinin;

“Ebûbekir bizi yine geçti.” diye gıpta ile methetmelerine şahit olunurdu.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; harp esnasında, hassas ve çok önemli durumlarda;

“Bu kılıcın hakkını kim verecek?
Şu kâfirin karşısına kim çıkacak?
Kale kapısını kim açacak?
Bu vazifeyi kim hakkıyla yapacak?..” gibi sorularla; işi en iyi şekilde başarmak için, hayırda yarışı teşvik ederlerdi.

İçtimâî hayatta «cemaat rûhu», birlik ve beraberlik çok önemlidir. Bunu temin için hadîs-i şerifte;

“Cemaatte rahmet; ayrılıkta azap vardır.” buyurulur. Hayırlı işlerde beraber olmak, tabiri câizse «takım rûhu» ile hareket etmek; başarı ve cemiyetin selâmeti için fevkalâde elzemdir. Kur’ân-ı Kerim’de bununla ilgili olarak şöyle buyuruluyor:

“İyilikte ve (Allâh’ın sizin iyiliğiniz için koyduğu yasaklarından) sakınma hususunda (birbirinizle) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” (el-Mâide, 2) Bu temin edilebildiği takdirde; hem birlikten kuvvet doğar, hem de fertlerin birbirlerini murakabeleri, hayra vesile olur.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- halîfe olduğu zaman;

“Eğer, Kitap ve Sünnet’e uygun hareket etmezsem, bana itaat etmeniz gerekmez!” buyurarak, bu cemaat rûhunu harekete geçirmek istemişti. Kezâ Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da halîfe olunca; bu dayanışmayı ölçmek için, kendisine bey‘at edenlere;

“–Eğer doğru yoldan ayrılırsam ne yaparsınız?” diye sorar. Onların;

“–Kılıçlarımızla doğrulturuz!” demeleri üzerine;

“–Yanlışlık yaparsam, beni düzeltecek bir cemaatim var.” diye şükreder.

Osmanlı’dan da bir örnek zikretmek gerekirse; Fatih Sultan Mehmed Han; bir sabah tebdil-i kıyafet şehri gezerken, bir satıcıya uğrayıp biraz yiyecek alır. Çıkıp tekrar geri döner ve bir şey daha almak ister. Esnafın;

“Ben siftah yaptım, komşum ise henüz yapmadı; ondan alırsanız daha iyi olur.” demesi üzerine, çok memnun olur; böyle fazîletli halkı olduğu için şükreder…

Şanlı asırların böyle fazîlet yarışlarından bugüne ne kaldı?..

Dünyevî cereyanlar, tevârüs edilen bu hasletleri önemli ölçüde aşındırdı. Şanlı medeniyetimizdeki, adâleti tesis edip, beraber saâdete ulaşmak yerine; devletler arasında, zayıflara hâkim olup, insafsızca sömürme ve yok etme sistemi geçerli oldu. Ferdî plânda; gıpta, yardımlaşma, beraberlik, fedâkârlık… gibi fazîletler yerine; haset, kibir, bencillik, riyâ… gibi mezmum hasletler gönülleri kapladı. Makyavelist fikriyâtın;

“Gaye için her şey meşrûdur.” prensibi; ruhları, içtimâî nizamı zehirledi. Bu marazî vasatta; «şerde yardımlaşma ve yarış» alabildiğine hızlandı.

Her şeye rağmen, uzun yılların kemikleşmiş yanlışlıkları tedrîcen çözülüyor, düzeliyor. Hayır yarışında çok güzel gelişmeler var. Gönüllü kuruluşlar, vakıflar sayesinde sınırlar aşıldı; Uzak Doğu’dan Güney Amerika’ya, Afrika içlerinden Asya’nın derinliklerine ulaşan güzel tezâhürler, ecdâdı hatırlatıyor. Ancak bir taraftan da; hâkim güçleri, sömürgecileri kaygılandıran bu faaliyetleri durdurabilmek için, olmadık tuzaklar kurulduğuna da şahit olunuyor.

Bedîüzzaman -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri;

“Muvaffakıyet sa‘yin neticesi değildir; bir ikrâm-ı ilâhîdir.” buyuruyor. Şurası muhakkak ki; gayret kuldan, tevfik Allah -celle celâlühû-’dandır. İnsan; dünya denilen imtihan sahnesinde, ihlâsı nisbetinde kazanacak; ebedî saâdete mazhar olacaktır. Bu başarı için tutulacak istikameti, İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif şöyle terennüm ediyor:

Allâh’a dayan, sa‘ye sarıl, hikmete râm ol;
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.

______________

* H. Demireşik, Şebnem Dergisi, s. 106.