KİMİN ELİNDEN TUTACAĞIZ?

YAZAR : Sami BÜYÜKKAYNAK skaynak48@hotmail.com

İslâm hakkında birçok yorum var. Herkes İslâm hakkında konuşmayı bir görev addediyor. Tabiri câizse ağzı olan herkes konuşuyor. İşin ehli de konuşuyor ehli olmayan da… Sonuçta bir karmaşa ve kargaşa ortamı meydana geliyor. Bununla birlikte bazı konuşanlar insanları öyle etkiliyor ki, etraflarında bir sürü insanın olduğu bir cemaat bile teşekkül ediyor. Cahil insanları birçok manipülâsyon teknikleriyle etkileyen gözü açıklar; etraflarındaki yığınları kendilerine râm edip, onların dünyalarını da ukbâlarını da tehlikeye atıyorlar. Gözü açıklar bunu yaparken; bazen İslâm’ın özünden neş’et etmiş tasavvufu, bazen de âyetleri, hadisleri kullanıyorlar.

Dînî hassasiyetler sağlam bir eğitim ile kazandırılmadığı sürece, insanların, şarlatanların tesiri altına girmesi muhakkaktır. Zira din, ihmal kabul etmez; ihmal edildiği takdirde dînî değerleri kullanıp istismar edenlerin kapsama alanına girilmesi an meselesidir. Öyle ki; adam karşılarına geçer, üç harflileri veyahut sihir tekniklerini kullanarak tesir altına alır, nihayetinde o adam cahil insan için yere göğe sığdırılamaz bir konuma geliverir. Onun üzerine toz kondurmaz, hattâ ona lâf söyleyeni tekfir eder.

Bütün bunlar tarihin bütün dönemlerinde ortaya çıkmış gerçekliklerdir. İnsanlar dîni kulaktan duyma öğrenmeye başladıkları, buna göre bilgi sahibi oldukları sürece de dîni kullanıp ondan nemalananlar var olacaktır. Meselâ; İmâm-ı Rabbânî’nin yaşadığı dönemde Hindistan alt kıtasında insanlara tesir eden bir sürü şarlatan çıkmış, tasavvufu kullanarak insanları kendilerine râm etmişlerdi. Havada gezenler, uçanlar, geçmişten haber verenler o kadar çoğalmıştı ki; İslâm deyince bu muharreflerin yaşantısı akla gelmişti.

İşte bu noktada İmâm-ı Rabbânî; bu şarlatanlara karşı Kur’ân ve Sünnet’i esas alan tasavvufî bir yolun varlığını ikāme etme çabası içerisinde olmuş, tabiri câizse bu bozguncuların ipliğini pazara çıkarmış, insanların sağlam bir inanca kavuşmasına vesile olmuştur. Bunu yaparken tasavvufun yöneldiği gayenin, şekli/kabuğu atmak değil, onunla ve onun içinde özü yakalamak olduğunu; özün ise ihlâs, ihsan, rızâ ve kurbiyet olduğunu ifade etmiştir. Tasavvufun temelinin ve belkemiğinin; şerîatın sınır ve âdâbını korumak, harama ve şüpheli olana el uzatmamak, duyu organlarını yasaklardan korumak, bir nefes bile Allah’tan gafil olmamaya çalışmak, sadece rahatlık ve serbestlik zamanında değil zaruret hâlinde de içinde şüphe bulunan susam tanesini bile helâl saymamak ve şehvetin peşine düşmemek için nefisle cihad etmek olduğunu sürekli tekrarlamıştır.

İmâm-ı Rabbânî’ye göre şerîatın üç parçası vardır: İlim, amel, ihlâs. Bu üçü gerçekleşmiş olmadıkça şerîat gerçekleşmiş olmaz… Şerîat gerçekleşince, en büyük saâdet olan Allah rızâsı gerçekleşmiş olur. Buna göre şerîat, dünya ve âhiret saâdetlerinin hepsini üzerine almış bulunmakta; şerîatın ötesinde ihtiyaç duyulacak bir şey kalmamaktadır. Sûfîlerin sembolü ve imtiyaz alâmetleri hâline gelmiş bulunan tarîkat ve hakikat, şerîatın üçüncü parçası olan ihlâs unsurunu tamamlamak hususunda ona hizmetçi konumundadır… Tarîkat yolunda meydana gelen hâller, vecdler, özel ilim ve irfanlar; asıl amaç olmayıp, bu yolun yolcularını terbiye etmeye yarayan evham ve hayallerden ibarettir. O hâlde bunlara takılıp kalmamak, sülûk ve cezbe yolunun sonu olan rızâ makamına ulaşmak gerekmektedir.’’ (H. Karaman, İmâm-ı Rabbânî ve İslâm Tasavvufu-Mektûbât’tan Seçmeler-, s. 175-176)

Son zamanlarda dünya ve Türkiye’deki dînî hayatta, bazılarının tarîkat adı altında bir sürü insanı etrafında topladığı görülmektedir. Hepsinin sağlam bir icâzet silsilesiyle mi bu ad altında insanları etraflarına topladıklarını kontrol etmek çok zorlaşmıştır. Öyle ki; bu sorgulandığı zaman, tekfir boyutuna işin götürüldüğü müşâhede edilmektedir. Olayın bu boyutlara varmasının en büyük sebebi, tekke ve zâviyelerin kapatılmasıdır. Zira bu kapatma neticesi; işin, kontrolden çıkıp gizli kapaklı yapılır hâle gelmesine sebebiyet vermiş, bu da mevcut durumu meydana getirmiştir.

Osmanlı zamanında, tekke ve zâviyelerde şeyhlik-mürşidlik müessesesi; devlet kontrolünde ve icâzetin devlet tarafından tasdiki ile gerçekleşmekteydi. Yani olur olmaz herkes;

«Ben mürşid oldum, tekke açıyorum!» diyemezdi. Ancak mürşidi tarafından irşad etme icâzeti verilenler tekke açabilir, etrafına insanları toplayabilirdi. Tekkelerin kapatılmasından sonra tabiri câizse yer altına inen aslî tarîkatlar varlığını devam ettirmek için mücadele etmişler, icâzet vazifesini kendi iç dinamikleri vasıtasıyla yürütmüşler, bugünlere kadar ulaşmışlardır. Devlet kontrolü olmayınca, olur olmaz bazı insanlar da; zaten İslâmî değerleri zayıflamış insanları etkileyerek çevrelerine almışlar, tabiri câizse kendilerini kurtarıcı ilân etmişler, İslâm’la alâkası olmayan boş bilgilerle insanların saf zihinlerini doldurmuşlar, şerîata mugāyir hâl ve davranışları şeriatmış gibi yutturmuşlardır.

Bunların karşısında İslam’ın iki kaynağına kendini râm etmiş, İslam’ı ihsan kıvamında yaşamayı şiar edinmiş sağlam bir tasavvufi anlayışın varlığı da bir vâkıadır. Bu tasavvufî neşve ilk dönemden bugüne kadar sağlam icâzet geleneğiyle kendisini korumuştur. Kıyâmete kadar da korumaya devam edecektir. Buna Kur’ânî-Nebevî tasavvuf demek yanlış olmaz. Zira ana gayesi şerîat olan, Kur’ân ve Sünnet’i ihsan kıvamında yaşamayı hayat tarzı hâline getirmeyi öğütleyen tasavvuf; Kur’ânî-Nebevî tasavvuftur. Şerîatten çıkmamayı öğütleyen, bilgi olmadan, şerîat yaşanmadan tasavvufî kıvamın elde edilemeyeceğini söyleyen bir anlayış, bizzat İslâmî bir yoldur. Eğer şerîatsizlik varsa, Kur’ân ve Nebevî yoldan sapılmışsa orada tasavvuftan söz etmek mümkün değildir.

Diğer taraftan tasavvufu sırf kötü örnekler var diye reddeden, küfür olarak gören bir anlayışın varlığı da malûmdur. Kur’ân’ı ve Sünnet’i modern akıllarına göre yorumlayıp ondan hüküm çıkarmaya çalışanların bu işe kalkışmaları ise ayrı bir vahâmettir. «Sadece Kur’ân ve Sünnet yeter!» diyenlerin, iş yaşamaya gelince nefislerini dizginleyemeyip yolda kalmaları da ayrı bir tenâkuzdur. Kur’ân ve Sünnet’in müdâfîliğine soyunup, gece kendilerinin uyudukları anlarda ibâdet ve tâatle geceyi ihyâ edenleri tarîkatçi diye tân etmeleri de ayrı bir çıkmazdır. Zaten; «Sadece Kur’ân ve Sünnet yeter!» diyenlerin iş yaşantıya gelince yan çizdikleri görüldüğü gibi; aynı zamanda Kur’ân ve Sünnet’ten akıllarına göre yorumlamaya kaçıp, farklı ekoller oluşturmaya başladıkları da görülmektedir. Bu ekollerin bazısı Kur’ân âyetlerini kafalarına göre yorumlamaya başlayıp hüküm çıkarmakta; bazısı işine gelmediği zaman, köklü bir tenkid geleneğinden süzülüp gelmiş sahih hadis kaynaklarındaki hadisleri reddetmekte; bazısı ilmî derinliği çağları aşıp gelmiş, onlarca eser yazıp yüzlerce üstad olacak talebeler yetiştirmiş İslâm âlimlerini beğenmez hâle gelip onlara ağza alınmayacak sözler söylemekte; bazısı da kafasına göre şerîat oluşturmaktadır.

Dünyanın dört bir yanında bir sürü bozulmalar var. Kimisi kadınlı-erkekli namaz kıldırır; kimisi başı açık namaza durur; kimisi makyajlı süslü püslü karşı cinsleriyle İslâm adı altında harem kurar; kimisi İslâm adına, masum insanları katletmeyi cihad zanneder; kimisi İslâm adına, müslüman olduğunu söyleyenleri tekfir eder; kimisi İslâm adına, anasını-babasını kâfir yapar; kimisi müslüman komşusunun karısını İslâm adına câriye ilân eder, müslüman olduğunu söyleyen birisinin malını İslâm adına yağmalayıp ganîmet diye ele geçirir. Kimisi kendi cemaatinden başkasını temsil kıvamında görmez, diğerlerini dışlar, yok görür. Taassubu, dînin önüne geçirir.

Peki, çözüm ne? Çözüm, Kur’ân ve Sünnet’i ilk muhataplarının anladığı şekilde öğrenip, bunu sahih bir çevrede rûhânî çerçeve ile güzelleştirmektir. Aksi takdirde insanın ayağını kaydıracak, îmânını, İslâm’ını zedeleyecek, helâk edecek mecrâlara esir olması mukadderdir. İlim, amel ve şerîatı hayatında ikāme edip bunu adına tasavvuf, inâbe, zühd ne dersek diyelim, rûhânî güzellikle süslemeye çalışarak, Cenâb-ı Hakk’a ulaşma yolunda ilerlemek, en sahih yol olarak görülmelidir.