DİN

YAZAR : Dr. Naif ÖZKUL

Öğrencilik yıllarımda özellikle lise ve üniversitede, din gündeme geldiği zaman; Afrika’daki «Totem»den, Budizm, Brahmanizm gibi Uzak Doğu dinlerinden başlanır, Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslâm dîni şeklinde sıralanırdı. Yahut da dînin sadece kültür ve tarih ile ilgili varlığından, dil ve ırk yanında bahsedilir geçilirdi. Bu anlatım bir yere kadar belki doğru olabilirdi, ancak İslâm adına çok eksikti.

Çünkü İslâm dîni gibi yüce bir dînin; yukarıda saydığımız bâtıl ve muharref dinler arasında sıralanması, onun gerçek mahiyetini asla ifade edemez. Hâlbuki din mefhumu, bizler için çok daha farklı mânâlar ihtivâ etmeliydi.

Çünkü müslümanlar olarak yüce Kur’ân’ı okuyup, mânâsını kısmen de olsa idrâk ettiğimiz zaman; dîni hafife almakla çok büyük bir hatanın ve hattâ gafletin içerisinde olduğumuzu görürüz.

Allah Teâlâ yüce dîni;

د۪ٖينِ اللّٰهِ

«Dînillâh: Allâh’ın dîni.»

د۪ٖينِ الْحَقِّ

«Dîni’l-hak: Hak din, gerçek din» ifadeleriyle tanıtıyor. Âyet-i kerîmede;

إِنَّ الدّ۪ٖينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَام

“Yüce Allâh’ın indinde yegâne din İslâm’dır.” (Âl-i İmrân, 19) buyurarak sadece müslümanların değil bütün insanların ve insanlığın bu dîne icâbet etmelerini emrediyor.

يَوْمِ الدّٖينِ

Yevmiddîn: Din günü (kıyâmet günü, o dehşetli gün) ifadesi de bu dînin yüceliğini, ihtişamını gösteriyor.

İslâmiyet’in diğer dinlerden farkı; vahiy yoluyla Hazret-i Peygamber’e nasıl indirildiyse, hiçbir değişikliğe ve inhirâfa uğramadan bize ulaşmış olması, insan eli değmemiş olmasıdır.

Burada şuna vurgu yapmak istiyorum:

Son yüzyıllarda din görmezlikten gelindi. Din konusu açılır açılmaz seküler aydın geçinen birileri dudak bükerek dinler ya da dinlemekten rahatsızlık duyar duruma gelmiştir.

Bu tavır; zannımca, görmüş oldukları seküler, din dışı eğitimin sonucudur. Dindarları hakir görme alışkanlığını nereden elde ettiler? Elbette, dîne mesafeli bir eğitimin neticesi…

Çocukluk yıllarımda, hatırladığım kadarıyla, Kur’ân-ı Kerim saman kâğıda basılırdı. Dînî kitap diye namaz hocası, Hazret-i Ali resminin tasarlandığı, iki başlı Zülfikar kılıcının tasvir edildiği, saman kâğıdına basılan dergi ve benzeri şeyler yerlerdeki tezgâhlarda satılırdı.

O zamanki adıyla Maârif Vekâleti’nin yayınladığı İslâm Klâsikleri serisinden birkaç kitap dışında ciddî bir dînî kitap yoktu.

Sonraları İmâm-ı Gazâlî’nin İhyâ’sı gibi birçok İslâm klâsiğinin tercüme ve yayımı konusunda gayretlerini şükranla yâd ettiğim Bedir ve Sönmez neşriyatları burada zikretmek isterim.

Ortaokullarda din dersi seçmeli olup yeterli değildi. Bazen din dersi hocasının olmadığı durumlarda beden eğitimi hocasının bu derse girdiği olurdu.

Bunları sıralamaktaki maksadım şu ki; seküler eğitimde dînin varlığı ile yokluğu birdi. Tabiatıyla, din denince çocukların aklına bunlar gelirdi.

Batıda ise kilise skolastiği, aklı yok saydığından; Kopernik, Galile gibi aklı öne çeken bilim adamları dünyanın döndüğünü ifade ettiler diye, engizisyon mahkemelerinde muhâkeme edilmiş, onlardan İspanyol Dr. Servetus ve İtalyan Bruno yakılarak, akla başvurmanın bedelini hayatlarıyla ödemişlerdir.

Buradan anlıyoruz ki;

Batıda dîne tepki, akla karşı çıkıldığı için doğmuştur. Bu tepkinin bir yansıması olarak, Rönesans döneminde Leonardo da Vinci, Mikelanj gibi sanatkârlar; plâstik sanatları yanında dînî motiflere de yer vermişlerdir.

Ancak İslâm âleminde güneş sistemi bilim açısından tartışma konusu dahî yapılmamıştır. Çünkü Kur’ân âyetlerinden, değil Dünya’nın, Güneş’in dahî, uzay denizinde hareket hâlinde olduğu, yörüngesi etrafında döndüğü biliniyordu:

وَالشَّمْسُ تَجْرٖ۪ى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذٰلِكَ تَقْد۪ٖيرُ الْعَزٖ۪يزِ الْعَلٖ۪يمِ

“Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner). İşte bu, Azîz ve Alîm olan Allâh’ın takdiridir.” (Yâsîn, 38)

لَا الشَّمْسُ يَنْبَغٖ۪ى لَهَا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فٖ۪ى فَلَكٍ يَسْبَحُونَ

“Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (Yâsîn, 40)

Yahya Kemal’in bu konuda 1919’da yazdığı şu satırları okumanızı tavsiye ederim:

“Bir gün padişahlarımızın Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkü’nü ziyaret ediyordum. Uzaktan Kur’ân okunuyordu. Yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken, nereden geldiğini ziyaretimde rehber olan zâta sordum. Dedi ki:

“−Hırka-i Saâdet Dairesi’nden geliyor.”

Peygamberimiz’in hırkasını sakladığımız, cennet gibi yeşil bir odanın türkkâri penceresi önünde durduk. İçerde iki hâfız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş, gözlerini yummuş oturuyordu. Diğeri diz çökmüş, müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu. Rehberime sordum:

“−Hırka-i Saâdet önünde Kur’ân ne zaman okunur?”

Dedi ki:

“−Dört asırdan beri her saat, geceli gündüzlü!”

Yavuz Sultan Selim’in Hırka-i Saâdet’i Mısır’dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hâfız nöbetle Kur’ân okur. Türk tarihinde bir dakika bile burada Kur’ân sesi kesilmemiştir.

Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki mânevî temeli vardır:

• Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki, hâlâ okunuyor.

• Selim’in Hırka-i Saâdet önünde okuttuğu Kur’ân ki, hâlâ okunuyor!

Eskişehir’in, Afyonkarahisar’ın, Kars’ın genç askerleri; siz bu kadar güzel iki şey için dövüştünüz!” (Yahya Kemal Beyatlı: Aziz İstanbul [İst. 1992], s. 123-125)

Bu makale beni duygulandırmış ve derin bir düşünceye sevk etmişti. Çünkü Osmanlı’nın kuruluş yıllarını da içine alırsak bu bekā (ayakta kalış) 600 yılı bulur ki bu âdilâne hükümranlığın sırrı da şu âyet-i kerîmeye dayanmaktaydı:

يَا اَيُّهَا الَّذ۪ٖينَ اٰمَنُوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ

“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder…” (Muhammed, 7)

Yine değerli şairimiz M. Âkif; yüce dînin ve onun yüce Peygamber’inin insanlığa kazandırdığı kıymeti şöyle ifade eder:

Bir nefhada insanlığı kurtardı O Mâsûm,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi.

Dünyâ neye sâhipse O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cem‘iyyeti, medyûn O’na ferdi.

Medyundur O Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet.
Yâ Rab! Bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!..

İstanbul’un yedi tepesi üzerine kurulan Süleymaniye, Fatih, Sultanahmet gibi şâheserler de İslâm dîni adına inşa edilmiştir.

Dîn-i İslâm, Hırka-i Saâdet dairesindeki mukaddes emânetler kadar mukaddestir.