EVLÂT KOKUSU

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Sabah namazının ardından dükkânının kapısına vardı. Besmele ve Âyetü’l-Kürsî okuyarak kepenkleri açtı.

Âdeti idi. Yaz-kış fark etmez; her sabah, namaz sonrası dükkânı açar, kuşların kendilerine has zikir halkasına iştirak ederdi. Kuş cıvıltıları arasında bir çay suyu koyar, o hazır oluncaya kadar da Kur’ân-ı Kerim’den her gün kendine vazife bildiği en az 8-10 sayfa okurdu. Çayı hazır olup da ikram edecek birini bulamadığı vâkî değildi.

Süleyman Efendinin anlattığı hâtıralar, menkıbeler hisselerini bulur; gelen her misafiri memnun ve mesrur bir şekilde ayrılırdı yanından.

“Rabbim kimseyi darda bırakma! Kimseyi yalnız, muhtaç bırakma! Aç ve açıkta her kim kalmışsa imdadına Sen yetiş yâ Rabbi!” diye ettiği duâlar, âdeta bir vird hâlinde tekrarlanırdı hem dilinde hem gönlünde…

Gönlünün güzelliğinden olsa gerek, nerede böyle biri varsa onun yardımına koşmak Süleyman Efendiye nasip olurdu. Bu yüzden Süleyman Efendiyi her gün bir hayır koşturmacasında görmek işten değildi.

Yine bir sabah namazı sonrası idi. Çayın suyu konmuş ve fokurdamaya başlamıştı. Süleyman Efendi usûlü bozmadı ve daldı Kur’ân sayfaları arasına. Kendini o kadar kaptırmıştı ki karşısına geleni fark etmedi bile:

–Yanlış okudun Hacı Efendi! Dur bakalım!

Süleyman Efendi ânîden duraksadı. Okuduğu yeri parmağıyla tutup, gözlüğünün üzerinden sesin geldiği tarafa baktı. Geleni görünce, vücudundan beklenmeyecek bir çeviklikle ayağa fırladı:

–Vay! Vay! Vay! Sen gelecektin de niye haber vermedin ha! Hayırsız!

Gelen, Süleyman Efendinin askerdeki oğlu idi. Terhis tarihini ailesinden gizleyip sürpriz yapmayı tercih etmişti.

–Selâmün aleyküm baba.

–Aleyküm selâm evlât, hoş geldin bakalım. Ne diyorlardı sana?

–GGİYM…

–Ha! İşte ondan. Mahallenin GGİYM’si… Bitirdin demek. Cenâb-ı Hak hayırlı-mübârek eylesin. Rabbim sana hayırlı kapılar açsın evlât. Eee nasılsın bakalım?

–Elhamdülillâh, çok şükür. Peygamber ocağındaki vazifeyi şimdilik bitirdik, baba ocağındaki vazifeye talibiz.

–İyi o zaman hemen eve git, anacığın da; «Kaç gündür aramadı…» deyip duruyordu. Onu da bir gönülle…

–Tamam baba.

–Oğlum unutmadan; şuradaki hazır paketi de giderken o Salim amcanların evinin yanında bodrum katında oturan yaşlı biri varmış, kimsesiz, ona götürüver. Az geniş bir zamanında da bir hâl-hatır sor bakalım kimmiş, bir öğreniver.

–Tamam baba, hemen! Haydi kal sağlıcakla…

Süleyman Efendinin oğlu Hasan, üniversiteyi bitirmiş ve ilk fırsatta da askere gitmişti. Babasından dolayı mahalle sakinleri Hasan’ı çok severdi. Hattâ mahalleli ona; gerek siparişleri çok hızlı ulaştırdığı için gerek yardıma muhtaç ailelerin erzak paketlerini çok hızlı hazırladığı için; «Getir Götür İşleri Yüksek Mütehassısı» lakabını takmıştı.

Hasan, babasının hazırladığı erzak paketini tarif edilen yere getirmişti. Kapıyı çaldı. Gözleri iyice göz çukuruna düşmüş, bembeyaz sakallı, çakır gözlü, pehlivan kalıplı bir amca açtı kapıyı. Hasan, amcayı çaktırmadan süzdü. Kalıp pehlivan misali idi; ama bel bükülmüştü ve uzun süredir doğru dürüst bir şey yememiş olmanın hâli hissedilir derecede idi. Amca pür tebessüm:

–Buyur evlâdım. Kime bakmıştınız?

Hasan hiç bozuntuya vermeden;

–Size bakmıştım hacı amca. Müsait misiniz? Gelebilir miyim?

–Buyur evlâdım.

Hasan içeri girdiğinde karşılaştığı manzara içler acısıydı. Her tarafı akan, pencerelerinin varlığı ile yokluğu belli olmayan, rutubetten duvarları kararmış bir evdi. Yerde bir eski şilte, sırt kısmında iki-üç minder. Pencereleri zaten hapishane misali tavana yakın ve bir karış kadardı, onlar da gazete kâğıdı ile kaplı idi. Diğer odaların hâlini tahmin etmek pek de zor değildi.

–Amcacığım ben bu mahallede oturuyorum. Babam mahallemizin esnaflarındandır. Sizden haberi olmuş, bu paketi gönderdi bir de selâm söyledi.

Amcanın gözlerinden süzülen yaşlar, bembeyaz sakallarının arasından sızarak yere damlamaya başladı:

–Aleyküm selâm evlât. Baban hayırsever bir insan herhâlde…

Hasan biraz da mahcup bir edayla, başı önde:

–İnşâallah hacı amca. Babam bu mahallenin kendince sigortasıdır. Nerede bir muhtaç var; gider bulur, dert eder. Merhem olmaya çalışır. Sizden de haberi olmuş.

–Allah râzı olsun, eğer öyle bir şekilde beni fark etmeseydi inan ben kimseye gidemezdim. Zaten geldim geleli kapımı ilk çalanlardansın.

–Hacı amca; açıkçası gelmekteki niyetim, sizi daha yakından tanımaktı. Sizin için de bir sakıncası yoksa kendinizden bahseder misiniz?

–Evlât öncelikle ben hacı değilim. Sen öyle söyledikçe içim bir hoş oluyor. İnan bir kez olsun gitmek için şu an canımı bile verebilirim. Hoş, ondan başka da verecek bir şeyim kalmadı.

–Peki amca, adınız neydi? Size nasıl hitap edeyim?

–Ömrüne bereket delikanlı. Adım Seyfullah.

–Seyfullah Amca, inşâallah hacca gitmek de nasip olur. Yalnız mı yaşıyorsunuz? Çocuklarınız veya akrabanız var mı?

Seyfullah Efendi, derin bir iç çekti. Elindeki renkli bir taşa baktı ve gözlerini kısarak:

–Evlât aslında anlatmamaya, hattâ hiç kimseye anlatmamaya niyet etmiştim. Hâtıralarımdan uzak olmak, şöyle göğsümü dolduruncaya kadar bir nefesi rahat almak istiyordum; ama sen çok farklı bir delikanlısın. Mâşâallah, seni yetiştiren başka yetiştirmiş. Sırf ibret alasın diye anlatacağım.

–Estağfirullah amca, mahcup ettiniz. Buyurun lütfen. Ben bir çay suyu koysam…

–Peki evlât, Allah râzı olsun. Ben gençliğimde çok çalışkan bir esnaftım. İyi de para kazanıyordum. Benim de senin gibi evlâtlarım vardı. Her şey çok güzel gidiyordu; ama gün geldi bu zenginlik bana yetmez oldu. Acayip bir para hırsı kaplamıştı gözümü. İnanır mısın, sırf bir çevrem olsun diye yüksek bahisle kumar oynanan mekânlara takılmaya başladım. Önceleri, çok para kazandım. Nasıl hoşuma gidiyordu ama bir bilsen… Yalnız işin büyüsü bozulmuştu. Daha fazla para kazanmama rağmen; iş yaptığım insanların parasını hep geciktiriyordum, ödemiyordum. Hattâ onları bekletmeyi kârdan sayıp üzerine yüksek miktarlı krediler çektim. Niyetim işleri daha da büyütmekti. Niyet bozulunca, gerisi çorap söküğü gibi geliyor evlât… Ne yalanlar ne dolanlar…

–Allah kimseyi düşürmesin Seyfullah Amca, çay olmuştur ben hemen getireyim.

Seyfullah Efendinin gözü sürekli elindeki renkli taşta idi. Gözyaşları içerisinde devam etti:

–Allah belâsını versin bu kumar illetinin! Bir gün gene kumar masası başındaydım. Bir alacaklım tepeme dikildi:

–Seyfullah Efendi! Şu borcunu artık öde! Senin yüzünden ben millete rezil oldum. Aklıma ne diyeyim bilmiyorum ki! Seni adam sanıp bir sürü müşterimi de sana yönlendirdim. Beni cümle âleme rezil ettin! İnsan içine çıkacak hâl kalmadı! Şu borçlarını hemen öde! Yoksa…

Ben de o zaman boş gezmiyorum. Elimi belime attım:

–Yoksa ne olacak? Ödemiyorum!

Adamı hakikaten zor durumda bırakmışım, gözleri hâlâ gözümün önünde… Allah var, çok beyefendi biri idi; ama ben adamı artık iyice çileden çıkarmışım. Kulağıma eğildi;

“–Kızın arabada! İstersen ödeme!” dedi. Ben de;

“–Beni bununla mı tehdit ediyorsun? Al götür, nasıl olsa evde gerisi var!” deyip kestirip attım. Adamcağız donakaldı. Olaya şahit olan herkes, şaşkın şaşkın bana bakıyordu. O yolun yolcuları işte, biri de kalkıp;

“–Sen ne yaptığının farkında mısın?” demedi. Çünkü ben onlar için sadece yağlı bir kapı idim. Alacaklımın o anki lâfı hâlâ yankılanır kulaklarımda;

“–Allâh’ından bul e mi! Şu çoluk çocuğunun kokusuna muhtaç kalasın!” dedi ve gitti. Hiç umursamadım. Biliyordum bir şey yapamayacağını… Yapmadı da…

Gel zaman git zaman; hızla ilerlediğim yolda, sağlam ve tecrübeli bir ortak buldum. Ardı ardına krediler çekip yeni ortağımla açılımlar yaptık. Sonrası… O para kazandı, ben tecrübe. Gözümü açtığımda ipoteklerle dolu bir dosya vardı önümde ve hapse girmiştim. İnanır mısın ne eşim ne çocuklarım, bir Allâh’ın kulu ziyaretime gelmedi. Evlâtlarımın kokusuna hasret kalmanın ne demek olduğunu iliklerime kadar hissetmiştim; ama ne fayda? Hapisten çıkınca çocuklarımın izini buldum, o kızımdan bir torunum olmuştu. Dünya tatlısı bir kızdı. Uzaktan uzağa takip ettim onları. Bir gün parkta oynarken gizlice bir pamuk şekeri ikram ettim ona, o da etrafına bakındı. Bir mukabelede bulunmak istediği her hâlinden belli idi. En son elindeki bu renkli taşı vermeye karar verdi. Öyle güzel bir tebessüm etti ki anlatamam. Bir daha da cesaret edemedim, gidip görmeye… Sonradan öğrendiğim kadarıyla çocuklarımın hepsi evlenmiş, eşim de vefat etmişti. Kimsenin huzurunu bozmak istemedim ve memleketimden uzaklaşmak istedim. Sonrası orada burada işte. Şimdiki durağım bu şirin mahalle. Bakalım ömrüm bir başka durağı daha kaldırır mı?

Hasan, başı önde müeddep bir şekilde oturuyordu:

–Allah yardımcın olsun amca, başından geçenleri ben dinlerken dayanamadım. Allah güç kuvvet versin…

–Sen ne iş yaparsın evlât? Biraz da sen anlat bakalım.

–Ben de bugün askerden geldim. Henüz bir işe başlamadım.

–Nasıl bugün? Zaten saat kaç ki?

–Evet Seyfullah Amca. Daha bu sabah ezanlarla indim otobüsten. Önce babamın dükkânına uğradım. O da eve geçerken bu emânetleri sana getirmemi söyledi. Ben de buraya geldim.

–Aman evlât! Daha anacığını görmeden soluğu benim şu rutubetli odamda mı aldın? İşte evlât bu da senin farkın olsa gerek.

–Estağfirullah amca…

–Yok evlât öyle! Aynen öyle! Al sana ibretlik iki fotoğraf, dilediğini tercih et. Biri seni bu zarâfet dolu, ince gönüllü yetiştiren baban… Diğeri de evlâdından dahî doğru dürüst haberi olmayan ben… Bencil nefsime söz geçiremeyişim yüzünden; ben evlâtlarımdan mahrum kalırken, senin baban gibi yüce gönüllülerin yetiştirdiği evlâtlar, annesini bekletip benim derdime koşuyor. Git evlât, lâyık değilim ben bu alâkaya, bu sevgiye… Git… Git evlât evine. Bekleyenlerini daha fazla bekletme!

Hasan; başını kaldıramadan hıçkırıklara gömülen Seyfullah Amcayı yalnız bırakmanın daha iyi olacağını düşünerek süzüldü kapıdan. Daha pek çok kere gelecekti buraya… Belki bir gün, Seyfullah Amcanın torunlarıyla da…