Muzdarip Dünyamızın Hasreti; RAHMET İKLİMİNDE YAŞAMAK

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Akıl çok büyük bir lütuftur; ancak, her şeye vâkıf olmaya ve halletmeye muktedir değildir. Meseleler ancak sağlam bir mihenge vurulursa, anlaşılması mümkün olabilir. Yanlış esaslara istinâd eden muhâkemelerle, ilk düğmenin yanlış iliklenmesi misali, doğru fikirler elde edilemeyecektir. «Bana göre…» diye başlayan kendi idraki çerçevesindeki ifadelerde ise, her şahsın «doğru»su farklı olacaktır.

Yeryüzünde halîfelikle mükellef kılınan insanın bu yüce vazife ile mütenâsip olarak en güzel kıvamda ve mahlûkatın en şereflisi olarak yaratıldığı beyan buyuruluyor. Böyle ulvî bir mes‘ûliyet yüklenen insanoğlu da «Elest Bezmi»nde, Rabbine karşı kul olmaya söz vermiş ve bu mükellefiyet çerçevesinde, yüksek istîdat ve fazîletlerle donatılmıştır. Gerçi insan, bedeni itibarıyla da ilâhî bir sanat hârikası olmakla beraber; asıl kıymeti rûhî, mânevî muhtevâsı sebebiyledir. Bu cümleden olarak; onun istîdâdı çerçevesinde, en aşağı (esfel-i sâfilîn) ile en yüce (âlâ-yı illiyyîn) arasında bir mertebe hak etmesi, kazanması mukadder olmaktadır. İnsanı rûhî ve bedenî hususiyetleriyle yaratan yüce Yaratıcı; onun dünya ve âhiret saâdetini kazanabilmesi için, cüz’î iradesine mesned teşkil etmek üzere, rehber olarak peygamberler gönderip semâvî kitapları inzal buyurmuştur. Peygamberlerin vârisleri ve vekilleri mesâbesindeki âlimler ve Hak dostu sâlih kullar da müteselsilen bu mukaddes dâvânın takipçileri olmuşlardır.

Dünya ve âhiret saâdetini kazanmada en büyük engel, insanın nefsidir. «Benlik» ihtirasına teslim olmuş insan; irâde-i külliye karşısında bir hiç olduğunu unutup, aklına tâbî olma hamâkatine kapılabilir. Bu acziyetle «Elest Bezmi»nde verdiği sözü unutarak, terbiye edemediği «nefis» denilen azgın atın sırtında uçurumlara savrulur, aşağıların en aşağısına yuvarlanır. İnsanlık tarihi; Nemrutlar, Firavunlar, Kārûnlar, Bel‘âm bin Baûralar, Ebû Cehiller… gibi kâinâta meydan okuyup, sonra da en acı ve zavallı bir şekilde yok olup gidenlerin örnekleriyle doludur.

Ancak usûlü dairesinde terbiye edilen nefis; insanın benlik zaafını aşarak rûhen arınmasını ve iki cihan saâdeti için gerekli olan fazîletlerle donanmasını mümkün kılar. Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre bu hakikati o berrak ifadesiyle;

Sen çıkarsan aradan,
Kalır seni yaradan.

diye belirtiyor. Ârifler yolu olan «tasavvuf»la, nefsi terbiye mücâhedesinde nebevî hasletlerle bezenilerek, «her an Allah Teâlâ ile olma» lutfuna kavuşulabilir. Bu disiplin; dîni her hâlükârda, en güzel ve azimle yaşama, saâdete ulaşma vasıtasıdır; demire usûlünce su verilmesi misali, mâneviyâta irtifâ kazandırma ameliyesidir.

Kelâm-ı kibar, insan fıtratının bu ihtiyacını; «kesb-i kemâl ederek, seyr-i Cemâl’e ermek» olarak hulâsa ediyor. Nitekim batılı aydınlar; Orta Asya’da bir asır süren ateist diktatörlüklere rağmen bazı müslümanların hâlâ dinlerini unutmamış olmalarını, tasavvuf yoluna mensûbiyetlerine bağlıyorlar.

İnsanın fıtraten ihtiyacı olan ilâhî değerler manzûmesini temessül etmesiyle kazandığı gönül zenginliği, rûhuna sinen sekîne, onun mânevî kuvvetini teşkil eder. Bu sebepledir ki, ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtı, inzal buyurulan sûre-i celîleleri bir davranış tarzı olarak hayatlarına aktardıkça yenilerini tâlim ederlerdi. Gerekli îman kuvvetini kazanmış bir insan; dünya denilen bu imtihan sahnesinde her sebebin bir vesile olduğunun, her vâkıanın arkasında bir hikmet bulunduğunun idrakindedir. Bu cümleden olarak; her şey Allah -celle celâlühû-’nun bir ihsanı mahiyetindedir. Hiçbir musîbet onu yıkamaz; her şey yüce Rabbin rızâsını kazanmak için bir vesiledir. Tıpkı; Samsun’un gönül ehli insanlarından merhum Hacı Hüseyin SEVİNÇ Amcanın;

“Allah var; gam yok.”; merhum Hacı Hilmi DANIŞ Amcanın;

“İlâhî taksimden bana bu düştü.” diyerek mübtelâ oldukları ağır hastalıklara, sabır ve tevekkülle râzı olmaları gibi. 15. asır mutasavvıflarından İbrahim Tennûrî Hazretleri, Allah -celle celâlühû-’yu râzı eden bu mânevî seviyeyi şöyle dile getiriyor:

Hoştur bana Sen’den gelen;
Yâ gonca gül yâhut diken,
Yâ hil‘at ü yâhut kefen,
Kahrın da hoş lutfun da hoş.

Tabiî ki mâneviyâtı kuvvetli fertlerden meydana gelen bir cemiyet de, o nisbette sağlam bir içtimâî yapıya sahip olacaktır; zor şartları sâlimen atlatabilecektir. Tarihte cemiyetlerdeki mânevî yozlaşma; devlet mefkûresinin zayıflamasına, millî birliğin çözülmesine ve onların fırsat kollayan düşmanları tarafından yutulmalarına sebep olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de;

“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Âl-i İmrân, 139);

“Bilesiniz ki Allâh’ın dostları üzerlerine ne bir korku vardır, ne de mahzun olurlar. Onlar ki Allâh’a îmân etmişlerdir ve hep takvâ ile korunurlar.” (Yûnus, 62-63) buyuruluyor.

Îman en büyük kuvvettir. Bu açıdan bakıldığında; son devirdeki Çanakkale Harbi ve Millî Mücadele, mâneviyatı kuvvetli bir milletin, yılmayan azmi ile ilgili misallerdendir.

Çanakkale Muharebeleri sırasında bir yabancı gazeteci; cephe gerisinde incelemeler yaparken, giyecekleri lime lime olmuş üç küçük çocuğun bir kadın tarafından çağırıldığını görür. Çocukların isminin Gazanfer, Muzaffer, Mücahid olduğunu duyan gazeteci;

«Bu fevkalâde imkânsızlıklar altında bile mücadele ve ümidini kaybetmeyen bu milletin, bütün zorlukların üstesinden gelebileceği» notunu düşer.

Gerçekten de Çanakkale Harbi; mâneviyatın, demir ve çeliğe galip geldiği bir destandır. Yine Millî Mücadele de; bu destan kahramanları sayesinde zaferle taçlanmıştır.

İki öğün üzüm hoşafına kanaat ederek kendilerini vatana fedâ eden bu şanlı nesillerden bugüne ne kaldı? Acaba öyle zor bir hengâmeden bugün de alnımızın akıyla çıkabilir miyiz? Yoksa îman şairimiz Mehmed Âkif gibi;

“Allah Teâlâ öyle günleri bir daha göstermesin!” mi demeliyiz?..

Bugün gerek bizde, gerekse diğer İslâm ülkelerinde; dînin cemiyete hüviyet kazandıran değerlerini ortadan kaldırmak, değiştirmek veya yozlaştırmak için hummalı çalışmalar var. Modernlik adına, batının içtimâî hususiyetlerini, «deli gömleği» gibi cemiyete giydirme gayretleri bahis mevzuu. Bu faaliyetlerin başında da; aile yapısının teminatı olan mahremiyeti ortadan kaldırmak, gayr-i meşrû hayatı teşvik etmek geliyor. Son günlerde gündeme gelen ve zaten batıdan da destek alan; «kız ve erkek öğrencilerin aynı evde birlikte yaşamaları meselesi» de bu cümleden. Halkın kāhir ekseriyetinin karşı olmasına rağmen; daha önceki «zinâ» meselesinde olduğu gibi, sokaklara dökülüp Avrupa Birliği’nin yine meseleye dahli bekleniyor. Bu hususta televizyon programları da fevkalâde tesirli bir rol oynuyor. Bir kısım televizyon kanallarında merakla seyredilen programların ve dizi filmlerin hemen hemen tamamı bu “sapkın özgürlük” çerçevesinde hazırlanıyor.

Geleceğimizin sahibi olan gençlerimiz; batının bir zamanlar geçtiği, fakat şimdi geri dönmek için nâfile yere uğraştığı bu tehlikeli yola niçin sürülüyor?!. Günümüzde sadece İslâm coğrafyası değil, bütün dünya mânevî sefaletin pençesinde kıvranıyor. Rûhun can çekiştiği bu hengâme için Cemil MERİÇ, endişe ile şöyle soruyor:

“Bir kıyâmetin arefesinde miyiz acaba? Dünyayı şeytan mı yönetiyor? Bu kördüğümü çözecek İskender nerede?..” Bu kördüğümle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

“Asra yemin olsun ki muhakkak insanlar hüsrandadır. Ancak îmân edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (el-Asr, 1-3)

İslâm âlemi hakkında;

“Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunların içinden bir fırkası ehl-i necat olacak.” buyuran Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onu da;

“Benim sünnetimden şaşmayanlar kurtulanlardan olacaktır. Yani ehl-i sünnet ve’l-cemaat mensuplarıdır.” (Tirmizî, Îmân, 18; İbn-i Mâce, Fiten, 17) diye izah buyuruyor. İslâm câmiası istikametini düzeltmeli, mensuplarını hüzne boğan bu kargaşadan çıkmalıdır. Çünkü; rahmet ikliminde yaşamaya hasret kalan asrımızın muztarip dünyası için, asr-ı saâdet meltemlerinin estiği âdil bir nizamı yeniden tesis etmek mecburiyetindedir; tıpkı mâzîde olduğu gibi.