Son Yaprak Düşünce
HANGİ MEVSİM GELECEK?

YAZAR : M.Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İnsanoğlu; göremediği zaman çok tuhaf, görebildiği zaman bambaşka bir varlık.
Gözünü açsın diye verilen ömrün can yaprağı, dünya tozuyla dolup da onu âmâlaştırdığı zaman; yüce hakikati anlatabilmek, sadece o yaprağın düşmesine bağlı. Peygamber oğlu olanlar için bile böyle olmuş. Son yaprak düşmedikçe, hangi mevsimin başına geleceğini anlayamamışlar, gaflet zebûnu olarak yaşamışlar. Sonları eyvahla bitmiş.
Hâlbuki;
Kendilerinden önce ölenler söylemiş, ama anlamamışlar.
Melekler söylemiş, anlamamışlar.
Kitaplar söylemiş, anlamamışlar.
Allah söylemiş, yine anlamamışlar.
Peygamber de söylemiş, yine anlamamışlar.
Çaresiz;
İdrak, son yaprağın düşmesine kalmış.
Ne kadar acı!
İşte ibretli bir misal:
Yeryüzünü tufanın suları kaplamaya başlamıştı. Nuh -aleyhisselâm-, kendisini dinlemeyen oğluna son bir ümitle seslendi:
“‒Ey oğul! Tufan dalgaları arasında boğulacaksın, çabucak babanın gemisine gel, biniver, haydi!”
Oğlu Kenan aldırmadı:
“‒Olmaz! Biliyorsun, benim inancım başka. Kaldı ki ben, gayet usta bir yüzücüyüm.”
“‒Oğul! Tufan denilen azap karşısında yüzmeyi bilmek boşuna! Tsunamilerden beter bir kahrın karşısında yüzmeyi bilmek neye yarar? Uyan oğul; o akıl, akıl değil! Vakit kaybetme, çabuk kurtuluş gemisine bin!”
“‒Hiç yorulma babacığım! Sen bana da, benim aklıma da güven. Bir bak şu dağa; görüyorsun ki senin geminden daha yüksek. Oraya çıkarım olur biter!”
“‒Hey şaşkın oğul! Senin dağ dediğin cisim, bugün küçük bir yapraktan farksız. Tufan onu da birazdan yutacak!”
“‒Olur mu öyle şey? Sen o lâkırdıları senin yandaşlarına söyle. Kendi kafadarlarına anlat. Beni bırak artık; ben başka dindenim, başka anlayıştayım; senin nasihatlerin bana geçmez.”
“‒Aman oğul! Şu an, naz zamanı değil. Allâh’ın kahrı şahlandı. O kudret karşısında her şey, bir hiç. Onun intikamı acıdır. Aklını başına al da kendini kurtarmaya bak!”
“‒Yahu baba! Hâlâ aynı şeyleri söylüyorsun. Yaşadığın yüzlerce yıl hep bunları anlattın. Böylece herkesi de bıktırdın, beni de. Sen ne kadar bilgisiz bir adamsın, koca aklın bizlerdeki bu bıkkınlığı göremeyecek kadar cahil! Hâlâ ne konuşuyorsun? Onca insanlardan işittiğin buz gibi cevaplar yetmedi mi? O sıkıcı sözlerine ben, aklım erdiği günden beri, yani delikanlıyken bile karşıydım. Şimdi kocaman bir adam, artık akıllı ve bilgili bir kimse olduğum hâlde mi seni dinleyeceğim? Asla!”
“‒Vah yavrucuğum, yazık olacak! Bari bu seferlik baba sözüne kulak versen ne olur?”
Kenan yeni bir ters cümle sarf edecekti ki; dağlardan daha büyük bir dalga, o âsî oğlun ağzına sağlı-sollu şiddetli bir kahır tokadı patlatıverdi. Bir saniyecik bile direnmesine imkân vermedi; gazap deryasının derin gayyâsına doğru bir anda çekip aldı. Acıklı bir azabın dipsiz karanlığında perişan etti.
Ardında;
Ne aklı kaldı Kenan’ın, ne fikri. Ne usta yüzücülüğü kaldı, ne kocaman adamlığı. Ne güvendiği dağ kaldı, ne inandığı bâtıl şeyler. Hepsiyle birlikte helâk oldu.
Bu mânidar gerçek karşısında;
Hazret-i Mevlânâ der ki:
“Filozof, sadece aklına güvendi. Kendini karmakarışık bin bir düşünce ile doldurdu.
Ama;
Nice ilim, nice akıl, nice anlayış, nice zekâ vardır ki, hakikat yolcusuna, gulyabanî kesilir, yolunu vurur.
Filozofların şerlerinden kurtulmak için, cennetliklerin çoğu akla pek itibar etmez.
Hazret-i Nûh’un oğlu Kenan da, keşke yüzme öğrenmemiş olsaydı da, babasının minnetine katlansaydı ve gemiye girmeyi düşünseydi!
Keşke o; küçük çocuklar gibi bilgisiz olsaydı da, onların analarının eteklerine sarıldıkları gibi tufandan kaçarak babasının lütuf ve keremine sığınsaydı!
Keşke o; tek başına akılcı bir bilgin olmuş ve onunla gurura kapılmış olmasaydı da, bir velîden vahiy bilgisi kapsaydı!”
Yani;
Keşke böylesi bir akıllı olacağına akılsız olsaydı.
Daha doğrusu;
Keşke yerlerin aptalı, göklerin akıllısı olsaydı. Keşke şeytan gözüyle ahmak, ancak Rahman nazarıyla akıllı olmayı anlayabilseydi.
Olamadı.
Mantığı yetmedi. Aklı ermedi. Kendi tıkanık felsefesinin kurbanı oldu.
O hâdise, dünde kaldı.
İbretleri ve hikmetleri ise bugüne geldi. Tâ ki aklın gafleti ve firâseti doğru bilinsin ve kullar onu felâket değil kurtuluş için değerlendirsin. Ancak;
Okuyamayan ve göremeyenler her zaman mevcut.
Bugün dün gibi.
Kimi Hazret-i Nuh, kimi Kenan.
Dündeki acı manzaralara rağmen hâlâ;
Hazret-i Nûh’un kurtuluş gemisine bindirecek ilâhî tefekkürü ve gerçekleri bir tarafa bırakarak Kenan’ı boğan beşerî düşünceleri öne çıkarmak, nice zavallılar tarafından mârifet zannediliyor. Üstelik bunların bazısı da dîni temsil noktasında bulunan ve dînî eğitim yapan kesimlerde cirit atıyor. Âhirzamanın hangi tufanında boğulacaklarını bilmeden ilâhî hakikatlere karşı akıl yarıştıran o gafillerin de âkıbeti dündeki gibi olacak şüphesiz. Toplu tufan olmasa da onların eninde sonunda ecel tufanında düşecekleri azabın karanlık dibi o gafilleri bekliyor.
Unutmamalı ki insanı ecel tufanından koruyacak hakikat; Kenan misali acziyet dolu beşerî düşünceleri putlaştırmak değil, ancak peygamber davetine uymaktır.
O davetle gözler açılmadıkça;
Ömrün hayat defterindeki bütün sayfalar/yapraklar, aynı zamanda birer perde.
Her yaprak bir perde.
İnsanoğlunun daha öteleri görmesine engel teşkil eden perdeler.
Hele gaflete düşenler için her yaprak, gerçeklere karşı kör edici en kalın duvarlar gibi.
Öyle ki; isyan ehlinin gözünü kapatan incecik bir ömür yaprağı bile, kilometrelerce kalınlığında acayip bir perde.
İşte o ince fakat oldukça kalın perdeler, ancak birer birer aradan çekildiği nisbetle insanoğlu; öncesinde anlamadığı bariz hakikatleri görmekte, anlamakta, tecrübe ve idrake ulaşmaktadır.
Aynı gerçeği;
On yaşındaki bir çocuğa sorun, sonra 25 yaşındaki bir delikanlıya. Sonra 60’ındaki bir şahsa sorun, bir de 100’ü aşmış bir ihtiyara. Sonra imkân olsa da bir de mezar içinde yatana sorabilseniz…
Verilen cevaplar ne kadar değişir.
Çünkü on yaşındaki çocuğun gözünde onun görmesini engelleyen yığınla yaprak vardır henüz. 25 yaşındaki delikanlı zaten gözünü dolduran yaprakların câzibesiyle meşguldür henüz, bir de onların ardındaki hakikati hayal zannederek kendi hayallerini hakikat zannetmenin gafletindedir henüz. 60’ındaki şahıs da, tecrübesinin imkânlarına rağmen sırf dünyaya tutunma endişesi yüzünden yaprağın ardına bakmamayı tercih etmekte ve bu sebeple onun da gözleri perdelere esirdir henüz.
100’ü aşmış ihtiyar ise, pek çok sayfaları devirmişse de, son yaprağı çevirmemiştir henüz.
Fakat mezar içindekiler;
Son yaprakları da düşmüş olanlar!
İşte onların gördükleri tamamen perdesiz, net ve âşikâr.
Önlerinde hiçbir perde kalmadığı için;
Artık onların gözleri, hiçbir yanılgı içinde değil. Göremedikleri ve anlayamadıkları hiçbir gerçek yok. İçlerinde ne itiraz, ne şüphe, ne isyan var. Ebedî hakikat karşısında kendi hâllerine göre ya eyvah ve üzüntü içindeler ya da şükür ve sevinç.
Yani;
Son yaprak düştükten sonra insanlar iki grup.
Biri;
Hayatları gaflet, kötülük, isyan ve zulüm içinde geçenler ve defterlerini soldan alanlar.
Diğeri;
Hayatları hayırlı işlerle, güzel gayretlerle, sevaplarla, amel-i sâlihlerle dolu olan ve defterlerini sağdan alanlar.
İlâhî hakikatleri idrak hususunda bu iki grup; dünyada iken birbirinden son derecede farklı, fakat hakları hemen hemen aynı.
Lâkin son yaprak düşünce bu defa hakikatleri aynı, ancak hakları tamamen ayrı.
Biri cennetlik, diğeri cehennemlik.
Yaşarken çokları bu gerçeği anlamadan ömür sürse de son yaprak düşünce, anlamayan kimse kalmıyor.
Son yaprak düşünce «eyvah»lar, «keşke»ler yığın yığın.
İşte Kur’ân’ın naklettiği «keşke»li ifadeler:
“–Keşke dünyaya tekrar döndürülseydik, Rabbimiz’in âyetlerini yalanlamasaydık ve inananlardan olsaydık!” (el-En‘âm, 27)
“–Keşke müslüman olsaydık!..” (el-Hicr, 2)
“–Ah keşke bizim için bir dönüş daha olsa da, mü’minlerden olsak!” (eş-Şuarâ, 102)
“–Keşke Allâh’a itaat etseydik, keşke Peygamber’e itaat etseydik!” (el-Ahzâb, 66)
“–Keşke dünyaya bir dönüşümüz olsaydı…” (el-Bakara, 167)
“–Dünyada işlediğimiz büyük kusurlardan ötürü yazıklar olsun bize!” (el-En‘âm, 31)
Son yaprak düşünce;
“Zalim kimse, ellerini ısırarak der ki:
«–Keşke Peygamber’le beraber bir yol tutsaydım, vay başıma gelene!»
«–Keşke falancayı dost edinmeseydim. And olsun ki beni, bana gelen Kur’ân’dan o saptırdı. Şeytan, insanı (nasıl da) yalnız ve yardımcısız bırakıyor!»” (el-Furkān, 27-29)
“–Keşke bu hayatım için önceden bir şey yapsaymışım!” (el-Fecr, 24)
“–Keşke benim için dönüş imkânı bulunsa da ihsan sahiplerinden olsam!” (ez-Zümer, 58)
Son yaprak düşünce;
“Kitabı kendisine solundan verilen kimse der ki:
«–Keşke kitabım bana verilmeseydi!»
«–Keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!»
«–Keşke bu iş son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı!»” (el-Hâkka, 25-29)
“–Keşke toprak olaydım!” (en-Nebe, 40)
Onlar bu şekilde «keşke»ler içinde kıvranırken meleklerden şu karşılığı duyacaklar:
“‒İyi haber size yasaktır, yasak!” (el-Furkān, 22)
Güzel bir haberin bile yasaklandığı gün, keşkeler içinde boğulanlar kimler?
Bu dünyada;
Ömür yaprakları gözlerine perde olanlar.
O perdeler sebebiyle; yüce hakikatleri, ilâhî ikazları, ulvî emir ve yasakları görmeyen ve bunlara riâyet etmeyenler.
Yalanların arasında boğulanlar.
Kulluk ve ahlâktan uzak yaşayanlar.
Fakirlere ve mazlumlara şefkat ve merhamet dergâhı olmayanlar.
Her gün gittikçe artan; «Acıyın bize!» feryatlarına sessiz kalanlar.
Sözlerinde durmayanlar.
Özlerinde kirli ve münafık olanlar.
Adâleti bırakıp zulmü tercih edenler.
Aldatanlar.
Saptıranlar.
Fitne ve fesatçılar.
Hayrın ve sırât-ı müstakîmin yolunu kesenler.
Nesilleri berbat edenler.
Şeytanlara arkadaş ve yoldaş olanlar.
İyiliği terk edip kötülüğe yönelenler.
Fâsıklar.
Hunhar cânîler.
Hakk’a nankörlük edenler.
Kibir ve gururun zebunluğuna düşenler.
Bir yanda bilgiç, bir yanda cehâlet karanlığı kesilenler.
Allâh’ı ve Peygamber’i doğru düzgün dinlemeyenler.
Keyiflerine ve heveslerine göre inanış ve yaşayış çarpıklığı sergileyenler.
Hesabı ve azabı hiçe sayanlar.
Kul hakkı yiyenler.
Haramlara bulaşanlar.
Fuhşiyâta dalanlar.
Ruhlara ve kalplere mikrop ve virüs yayanlar.
Doğru yolda ayakları kayanlar.
Bütün bunlara rağmen tevbesizler.
Tevbe etmeden ölenler.
İşte;
Ebedî pişmanlıkların çaresiz keşkeleri içinde kıvranacak zavallılar!
Onların bu hayatta;
Son yaprakları düşünce görecekleri tek mevsim, sadece keşkelerin felâket ve hüsran mevsimi. Onların geleceğinde son ve ebedî mevsim, sadece azap dolu…
Onlar;
“Sağlam söz verdikten sonra Allâh’ın ahdini bozanlar!
Onlar;
Allâh’ın birleştirilmesini emrettiğini ayıranlar!
Onlar;
Yeryüzünde bozgunculuk yapanlar!
İşte lânet onlara; kötü yurt, cehennem de onlaradır.” (er-Ra’d, 25)
Artık onlar;
“Ateşte temelli kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimseler…” (Muhammed, 15)
Onlar;
“Defterleri soldan verilenler!
Ne yazık o soldakilere!
Onlar;
İnsanın içini dağlayan bir sıcaklık ve kaynar su içinde, hiçbir serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın gölgesinde bulunurlar.
Çünkü onlar;
Bundan önce, dünyada, nimet içinde bulunurlar iken, büyük günah işlemekte direnir dururlardı…” (el-Vâkıa, 41-46)
Dolayısıyla;
Ömürlerinin son yaprakları düşer düşmez «keşkeler»le dolu azaplara mahkûm oldular.
Tabiî ki;
Onlar, ektiklerini biçtiler.
Rüzgâr ekip fırtına biçtiler. İsyan ekip hüsran biçtiler. Günah ekip eyvah biçtiler. İlâhî güzelliklere, amel-i sâlihlere ve kulluğa karşı öfke ektiler, keşke biçtiler.
Ancak;
Elbette ektikleri hayırdan ibaret olanların biçtikleri de hayırdan ibaret.
Hasenat ekenler, mükâfat biçtiler.
İyilik edenler, iyilik gördüler.
Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu üzere;
“Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse, kötülüğü hiç işlemeyene benzer mi?” (Fâtır, 8)
Benzemez.
Çünkü;
Allâh’ın kötü dediği bir işi gözündeki gaflet perdeleri yüzünden güzel bir şey kabul eden ve kötülüğe güzel bakarak sarılan kimse, amel defterini solundan alacaktır.
Ne berbat bir neticedir bu!
Fakat;
Kötülüğü hiç işlemeyen, işlemiş olsa da tevbe-i nasuh ile bütün seyyiâtını Hakk’ın lutfuyla hasenâta çeviren kimse ise, kitabını sağından alacaktır. Allah ondan râzı, o da Allah’tan râzıdır. Son ömür yaprağı düşerken o, sonsuz bir mükâfata ve cennete davetlidir. Buyurulur:
“İnancı, kulluğu ey mutmain nefis! Sana yön,
Hudâ da râzı evet, sen de râzı, Rabbine dön!
Nasipli kullarımın dâhil ol maiyyetine,
Huzurla cennetimin sen de gir selâmetine!”
(el-Fecr, 27-30)
Bu mazhariyetler içinde Habîb-i Neccâr’a da;
“«Cennete gir!» denildi.
O da (bu ilâhî davet vesilesiyle eriştiği mevsimde gördüğü sonsuz lütuf ve tarifsiz nimetler karşısında) dedi ki:
«–Keşke milletim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!»” (Yâsîn, 26-27)
Bilmeyenlere yazık, bilenlere ne mutlu!
Çünkü bilenin malûmu:
Ömürdeki son yaprak düşünce;
Amel defterini sağdan alan kimseye denir ki:
“–Ey kitabını sağdan alan kişi, sana selâm olsun!” (el-Vâkıa, 91)
“Kitabı sağından verilen o kimse (de çevresindekilere sevinç içinde) der ki:
«–Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla (böyle mükâfat içinde) karşılaşacağımı zaten sezmiştim…»” (el-Hâkka, 19-20)
Çünkü böyle kullar hayatlarında;
“Temizlenip arınan ve (bu temizlikle) Rabbini zikredip de namaz kılan kimse, gerçekten kurtuluşa ermiştir…” (el-A‘lâ, 14-15) âyetine göre yaşamışlardır.
Bu sebeple;
“Melekler, onların canını tertemiz ve âsûde olarak alır ve derler ki:
«–Selâm size! Yaptıklarınıza karşılık haydi cennete girin!»” (en-Nahl, 32)
“…O cennetliklere derler ki:
«Size selâm olsun!»” (el-A‘râf, 46)
Çünkü;
“Merhametli olan Rab katından onlara selâm vardır.” (Yâsîn, 58)
“Onlara denir ki:
«–Geçmiş günlerde, peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yiyiniz, içiniz!»” (el-Hâkka, 24)
“O gün, cennetliklerin kalacağı yer çok iyi, dinlenecekleri yer çok güzeldir.” (el-Furkān, 24)
“Onlar;
• Dikensiz sedir ağaçları,
• Salkımları sarkmış muz ağaçları,
• Uzamış gölge altında,
• Çağlayarak akan sular kenarlarında,
• Bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında;
• Yüksek döşekler üzerindedirler.” (el-Vâkıa, 28-34)
“Orada;
• Temiz su ırmakları,
• Tadı bozulmayan süt ırmakları,
• İçenlere zevk veren şarap ırmakları,
• Süzme bal ırmakları vardır.
Orada;
• Meyvelerin her çeşidi ve;
• Rablerinden de bağışlama onlar içindir.” (Muhammed, 15)
Onlar;
“Defterleri sağdan verilenler! Ne mutlu o sağdakilere!” (el-Vâkıa, 27)
Onlar;
“O kimseler ki;
(Hakkıyla) îmân ettiler ve amel-i sâlihler işlediler. Rableri de onları (hakkıyla, istikamet üzere ve sâlih amellerle yaşayış gerçekleştiren) îmanları sebebiyle hidâyete erdirir. Alt tarafından ırmaklar akan Naîm cennetlerinde (yaşatır).
Onların oradaki duâları şudur:
«–Münezzehsin ey Allâh’ım!»
Birbirlerine söyledikleri şudur:
«–Selâm size!»
Duâlarının sonu da şöyledir:
«–Hamd olsun Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a!..»” (Yûnus, 9-10)
O ebediyet âleminde;
Sonsuz selâmlara, sonsuz mükâfatlara ve sonsuz cennet mevsimlerine erişerek sonsuz tesbihat ve şükürler içinde nihayetsiz huzura ulaşanlar kimler?
Onlar;
Ömür yaprakları gözlerine perde olmayanlar.
Son yaprak düşmeden önce onun sonrasındaki sonsuz hakikatleri âşikâr bir şekilde görebilenler.
Görmekle kalmayıp;
Yüce hakikatleri, ilâhî talimatları, ulvî emir ve yasakları kendilerine hayat düstûru edinerek yaşayanlar.
Her şeye rağmen doğruluktan ayrılmayanlar.
Daima kulluk ahlâkı ve gayreti sergileyenler.
Edep tâcını giyenler.
Fakirlere ve mazlumlara şefkat ve merhamet dergâhı olanlar.
Her gün gittikçe artan; «Acıyın bize!» feryatlarına sessiz kalmayıp onlara sahip çıkanlar.
Sözlerinde duranlar.
Özlerinde tertemiz ve muhlis olanlar.
Adâleti kuşananlar.
Aldatmayanlar.
Helâl yiyenler.
Hidâyetlere vesile olanlar.
Kardeşlik ve huzuru tesis edenler.
Sırât-ı müstakim üzere yürüyenler, koşanlar.
Hayırda yarışanlar.
Nesilleri ihyâ edenler.
Sâlih ve sâdıklarla arkadaş ve yoldaş olanlar.
Kötülüğü terk edip iyiliğe yönelenler.
Muhsinler.
Müttakîler.
Can bahşedenler.
Hakk’a vefâ gösterenler.
Tevâzu ve mahviyet burağıyla mîrâca yükselenler.
Bilgisindeki azlığı idrak içinde ilâhî ilmin nûru hâline gelenler.
Allâh’ı ve Peygamber’i en güzel şekilde dinleyenler.
Nefsinin değil, Rabbinin murâdına göre inanış ve yaşayış âhengi sergileyenler.
Allah korkusuyla hesaba hazırlananlar,
Ruhlara ve kalplere rahmet ve şifâ tevzî edenler.
Dinde sebat edenler.
Ayakları kaymayanlar.
Her nefes tevbeye sarılanlar.
Son nefeslerini; «Allah!» diyerek verenler.
İşte;
Son yaprak düşünce, sonsuz nasiplere nâil bahtiyarlar!
Onlar için;
Gelecek mevsim; sadece lütuf, kerem, rahmet ve şükür mevsimi.
Çünkü;
“Onlar;
• Allâh’ın ahdini yerine getirirler, anlaşmayı bozmazlar.
Onlar;
• Allâh’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi birleştirirler, Rablerinden korkarlar; kötü hesaptan ürkerler.
Onlar;
• Rablerinin rızâsını dileyerek sabrederler,
• Namazı kılarlar;
• Kendilerine verdiğimiz rızıktan, gizlice ve açıkça sarf ederler;
• İyilik yaparak kötülüğü ortadan kaldırırlar;
İşte;
Onlara bu dünyanın iyi neticesi, girecekleri Adn cennetleri vardır; babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları da oraya girerler.
Melekler her kapıdan yanlarına girip onlara derler ki:
«–Sabretmenize karşılık size selâm olsun!
Burası;
Dünyanın ne güzel bir neticesidir!»” (er-Ra’d, 20-24)
Ne mutlu ömrün son yaprağı düşünce;
Bu sonsuz mükâfata ve ilâhî mazhariyetlere erişenlere!
Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri buyurur:
“Azîzim!
Sen o sultanları gözünün önüne getir ki, onlar dünyaya geldiler. Lâkin dünyaya itibar etmediler. Dünyanın arkasına düşüp hırsla dünyalık toplamaya çalışmadılar. Âhiret amelleriyle meşgul oldular. Onlar, bu dünyanın âhiret yolunun üzerinde bir yol uğrağı olduğunu anladılar. Yol tedarikinde bulunup kafileden ayrılmadılar. Bu dünyaya gönül verip aldanmadılar.
Aziz kardeşim!
Temiz ve pak erler ile aziz canları gör. Onlar kendi nefislerine vermeyip fakirlere dağıttılar. Açları doyurup, çıplakları giydirdiler. Muhtaçları arayıp buldular. Kapılarına gelenleri mahrum etmediler. Darda kalanların gönüllerini ferahlattılar, işlerini gördüler.”
Unutmamalı ki;
Son yaprak düşünce;
“Ölüyü, (mezara kadar) üç şey takip eder: Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, biri bâkî kalır: Ailesi ve malı geri döner, ameli kendisiyle bâkî kalır.” (Buhârî, Rikāk, 42; Müslim, Zühd, 5; Tirmizî, Zühd, 46)
Son yaprak düşünce;
“Ölüp de pişman olmayan yoktur, mutlaka herkes nedâmet duyar: İyi yolda olan hayrını daha çok artırmadığı için pişman olur, nedâmet duyar. Kötü yolda olan da nefsini kötülükten çekip almadığına pişman olur, nedâmet duyar.” (Tirmizî, Zühd, 59, [2405])
Son yaprak düşünce;
“… Şu üç kişi, yani: Sadaka-i câriye (bırakan) veya istifade edilen bir ilim (bırakan) yahut kendine duâ edecek sâlih evlât (bırakan kimseler) hariç, herkesin ameli kesilir…” (Müslim, Vasıyyet, 14)
Son yaprak düşünce;
“Allâh’ın huzûruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğradı.
Nihayet;
Kendilerine ansızın o saat gelip çatınca, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak dediler ki:
«–Hayatta (sâlih amellerden) geri kalıp günah işlememizden ötürü vah bize!»
Bakın;
Ne kötü şeyler yüklenip taşıyorlar!” (el-En‘âm, 31)
Süddî, bu âyetin izahında şunu anlatır:
“Kabre giren her zalimin yanında yüzü kara, berbat kokulu, elbisesi kirli bir adam peydâ olur. Zalim kişi, böyle korkunç bir adamı o yalnızlık diyarı olan kabirde yanı başında görünce ürker:
«–Aman, yüzün ne kadar çirkin!»
«–Senin yaptığın işler de böyle çirkindi.»
«–Üff, ne kadar kötü kokuyorsun!»
«–Senin yaptığın işler de böyle kokuyordu.»
«–Çok berbat, elbisen ne kadar kirli!»
«–Senin işlerin de böyle kirli idi.»
«–Kimsin sen?»
«–Ben mi, sadece senin işlediğin ameller!»
Bu adam, sahibiyle kıyâmete kadar kabirde kalır. Dirildiği gün ise onun sırtına biner ve şöyle der:
«–Dünyadayken ben seni taşıdım. Bugün taşıma sırası sende.»
Sonra onu süre süre götürür, ateşin içine sokar.
İşte âyette bahsedilen ne kötü yük!” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, 2/130)
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Kim ölümü, Yûsuf gibi güzel gördü ise, canını fedâ etti.
Fakat kim de ölümü, kurt gibi kötü gördü ise o da sapıttı, doğru yoldan çıktı.
Oğul! Herkesin ölümü kendi rengindedir.
İnsanı Allâh’a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere, ölüme düşman olanlara, ölüm de, korkunç düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.
Ey ölümden korkup kaçan can!
İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun.
Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, senin kendi çirkin yüzündür.
Unutma;
Senin rûhun bir ağaca benzer. Ölüm ise o ağacın yaprağıdır. Her yaprak, ağacın cinsine göredir.
O yaprak; iyi ise de, kötü ise de, senden bitmiş, çıkmıştır. Nasıl ki hoş olsun, hoş olmasın, senin gönlüne gelen her hayal, her düşünce; senden, senin kendi varlığından gelmiştir.
Eğer sana bir diken batmış ise, bir dikenle yaralanmış isen, o dikeni sen dikmişsindir. Eğer ipekli elbise içinde isen, o kumaşı da yine sen, kendin dokumuşsundur.”
Vefatından sonra Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’ni, sevenlerinden biri rüyasında görmüş ve sormuş:
“–Kurtuluşumuz için nasıl bir amel-i sâlih işleyelim?”
Buyurmuş ki:
“–Son nefeste ne ile meşgul olmak gerekirse, ömür boyu onunla meşgul olunuz!”
Çünkü son yaprak düşünce;
“Kitaba vâris olup hayır işlerde öne geçenler;
Adn cennetlerine girerler. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler, oradaki elbiseleri de ipektir.
Derler ki:
«–Bizden üzüntüyü gideren Allâh’a hamdolsun!»” (Fâtır, 32-34)
Buna mazhariyet için Abdülkādir Geylânî Hazretleri şu hikmetli tavsiyelerde bulunur:
“Âhireti sermayen, dünyayı bu sermayenin kazancı yap. Zamanını, önce âhireti elde etmek için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için harca. Sakın dünyanı sermaye, âhiretini onun kârı şeklinde yapma. Böyle yaparsan; dünyadan artan zamanını, âhiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın. Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riâyet etmezsin. Sonra dünya işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin. Geceleri kazâ namazı kılmaya fırsat bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine, hevâ ve isteğine hattâ şeytana tâbî olursun. Âhiretini dünyaya karşılık satarsın. Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Hâlbuki sen; nefsine binmek, onu yalanlayıp tekzip etmek ve selâmet yoluna sokmakla emrolunmuşsun. Bunlar; âhiret yolu, Rabbine tâat yoludur. Sen; nefsinden gelen istekleri kabul etmekle, kendine zulmettin. İpini onun eline verdin. İsteklerinde, lezzetlerinde, hevâsında ona uydun. Sonunda dünya ve âhiretin hayırlısını kaçırdın. Dünya ve âhiretini zarara soktun. Böyle olursa, kıyâmet günü din ve dünya bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Nefsine uymakla, dünyadan fazla bir şeye ulaşamadın. Eğer nefsini âhiret yoluna çekseydin, âhiretini esas ve sermaye kabul etseydin, dünya ve âhiretini kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun. Eğer dünyaya rağbet etmeyerek, kötülüklerden uzak kalarak Allah Teâlâ’ya itaat edersen, O’nun has kullarından olursun.”
Bunun için;
İllâ ki gözlerdeki yaprakları/perdeleri kaldırmak şart.
Çünkü gözü perdeli olanların; akılları da, idrakleri de, gönülleri de perdeli olur. Bilgi yığınları arasında sofistleşir, şüpheden şüpheye yuvarlanır. Perde ardında habersizce zanlardan ibaret bir dünya uydurur kendisine. Son yaprak düşmeden uyanamazsa da helâk olur. Bu bakımdan ömür yapraklarını göze perde yapan gafletleri, hakikat ateşinde şimdiden kül etmeyi bilmeli. O zaman aldanıştan kurtulur insan. Yoksa bin bir aldanışın kurbanı olarak hüsrana uğrar. Üstelik aldanmamak için böyle yapar.
Hayli mânidar:
Sofistlerin, yani şüphecilerin inanışı, duyguların bizi aldattığıdır. Bu yüzden eşyanın gerçeğini doğru kavramak mümkün değildir. Bu yüzden onlar eşyadaki gerçeği kabullenmezler, onun hakikatini reddederler ve şüphelerini her şeye teşmil ederler. Şüpheden bile şüphe hâlinde olurlar. Her nasılsa Sinan Paşa, delikanlılık yıllarında bir ara bu felsefeye kendini kaptırmış. Babası İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey de, oğlunun lâf anlamaz vaziyetine vakti gelince tabiî ki dersini geciktirmemiş. Birlikte yemekteler. Baba Hızır Bey demiş ki:
“–Sinan oğlum! O bozuk felsefeyle öyle sapıttın ki kim bilir sofradaki bakır sahana bile bakır mı değil mi diye şüpheyle bakıyorsun!”
Cevap buna göre gelmiş:
“–Öyle! Biz bakır görüyoruz diye o bakırdır diyemeyiz. Muhtemeldir ki başka bir şey de olabilir.”
O anda Hızır Bey, bakır sahanı kavradığı gibi Sinan’ın kafasına yapıştırmış:
“–Şimdi söyle bakalım; bakır mı, başka bir şey mi?”
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Şüpheci mûcizeyi görür, önce hak olduğunu kabul eder. Sonra da;
«–O gördüğüm bir hayal idi. O şaşılacak şey gerçek olsaydı, onun görünüşü, gece-gündüz her vakit görülürdü, kaybolmazdı.» der.
Bilmez ki;
Mûcize; mânen temiz olan, kirlilikten arınmış bulunan kişilerin gözlerinde kalır. Hayvan gözünde onun ne işi var?”
Hâsılı;
Son yapraktan önce gafil gözler, çeşitli perdeler karşısında çeşitli gaflet tezâhürlerine mağlûp.
Ama bir gün;
Herkes için son yaprak illâ düşüyor.
O yaprakla beraber lâkin her şey düşüyor. Yalanlar, hayaller, zanlar, şüpheler, iddialar, felsefeler, bilgiçlikler, ne varsa her şey.
Sonra;
Hakikatin tereddütsüz saltanatı başlıyor.
Dolayısıyla asıl mesele;
Tereddütsüzlük saltanatı karşısında hakikatlere iş işten geçtikten sonra sarılmak değil; şimdi, hayattayken, son yaprak düşmeden önce onlara sarılabilmek.
Şimdi anlayabilmek.
Şimdi görebilmek.
Şimdi akılları ve gönülleri doğrultmak.
Şimdi kulluk ve ibâdetle yoğrulmak.
Şimdi aşk ile yalvarmak.
Şimdi Allah demek.
Şimdi Allah ve Peygamber’in dediğini ihlâsla yapmak.
Şimdi şu âyeti okumak:
“Kim zerre miktarı iyilik yaparsa onu görecek!
Kim de zerre miktarı kötülük yaparsa karşılığını görecektir!” (ez-Zilzâl, 7-8)
Şimdi görmeli.
Son yaprak düşmeden idrak etmeli:
“Her kim şan ve şeref istiyorsa bilsin ki, şan ve şeref bütünüyle Allâh’a aittir. O’na tayyip / güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları (güzel sözleri de) Allâh’a amel-i sâlih ulaştırır. Kötülükleri tuzak yapanlar var ya, onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzağı da (sonunda) boşa çıkar.” (Fâtır, 10)
Şimdi;
Allâh’a yükselecek güzel sözlerin vakti.
Şimdi o sözleri, Allâh’a ulaştıracak sâlih amellerin ve güzel davranışların vakti.
Şimdi;
Kötülük ve tuzaklardan uzak durma vakti.
O zaman;
Gelecek mevsim, sonsuz bir bahardır.
Ne mutlu;
Son yaprak düşmeden bu idrak ile yaşayanlara!
Ne mutlu;
Ömrünün son yaprağı düşerken, amel defterini sağdan alıp da ilâhî rızâya yükselenlere!