«Dînimizin kıymetini bilmezsek, Cenâb-ı Hak bu dîni bizden alır!» MAHMUD SÂMİNÎ EFENDİ

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

Bu ay sizlere;

“Bir âşık, aşkını mâşûkuna açmazsa o mâşuk (sevgili) aşkını bilemez. Tasavvufta gurur yasak, teslîmiyet şarttır… Aşkın mecâzî köprüsünü geçenler, aşk-ı hakikîye erenlerdir. Buna erenler Hakk’a inanıp bir rehbere bağlananlardır!” diyerek, mânevî kurtuluşa erebilmek için bir mâneviyat büyüğünün izinden yürünmesi gerektiğini söyleyen bir «Gönül Sultanı»nı, Palulu bir mânâ erini Şeyh Mahmud Sâminî Efendi’yi tanıtmaya çalışacağım.

ÇEVRESİNE FEYİZ DAĞITMIŞTI!

Mahmud Sâminî Efendi; 1812’de Mâmûretü’l-Aziz (Elazığ) vilâyetinin Palu kazasına bağlı, Hun (Beyhan) köyünde dünyaya geldi. Babası, Hacı Ahmed Efendi; annesi, aslen Erzurumlu olup, Palu’nun Zeve mahallesinde ikamet eden Kasım Ağa’nın kız kardeşi Emine Hanım’dı. Sâminî Efendi, bir süre ticaretle meşgul olduysa da sonradan ticareti bırakmış, ömrünü irşat hizmetine vermişti. Seydili kasabasında babadan kalma küçük bir araziyle Hun köyündeki birkaç dükkânın geliriyle imrâr-ı hayat etmeye başlamıştı. Uzun süreli ve yeterli tahsil görememiş olmasına rağmen, kendisini iyi yetiştirmişti…

Elazığ-Palu yöresindeki irşat hizmetleriyle bölge halkının gönlünde taht kuran Mahmud Sâminî Efendi; 1897 yılında 85 yaşında iken vefat edip, Eski Palu kabristanında sırlanıncaya kadar çevre insanına feyiz dağıtmış, kerâmetleriyle temâyüz etmişti.

SÂLİMEN GELİYORUZ!

Bir hac zamanı, köyün beylerinden Sekratlı İbrahim Bey’in pederi Hacı Necip Paşa ile eşi Zekiye Hanım Hicaz’a gitmişlerdi. Fakat aradan çok zaman geçmesine, hac farîzası ikmal edilip hacılar evlerine dönmesine rağmen bu ikisi gelmemişti. Bu yüzden çocukları endişeliydi. O yıllarda Palu’da telgrafhane yoktu. İbrahim Bey, atla Harput’a gidip oradan telgraf çekmesine rağmen cevap alamayınca üzüntüsü artmıştı. Akşamüzeri kâhyasına şöyle seslendi:

“–Veyis, atları hazırla, yarın Şeyh Efendi’ye gidiyoruz, belki ondan bir haber alırız!”

Sabahleyin erkenden hareket etmiş, Sâminî Hazretleri’nin hanesine gelmişlerdi. Ancak İbrahim Bey; şeyhe itibar etmez, hizmetlerini küçümser, kerâmetlerine inanmazdı. Kısa hatırlaşmanın ardından Hazret sordu:

“–İbrahim Bey, yanıma pek gelmezdin, yoksa bir derdin mi var?”

“–Efendi Hazretleri, annemle babam hacca gitmişlerdi. Fakat bütün hacılar döndü, onlar gelmedi, hayatlarından endişe ediyorum. Çevre vilâyetten telgraf çektirdim, ama nafile!”

“–Gidin, merak etmeyin, akşam olmadan cevap gelecek! Fakat nedense Palulular, söylediklerimiz aynen zuhur etse bile bize inanmaz, arkamızdan konuşur, lâf ederler!”

İbrahim Bey mahcup bir şekilde Sâminî Hazretleri’ne yaklaştı, elini öptü, vedâlaşarak ayrıldı. At sürüp Zeve mahallesinin Çedene mevkiine geldiğinde gün batıyordu. Birden haykırdı:

“–Veyis! Şeyh galiba doğru söylüyor; bak Sekrat yolundan biri yaklaşıyor!”

Gelen İbrahim Bey’in hizmetkârıydı. Elindeki kâğıt, çektiği telgrafın cevabıydı, babası Necip Paşa’dan geliyordu.

“Evlâdım sâlimen geliyoruz, endişelenecek bir durum yok!”

ŞEYHİN KÂMİL BİRİYMİŞ!

Sekratlı İbrahim Beyle kardeşi Rüştü Bey, adamlarıyla birlikte Palu’ya geliyordu. İbrahim Bey bir ara kardeşine şöyle dedi:

“–Rüştü, sen bu şeyhi çok övüyorsun, şimdi yakınından geçeceğiz, uğrayalım. Eğer bize vişne şurubu içirir, yemek de yedirirse, artık bir diyeceğim kalmaz!”

Şeyhin bahçesine indiklerinde, Efendi Hazretleri, Mustafa Naci’ye seslendi:

“–Mustafa, mutfağa tembih et, beylere vişne şurubu hazırlasınlar… Ayrıca yemek yemeden gitmek de olmaz.”

Rüştü Bey, zamanları olmadığını vişne şurubu ikramlarının yeterli olacağını söyleyince, Efendi yeniden söz aldı:

“–Sizler yolda yemek üzerine bahse tutuşmamış mıydınız?”

Yemek sonrası yola düzüldüklerinde, İbrahim Bey;

“–Rüştü, şeyhin hakikaten kâmil biriymiş!” dedi.

HASTALIĞINDAN ESER KALMADI!

Senem ailesinin ağası Muhammed Tahir Efendi, Sâminî Hazretleri’nin müridlerindendi. Kışın en şiddetli zamanında ciddî şekilde üşütmüş, zatürreye yakalanmış, ateşler içinde kıvranmaya başlamıştı. Bir gece hizmetkârını şeyhinin evine gönderdi. Hastalığı için Hazret’ten üzüm rica etmesini söyledi. Hizmetkâr; şeyhin hanesine vardığında ev kalabalık, dervişler zikirle meşguldü. Sâminî Efendi ezkâr bitince, halîfesi Mustafa Naci Efendi’yi çağırdı;

“Mustafa bağa git, filân tevekte üzüm var, sepeti doldur, getir!” dedi.

Aralıksız kar yağıyordu. Yerdeki kar, bir metreyi aşmıştı. Bu mevsimde bağda üzüm bulmak bir yana, yürümek bile mümkün değildi. Naci Efendi çaresiz bağa yollandı ve şeyhinin tarif ettiği teveği buldu. Şaşkındı, tevek üzüm doluydu. Sepetini, salkım salkım taze üzümle doldurup eve döndü. Efendi Hazretleri gülümsedi. Müridlerinin hayret dolu nazarları altında üzümlerin yarısını kendilerine dağıttı, gerisini hizmetkâra verdi:

“Ağana selâm söyle, biz onun bağbancısı değiliz. Efendinin bir şeyi yok, kalksın!

Salkımlardan birkaç üzüm yiyen ağanın, sabah uyandığında hiçbir şeyi kalmamıştı!

SAKIN BİR DAHA YAPMA!

Mahmud Sâminî Efendi’nin, Seydili köyünde Yusuf isimli bir mürîdi vardı. Âdeti üzere her Cuma eşeğine biner, alıştığı biçimde Palu’ya gelir ve Cuma namazını şeyhinin arkasında kılardı. Bir ilkbahar Cuma’sıydı. Yusuf yine yola düşmüş, ama aşırı yağıştan sular coşmuş; sel, köyü Palu’ya bağlayan köprüyü götürmüştü. O sırada salâ da okunmaya başlamıştı. Namaza geç kalacağını düşünen Yusuf, hiç düşünmeden eşeğini Murat Nehri’ne sürmüş, karşıya geçivermişti. Cuma’nın edâsından sonra Efendi Hazretleri, Yusuf’u yanına çağırdı ve sordu:

“–Yusuf, su eşeğinin neresine çıktı?”

“–Şeyhim, sayenizde eşeğimin ancak nalını geçti!”

Şeyh tebessüm ederek;

“–Sofi, sakın ola bir daha böyle yapma!” dedi.

BELİNİ KIRARIM MAHO!

Bölgede gece-gündüz içki içen, kadın peşinde gezen Maho nâmında biri vardı. Katırcılıkla uğraşırdı. Bir gün Sâminî Hazretleri’ne intisâb etti, tövbekâr oldu.

Katırlarıyla nakliyecilik yaptığından sık sık çevre vilâyet ve kazalara gidiyordu. Bir defasında Erzurum’a iş götürmüştü. Burada eski huyu nüksetti, bir kadının peşine düştü. Buralarda beni kimse tanımaz, diye düşünüyordu. Fakat tam dönemece geldiğinde şaşkınlık içinde donakaldı. Tam köşede Sâminî Efendi’yi bir kürsüde oturmuş vaziyette gördü. Bir an hayal gördüğünü düşündü;

“Şeyh Hazretleri Palu’da, ben ise Erzurum’dayım, evham ediyorum.” diye mırıldandı. Yolunu değiştirdi, kadına başka sokaktan ulaşmayı deneyecekti. Fakat sokağın köşesine gelince aynı hâl zuhur etti, orada da Şeyh Efendi ile karşılaştı. Bu durum üçüncü defa tekrarlanınca, kendisinin mânen takip edildiğini anladı, kötü niyetinden tevbe etti.

Erzurum’daki işlerini bitirdikten sonra Palu’ya döndü, birkaç gün sonra da gönlüne şeyhini ziyaret etmek düştü. Bir öğle namazını şeyhinin arkasında edâ ettikten sonra, elini öpmeye hazırlandı. Fakat Sâminî Efendi, ellerini bir anda geri çekerek kaşlarını çattı ve kendisini şöyle azarladı:

“Maho, yaptığın işi gördüm. Bir daha yaparsan belini kırarım!”