MÂNEVÎ VÜCUDUN GIDASI

YAZAR : Dr. Çetin DEMİRCAN cetindemircan2@hotmail.com

Tıp fakültesinde ders asistanlığını yaptığım sıralarda, hocam; sağlıklı olmanın herkes için ne kadar değerli olduğunu ifade etmek için dersine, Kanunî Sultan Süleyman Han’ın, şu meşhur beyti ile başlardı:

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi;
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…

Zamanın bütün zenginliklerine ve Osmanlı İmparatorluğu’nun tahtına sahip olan Kanunî Sultan Süleyman; sağlığın, elde edilen tüm nimet ve zenginliklerden daha üstün olduğunu, bu mısralarla dile getiriyordu.

Ondan 300 yıl sonra gerçekleşen Sanayi İnkılâbı’ndan itibaren, insanlığın son 150 yıllık tarihine bakıldığında;

Batılı ülkelerde, buhar makinelerinin keşfi ile kurulan fabrikalar, artan iş gücü ihtiyacını karşılamak için büyük bir göç dalgasına sebep oldu. Gittikçe çoğalan fabrikalar, organize sanayi bölgeleri derken, sonunda; tek amaçları çalışmak ve tüketmekten ibaret bir toplum oluştu.

Buna bağlı olarak barınma problemleri, bulaşıcı hastalıklar, sağlıksız çalışma şartları, iş kazaları ve çevre kirliliği gibi dertlerle; vahşî kapitalizm, ilk kurbanlarını almaya başladı. İnsan sağlığı tehlikeye girdi. Yeni yeni hastalıklar patlak verdi.

Bunun üzerine 1944’te kurulan Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO), sağlığı;

«Kişinin bedenen hasta veya sakat olmayışı» şeklinde bir vurgu ile açıkladı ve buna uygun tedbirler alınmaya başlandı.

Çalışma şartları önceye nazaran daha başarılı bir şekilde yeniden ele alındı, barınma ortamlarının düzeltilmesi ve antibiyotiklerin bulunmasıyla da bulaşıcı hastalıklar önlendi. Bunlara paralel olarak çeşitli ideolojiler üretildi, sivil toplum örgütleri kuruldu, işçi hakları, insan hakları, hayvan hakları derken görünen problemlere çare bulunmaya çalışıldı.

Lâkin bütün bunlar yapılırken sadece beden merkezli düşünüldüğünden; insanın ruh dünyası, gönül âlemi ihmal edildi, duyguları, inancı, ahlâkı ihmal edildi. Bu ihmal edilen çatlaklardan insanın içyapısına bir sürü virüs doldu. Bu defa insan; iç âlem bakımından, duygular bakımından, ahlâk bakımından, inanç bakımından yeni yeni hastalıklara yakalandı.

Üstelik bu hastalıklar fizikî hastalıklardan daha beterdi. Grip virüsü gibi değildi ki bir haftada iyileşsin ya da ameliyat olup hastalıklı parça çekip çıkarılsın.

Görünmediği için önceden fark edilmeyen bu virüsler, tedavi edilip, yok edilmediğinden, insan bu vahşî kapitalizmin içerisinde, içyapı itibarıyla, daha çürümüş, tuhaf bir varlığa dönüşmeye başladı.

Niçin? Ruh ve gönül dünyası ihmal edildiği, doğru eğitilmediği için.

Tabiî ruh eğitilmeyince, rûhî hastalıklar tedavi edilemiyor. Malûm çünkü bedenin ihtiyacı ile rûhun ihtiyacı aynı değil, rûhun ihtiyacı giderilmeyince iç âlemde bir tatminsizlik, bir çaresizlik oluşuyor, bu tatminsizlik insanı maddeye daha da çılgınca yöneltiyor.

Bu durumdaki insan maalesef çareyi maddede zannediyor; aklının çaresini eşyada arıyor, kalbinin çaresini demir parçasında zannediyor; bütün bu zannedişlerin içerisinde gittikçe tıkanıyor, tıkanınca tatminsiz bir toplum meydana çıkıyor ve bu tatminsiz toplum, uyuşturucu madde kullanımı, fuhuş batağı ve alkolizm ile boğuşan, ruh sağlığı bozuk, asosyal bir toplum hâline geliyor. İnsanın iç dünyasındaki bu hastalık aileleri çökertiyor, hayatı ve cemiyeti altüst ediyor.

Gerçekten rûhunun ihtiyacının farkında olmayan insan, bu hastalığın da farkında değil. Fakat içeride bir ihtiyaç var, içerisi çalkalanıyor. Kendi farkında olmasa da orası çalkalandıkça bu ihtiyacın maddede olduğunu zannediyor, sömürmek isteyenler de; «Senin ihtiyacın maddede…» diyorlar; «Rahat bir ortam, rahat bir iş, iyi olacaksın…» diyorlar ama olmuyor, tabiî bütün bunlar karşısında insanlık tıkanıyor, çaresiz kalıyor ve huzur boğularak can veriyor.

Bu acı vâkıa, sağlık dünyasını 1944’teki sağlık tarifinden beri çıkmaza soktu. Her mânevî tıkanış ayrı bir tazyik oluşturdu.

Bu tazyikler karşısında Dünya Sağlık Teşkilatı 1978 yılında Kazakistan’ın Almatı şehrinde «2000 Yılında Herkes İçin Sağlık» konulu toplantıda sağlığın tarifini yeniden yaptı:

“Sağlık sadece hastalığın ya da sakatlığın olmayışı değil; fiziken, rûhen ve sosyal yönden de tam bir iyilik hâlidir.”

Bu tarifle kişinin aynı zamanda rûhen dengeli, sosyal yönden de tam bir iyilik hâli içinde olması plânlandı.

Ama ne yazık ki kupkuru bir tariften öteye geçemediler. Materyalist dünya rûhî ve kalbî problemleri aşamadı. Çünkü onun çaresi materyaller üzerineydi. Oysa rûhun çaresi rûhî, kalbin çaresi kalbî, aklın çaresi aklî olmalıydı; çünkü her şey kendi cinsinden çareyle tedavi edilebilir, mânevî çareyle maddî ârıza giderilemediği gibi, mânevî ârıza da maddî çareyle geçirilemez; işte bu hakikati görmedikleri için istedikleri kadar tariflerini yenileseler de bu ağır problemlerin ve hastalıkların üstesinden gelemediler.

Peki, rûhen ve sosyal yönden tam bir iyilik hâli nasıl sağlanacaktı? Görünmeyen problemler nasıl çözülecekti?

Aslında bunun cevabı, yeryüzündeki hak dinlerin sonuncusu ve yegânesi olan İslâm dîni tarafından veriliyor.

Kanunî Sultan Süleyman da, yukarıda ifade ettiğimiz beytinin devamında aslında bu hakikati yansıtıyor:

Saltanat didükleri ancak cihan gavgāsıdır;
Olmaya baht u saâdet dünyada vahdet gibi…

Ko bu ıyş u işreti çün kim fenâdır âkıbet;
Yâr-ı bâkî ister isen olmaya tâat gibi…

Olsa kumlar sayısınca ömrüne hadd ü aded;
Gelmeye bu şîşe-i çarh içre bir sâat gibi…

Ger huzûr etmek dilersen ey Muhibbî fâriğ ol;
Olmaya vahdet cihanda kûşe-i uzlet gibi…

Yani; “Allâh’ın varlığına ve birliğine inanıp bunu her dem yaşamak saltanatlar üstüdür; bu sebeple gerçek bir dost, bir sevgili isteyen, Yaratan’a itaat etmelidir. Ayrıca kim olursa olsun ölüm muhakkak bir gün bizi yakalayacaktır ve halk içinde ama özünde uzletteymiş gibi yasaklardan uzak yaşamak gerek.” diyerek Sanayi İnkılâbı’ndan 300 yıl önce Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sayesinde 1400 yıldır uygulanan düsturlarımıza, yani tasavvufî İslâm’ın özüne vurgu yapıyor.

Dolayısıyla insanın maddî vücudu; yaşamak için nasıl yemeye, içmeye, nefes almaya ihtiyaç duyuyorsa; mânevî vücudunun da gıdaya ihtiyacı vardır. Mânevî vücudun gıdası ise mânevî rızıklardır, dindir, takvâdır, tasavvuftur, güzel ahlâktır…

Bu itibarla İslâm dîni ve tasavvufunun hedefi, insanın mânevî vücudunu, mânevî hastalıklardan korumak, dünya ve âhirette insanı mânen, huzurlu ve sıhhatli yaşatmaktır.

Sağlıcakla kalın.