MÂNEVİYAT

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz yıl, bir kitap kendi anadilinde yayınlanmadan önce Türkçeye tercüme edilerek ilk kez Türkiye’de yayınlandı. Kitabın ismi: «Ateistler İçin Din: İnançsızlara Dînin Yararları Rehberi» (Religion for atheists: A non-believer’s guide to the uses of religion)

Kitabın yazarı, İsviçre kökenli İngiliz vatandaşı Alain de Botton’un, Türkiye’den gazetecilere verdiği röportajları; sanki kendi ülkesindeki Dawkins benzeri agresif (saldırgan, tahammülsüz, sert) ateistlerden bıkmış; «Dînin hiç mi iyi yanı yok?» dercesine bir kitap yazmaya kalkmış bir yazar intibâı bırakıyor. Bilhassa;

“Dinlerin seküler toplumun bugüne kadar karşılamayı başaramadığı iki temel ihtiyaca cevap verdiğini kabul edebiliriz:

Birincisi; bencil ve şiddete eğilimli içgüdülerimize rağmen, topluluklar içinde uyumlu olarak yaşama ihtiyacı.

İkincisi; meslekî başarısızlık, problemli ilişkiler, sevdiğimiz insanların ölümü, yozlaşma ve yıkım karşısındaki savunmasızlığımızın yol açtığı acılara katlanma ihtiyacı…

Modern ateizmin başlıca yanılgısı; temel ilkelerinin reddine rağmen, dinlerin pek çok yönünün geçerliliğini korumasını görmezden gelmesi.” gibi cümlelerini göz önüne alırsanız…

Aslında yazarın görüşleri, kendisinin de kitabında bahsetmiş olduğu gibi pek yeni değil. Hattâ onun düşünce ve teklifleri, kitabında bahsettiği Comte’nin -ateist bir din kurmak, takvimi bu yeni ilâhsız dîne göre yeniden yapılandırmak gibi- hiçbir zaman hayata geçirilememiş düşüncelerinden daha çok, Amerikan transandantalizminin teklif ettiği düşünceye uyuyor.

Her ne kadar bu akımın önemli sîmâları ateist değil bir çeşit deist olsalar da, İngiliz pragmatizm-agnostizm zihniyetinden beslenmiş olmasının sonucu olarak aynen de Botton’un teklif ettiği gibi;

«Dinler, insanın iç âlemini düzenlemek ve hayatına rehberlik etmek için faydalı yönlere sahiptirler.» düşüncesindeydiler. Hattâ sahihlik arayışında olmadan, hak-bâtıl ayırt etmeden sırf icra ettiği fonksiyonunu göz önüne alarak, bütün inanç ve uygulamalara geçerlilik kazandıran anlayışları sebebiyle; Amerika’yı bin bir türlü modernize, sentetik din ve mezheple doldurdular.

Zaten bu akım; tabiatla yaratıcı arasında bir çeşit birlik olduğuna inanıyor, vahiyle ilham arasında pek fark görmüyor, bu yüzden her ferdin kendi çabasıyla kâinatta yaygın hâlde bulunan ruhla temasa geçmesini ileri sürüyordu. Bu yüzden her türlü rûhî çalışmayı birbirine eşdeğer gören ve hepsinde de ferdin kendi çabasını yücelten ve âdeta «mânevî teknoloji» diyebileceğimiz, çoğunlukla psikolojik telkin esaslı çalışmalara uygun bir zemin ortaya çıkmıştı.

Fakat de Botton’un;

“Bir tutam Kabala, bir tutam Budizm harmanlayıp bir mumla ibâdete de karşıyım.” sözünden anladığımız kadarıyla o, bu akımlardan da usanmış gibi görünüyor. Artık elinde teleskopla kurtarıcı süper uzaylılar bekleyenlerden tutun, Güneş’e ve Ay’a tapan, tapınaklarında insan kurban eden kavimlerin harabelerinde bulduğu kalıntılardan kehânetler düzenlere kadar türlü türlü inançlar, insandaki inanma ihtiyacını en kötü şekliyle istismar ettiler.

Herhâlde bu durumun tesiriyle olsa gerek, de Botton inanca şiddetle karşı çıkıyor. Onun teklifi:

“Dinlerin içinden tanrı inancı hariç tutularak; eğitimden sanata, kibarlıktan dayanışma duygusuna hayatı doğrudan etkileyen yorumları almak ve yeni bir «din» imal etmek!”

Dinlerin içinden sadece tanrı inancını alıp gerisini atan Emerson’un tam zıddı yani… Ancak Emerson’la de Botton’un fikirlerini, aileleri ve hayat hikâyeleriyle birlikte karşılaştırdığınızda bir benzerlik dikkati çekiyor. Sanki her iki düşünür de fikirlerini daha çok kendi yaşadıkları çevreye, hattâ bizzat kendi ailelerine karşı bir tepki olarak geliştirmiş gibi görünüyorlar. İnançlara şiddetle karşı ve dîne karşı alaycı bir ebeveyn tarafından yetiştirildiğini söyleyen de Botton, her ne kadar inançsızlıktan dolayı hiç şikâyeti olmadığını söylese de, dînin hayata ve insanın iç âlemine getirdiği mânâ ve değerden kendisini mahrum eden ailesine karşı biraz sitemkâr gibi. Meselâ onların inanan insanlara tepeden bakan ve bu çağda inanmayı komik bulan tavrını «dar kafalı ateizm» olarak adlandırıyor.

Buna mukabil, Protestan rahibi bir babanın oğlu ve dedenin torunu olarak yetişen Emerson ise; müesseseleşmiş dinler aleyhindeki görüşlerini büyük ihtimalle kendi yakın çevresinde şahit olduğu hâdiseler sebebiyle geliştirmiştir. Sanki her iki düşünür de bir yandan kendi babalarının yolundan giderken, bir yandan da onlarda görüp tecrübe ettikleri sıkıntılı durumlara kısmî bir çözüm üretiyor gibi görünüyorlar.

Fakat her ikisinin çözümü de mevcut karmaşayı daha da dallanıp budaklandıracak bir çeşitlenmeden başka bir şey ortaya koymuyor. Hiçbiri, hayata sahih kaynağı olan bir îmanla mânâ ve gaye getiren ve bu gaye için insan benliğini, ebedî hayat inancıyla teşvik eden Hak dînin yerine geçebilecek şeyler değil. Hattâ dîni sırf psiko-sosyal fonksiyonları yönünden ele alıp faydacı bir anlayışla değerlendirmenin bile bir geçerliliği olmayacaktır. İnanca değil akla dayanan bir görev ahlâkını daha önce Kant da teklif etmişti ama sonuç ortada. Meselâ dînin ahlâkî tavsiyelerini ve dayanışma rûhunu, Allâh’ın rızâsı ve âhiret mükâfatı söz konusu olmadan nasıl tesirli hâle getirebilirsiniz ki?!. Samimî ve teslim olunmuş bir îman söz konusu olmadıkça, taklidî bir mensûbiyetin bile insanları bu konuda yeterince teşvik edemediği ortada…

De Botton kitabında; «seküler tapınaklar kurulması, azizler edinilmesi, takvimin dînî günlere alternatif özel günler belirlenerek tertiplenmesini teklif ederken; bunun daha önce Marksist düşünceyle yapılanlardan daha ince, daha zevkli olması gerektiği»ni söyleyerek meseleyi bir estetik meselesine indirgiyor. Oysa mesele o kadar basit değil.

De Botton’un; «dinmiş gibi müesseseleşmiş ateist bir ahlâk okulu» teklifi, Emerson’un; «müesseseleşmiş dînî inançların modern insana hitap etmediği» fikrinin neredeyse tam zıddını işaret ediyor. Bu müesseseler mânevî bir kontrol olmadan, ne kadar ahlâkî olabilir ve ne kadar ahlâkî olarak işletilebilir? Her şeyi gören ve hesaba çeken bir ilâha, âhirette ceza ve mükâfata îman esasına dayanan dînî müesseselerin bile tam olarak uzak kalamadığı yolsuzluklardan nasıl sakınabilecek?

Hem bugün alışveriş merkezlerinin, konser salonlarının, stadyumların ve benzeri eğlence alanlarının âdeta seküler bir tapınağa dönüştüğünü; modern insanın, rûhunun sancılarını buralarda dindirmeye çalıştığını söyleyen düşünürler var. Hayata ve ölüme dair sahih ve tatmin edici bir açıklama sunan ve bunun gereği için rehberlik eden bir dînin boşluğunu; ne kadar entelektüel ve estetik olsa da hiçbir beşerî çabanın dolduramayacağını görmek zor değil.

Batı dünyasındaki bu hâdiseleri bahse konu etmemin sebebi sadece, aslında ballandırıla ballandırıla reklâm edilerek ateist propagandasına âlet edilen bu kitabın, yeni bir şey söylemediği değil; ülkemizde yaşanan mânevî çalkantıların aslında dünyada olup bitenlerin bir gölgesi olduğunu fark etmemiz…

Bizler de ülkemizde ne zamandan beri; tasavvuf tarihinden bazı anlaşılması zor mesele ve eserin cımbızlanarak çıkarılıp modern tasavvurlarla eklemlendirilerek keyfî yorumlandığı hattâ Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin bile aynı şekilde, Kur’ân’ın bütününe ve tefsir geleneğine bağlı kalma ihtiyacı hissedilmeden gayet keyfî bir üslûpla tevil edildiği grupların türediğini gördük ve görüyoruz. Bunların Amerika’daki bu bahsi geçen transandantalizm akımıyla ilgisi olduğunu, hattâ bir nevi uzantısı sayılabileceğini bilerek mevzuu ele alırsak; iç yüzünü daha iyi görebiliriz. Hattâ onlara nazaran daha masum gördüğümüz bazı akımların, meselâ ibâdetlerin sağlığa faydasından abartılı bir şekilde bahseden, duâ ve yakarışlarda Kur’ân ve Sünnet’te tavsiye edilen örnekler yerine ferdî yorumları koyan, fıkıh ölçülerine kolayca teferruat nazarıyla bakabilen anlayışların da batıyla fazla etkileşim hâlinde olmanın yan tesirleri olarak değerlendirilmesinde fayda var.

Bütün bunları göz önüne alınca, şu âhirzamanda dînimizi nereden alacağımıza son derece itina göstermemiz gerektiğini rahatlıkla görebiliyoruz.