İSLÂM TEFEKKÜRÜ ve FELSEFE

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Hazret-i Mevlânâ anlatır:

Bir bedevî; devesine buğdayla dolu, iki büyük çuval yüklemiş, götürüyordu. Kendisi de iki çuvalın ortasına oturmuştu.

Yolda birisi onu söze tuttu. Bedevîye yurdunu sordu, onu konuşturdu. Ondan sonra dedi ki:

«‒Bu iki çuvalda ne var, söyle bakalım?»

Bedevî cevap verdi:

«‒Çuvalın birinde buğday, öbüründe kum var!»

Adam şaşırdı:

«‒Ne diye kum yükledin?»

«‒Buğday çuvalı tek kalmasın, kum çuvalı ona denk olsun diye.»

«‒Akıllılık etseydin de buğdayın yarısını bu çuvala, yarısını da öbür çuvala koysaydın daha iyi olmaz mı idi? Hem çuval hafifleşirdi, hem devenin yükü azalırdı.»

«‒Aferin ey akıllı ve hür fikirli filozof!»

Sonra bedevî merakla sordu:

«‒Böyle ince düşünce, böyle güzel görüşün varken; sen nasıl oluyor da çıplak hâldesin, yaya yoruluyorsun?

Ey hoş sözlü filozof! Birazcık kendi hâlinden bahset! Sende bu akıl, bu düşünce varken, sen ya vezirsin ya padişahsın. Kendini gizleme, doğru söyle!..»

Filozof iç çekti:

«‒İkisi de değilim. Ben halktan biriyim, işte hâlime ve elbiseme bak da ne olduğumu anla…»

«‒Kaç deven, kaç öküzün var?»

«‒Ne bu, ne o vardır. Bizi deşme, bu soruları çok uzatma!..»

«‒Bari dükkânındaki eşyan, varın yoğun nelerdir; onları söyle!»

«‒Bizde ne kân, ne de mekân var.»

«‒Öyle ise paranı pulunu sorayım! Sen yapayalnız gidi­yorsun, herkese hoş nasihatlerde bulunuyorsun. Herhâlde dünyadaki bakırları altın hâline getirecek kimya sendedir. Akıllı, bilgili adamların incileri yığın yığındır.»

«‒Ey Arap kavminin efendisi! Vallâhi bütün varım yoğum bir akşam yemeğinin karşılığı bile değildir. Yalınayak, çırçıplak koşup duruyorum. Kim bir dilim ekmek verirse, oraya gidiyorum. İşin doğrusunu öğrenmek istersen;

Bendeki bu fazîlet, bu hikmet ve bu hünerden ancak hayal ve baş ağrısı elde et­tim.»

Son itiraftan sonra bedevînin bütün hayranlığı ürküntüye dönüştü, hemen ayağa fırladı:

«‒Ey derbeder filozof!

Çekil yanımdan da senin uğursuzluğun benim de başıma yağmasın, beni yok­sul bırakmasın! Çabuk o uğursuz hikmetini de benden uzaklaştır!

Anladım ki; senin sözlerin zamâne halkına şom gelen sözlerdir. Ya sen o tarafa git, ya ben bu tarafa gideyim. Yahut sen önden yürü, ben geri kalayım.

Anladım ki; bir çuvalımın kum, öbürünün buğday dolu olması; senin hikmet dediğinden daha iyidir.

Anladım ki; benim ahmaklığım bile, pek kutlu bir ahmaklıktır. Çünkü gönlüm ilâhî lütuflarla, mânevî azıklarla doludur. Canımda da Allah’tan çekinme ve O’nun emirlerine uyma isteği var.

Sana tavsiyem;

Sendeki eşkıyâlığın, azgınlığın azalmasını istiyorsan; çalış çabala da sendeki o felsefî düşünceler azalsın!»

Bu hâdiseden ibretle Mesnevî sahibi şu izahı yapar:

“Unutma ki;

Tabiattan ve hayalden doğan felsefî düşünceler; celâl sahibi Allâh’ın nûrunun feyzinden doğan hikmet değildir. Sendeki dünyevî felsefe; ancak zannı ve şüpheyi artırır.

Unutma ki; ancak din hikmeti insanı göklerin üstüne çıkarır, ötelere yüceltir.

Yazık ki;

Âhirzamanın zeki filozofları, iblis huylu bilginleri kendilerini önce gelenlerden üstün gördüler.

Onlar hileler öğrenerek ortaya atıldılar. Dîne aykırı fikirler ile Hak bilginlerini üzdüler. Onlar; ne akıl almaz işler, düzenler peşinde koştular!

Asıl kâr ve mânevî kazanç iksiri olan; sabrı, bağışlamayı, hoşgörürlüğü, cömertliği yok ettiler.”

Gerçekten de;

Mantıklı görünen tuhaf bir vitrinin, yaklaşımın, bakış açısının, akademik şaşkınlığın vesaire çalışmaların maalesef İslâm tefekküründen değil de felsefe tefekküründen doğan zehirli lokmaları, bugün pek çok güzel hasletleri yok ediyor.

Ne hazin ki;

Aklı vahyin önüne geçirme gayretleri ilâhiyat fakültelerine kadar sıçradı.

Hattâ vahyin önüne geçirme değil, vahyi tamamen devre dışı bıraktırmaya yönelik şekilde aklı putlaştırma modası estirilmekte.

Akıl bu, lâzım değil mi?

Elbette lâzım, ancak tek başına değil.

Tek başına bir göz olsa kafada; kulak olmasa, ağız olmasa, çene olmasa, kaşlar olmasa neye yarar? Diğer unsurlar mevcut olunca göz de değerli.

Akıl da böyle. Öncelikle akıl; vahiyle yoğrulduğu nisbette büyük bir nimet. O olmadan îman da olmaz, hayâ da olmaz, ahlâk da olmaz.

Fakat tek başına akıl, sayısız hamâkatin ve ahmaklığın bizzat kaynağı.

Çünkü tek başına akıl;

Hudut bilmez, doğru ve yanlıştan anlamaz. Sadece egoist bir makine gibi çalışır. Kendinden üstün bir aklı kabul etmez. Yalnızca aşağı doğru bencillik gözüyle bakarak herkesi hor görür, her fikri eğreti bulur. Hattâ kendisini yaratan ve yaşatana karşı bile ukalâlık yapar, bilgiçlik taslar. Cidâle kalkışır.

Malûm; aklın yaptığı ilk kavga, yüce Yaratan’a karşı. O akıl kavgasının ahmağı da iblis.

Cenâb-ı Hak, tâ ezelde şeytanın bu hususta düştüğü gafleti ve ahmakça cür’eti Kur’ân-ı Kerim’de tam yedi kere anlatıyor ve iblisin başına belâ açan yaklaşımları bilhassa vurguluyor. O yaklaşımları yansıtan şu yorumlu ifadeler, meselenin can damarına ayna tutuyor:

“–O topraktan… Ben ateşten…”

“–O yerdeki toz, ben gökteki güneş…”

“–O kara çamur, ben parıl parıl nur!”

“–Ben ondan üstünüm!”

“–Çamura mı secde edeceğim?” (Bkz. el-A‘râf, 12; Sâd, 76; el-Hicr, 33; el-İsrâ, 61)

Şu ifadeler de aptal cesaretinde sitemci, itirazcı ve suçlayıcı:

“–(Âdem’i) benden üstün kıldığını görüyor musun? (Nesi var ki onun? Nasıl böyle bir şey yaparsın?)” (el-İsrâ, 62)

“–Beni Sen azdırdın!”

Bu hayâsızca lâkırdıların neticesi malûm… İlâhî huzurdan tard.Mevlâ’nın nezdinden def.

İblisin bu hâli, yaptığı taşkınlığın ve haddini bilmezliğin cezası oldu.

Şeytanın derdi neydi?

Bulunduğu konumu kaybetmemek. Yüksek değerini korumak. Daha kıymetli ve üstün olarak kalmak. Argo tabirle; karizmayı çizdirmemek…

Fakat ne oldu?

Aşağıların aşağısına yuvarlandı. Üstelik suçunu da anlamadı. Anlamak da istemedi. Tabiî tevbe de etmedi. Tevbe etmeyince de, tamamen mel’un oldu. O ahmak rezil; büyüklük derdiyle öyle küçük ve alçak hâle geldi ki, hakkında sadece lânet yığılıyor. Yani;

Değerlilik iddiası peşinde atılan değersiz adımlar, meleklerin başkanını bile en zirveden en çukura düşürdü. Üstelik o iblis; tevbe edeceği yerde ürettiği felsefelerle daha da azıttı, öfkelendi, saldırganlaştı, âsîleşti. Mel’unluğun ve kötülüğün ilk adresi ve ilk kimliği oldu. Bir de;

Durumunun vahâmetini yine kirli felsefelerle gizledi. Yaptığı çirkinlikleri, felsefî lâflarla haklı ve süslü gösterdi. Cazip vitrinlere koydu. Kir ve pasını, rezâlet ve pisliğini, kusmuk ve zehrini en lezzetli ekmeklerin arasına sıkıştırdı. Yaldızladı. Ambalâjladı. Satışa çıkardı. Ballandıra ballandıra pazarladı. Gaflete düşenlere de pek beğendirdi. Böylece isyankârlığı haylice yüksek fiyatlara sattı.

Ne esef ki; satın alan kimseler, hemen aynı hâle büründü. Aynı rolü üstlendi.

Bir Nemrut çıktı:

“«(–Ben de tanrıyım.) Ben de diriltir ve öldürürüm.» dedi.” (el-Bakara, 258)

Bir Firavun çıktı:

“Adamlarını toplayıp seslendi: «–Sizin en yüce rabbiniz benim!» dedi.” (en-Nâziât, 23-24)

Bir Kārun çıktı:

“«–Bu servet ancak, bende mevcut bir ilimden ötürü bana verilmiştir.» dedi.” (el-Kasas, 78)

O çıktı, şu çıktı, bu çıktı.

Öyle dediler, şöyle dediler, böyle dediler. Büyüklük uğruna neler neler yaptılar, neler neler söylediler. «Büyük lokma yut, ama sakın büyük konuşma!» denilse de, işitmeyenler ve ibretleri görmeyenler, aynı yanlışın yeni halkası olmaya devam ettiler. Allahlık iddia ettiler. Peygamberlik iddia ettiler. İstediklerini elde edemedikçe de azıttılar. Bu yaptıklarıyla da gururlandılar, kibirlendiler, böbürlendiler; büyüklük tasladılar. Böylece;

“Hidâyet karşılığında sapıklığı satın aldılar ve ticaretleri kâr etmedi, doğru yolu da bulamadılar.” (el-Bakara, 16)

İstedikleri nûra karşı gözleri körleşti. Kulakları sağırlaştı.

Her biri küçüldükçe küçüldü. Alçaldıkça alçaldı. Sıfırlaştı. Acziyetin en ağırına dûçâr oldu. Biri topal bir sivrisineğe yenildi. Biri yerin dibine geçti. Biri suda boğuldu.

Onca akıl ve zekâlarına rağmen ahmaklığın sembolü ve hüsrana uğrayanların ibret dolu kötü örnekleri oldular. Ardındaki gafiller de, ondan ibret alacağına felsefî yorumlarla aynı yolu takip ettiler.

Böylece şeytanın kurduğu Hakk’a itiraz ve isyan, şerre ise kabul merkezli bir felsefe okulu ve ekolü devam etti. Aklı kullanma masumiyeti içinde; onu gurur, kibir ve âsîlik bataklığına düşürme gafleti, aynı yolda ilerleyen gafillerin felsefesi oldu.

Aslında; felsefe, sadece bir düşünme tarzı. Aklı kullanmaya yönelik bir düşünce harmanı. Ancak malzemesi akıl olduğu için onu olduğundan daha yüksek bir noktaya çıkaran ve âdeta putlaştıran yaklaşımı dolayısıyla kendi kendini tıkayan bir tarz vaziyetinde.

Sınırları içinde kalabilse, bu kadar zararlı olmazdı.

Çünkü ancak hududu içinde akıl, bütün maharetini ortaya koyar. Çünkü 220 volt enerji ile çalışan mükemmel bir cihaz, 2500 volt ile çalıştırıldığı anda çalışmaz hâle gelir. İşte felsefenin en büyük çıkmazı bu dengeye riâyet edememesi. Aklı tabiî sınırlarının dışına çıkarıp onu infilâk ettirmesi. Bu yüzden filozofun sözlük mânâlarından biri de; «Dinsiz, sapık fikirli, itikatsız» şeklinde tespit edilmiştir.

Akıl için bu tarifin çukuruna düşmek büyük bir tehlike.

Bu bakımdan İslâm; aklı, tabiî sınırları ve gerçekçi dairesi içinde değerlendiren bir tefekkür sistemi kurmuştur.

Yani İslâm tefekkürü, aklın yaratılış gerçeğine en uygun olanı ortaya koymuştur. Bütün mükemmelliğini kendi kaynağından yani vahiyden alan bir tefekkür ve yaşayış sistemidir bu.

Özünde;

“Rab olarak Allâh’a, din olarak İslâm’a, rasûl olarak Muhammed j’e inanıp râzı olan kimse; cenneti hak eder.” (Müslim, İmâre, 116) hadîs-i şerîfi vardır.

Bu temel üzerinde yetişen İslâm büyüklerini dış dünyadaki felsefî başka tesirler altında kalmış göstermek, İslâm tefekkürünü ya bilmemek ya da başka bir gaflettir. Ya da cüz’î aklı tanımamaktır. Onu Hazret-i Mevlânâ ne güzel tarif eder:

“Cüz’î akıl şimşeğe, şimşek parıltısına benzer. Çakıp hemen sönen bir parıltı ile Afganistan’daki Vahş şehrine gidilemez.

Şimşek ışığı da zaten yol göstermek için değildir. Belki; «Ağla, yağmur yağdır!» diye buluta verilen bir emirdir.

Bizim aklımızın şimşeği de ağlamamız içindir. Kendimizin fânîliğini, yokluğunu anlayarak, ilâhî susuzlukta bekā bulmak, var olmak özlemi ile gözyaşı dökmemizdir.

Çocuğun aklı; «Kitapla meşgul ol!» der. Fakat çocuğun kendi kendine kitaptan bir şey öğrenmesi mümkün değildir.

Hastanın aklı da onu hekime çeker, götürür. Ama aklı kendisine ilâç olamaz.

Allâh’ın fazlı ve keremine her boşboğaz yol bulsa idi, Cenâb-ı Hak bu kadar peygamber gönderir mi idi?”

Hiç şüphesiz;

Akıl tek başına yeterli olsaydı, yüce Allah insanlara sayısız peygamber göndermezdi. Çünkü onlara ihtiyaç olmazdı. Fakat aklın gerçeği başka. Akıl, hidâyet için tek başına kâfî değil. Tek başına kaldığında o; yığınla yanlışın, sapıklığın ve gafletin hizmetkârı. Nitekim insanoğlu; aklını kullanarak nice garâbetler işliyor, zulüm makinası kesiliyor, her türlü fesatçılığı yapıyor, hevâ ve hevesine hattâ ineklere tapıyor, en ağır kötülüklere bulaşıyor. Hepsinde hiç mantık hatası yapmadan öyle rezâletler sergiliyor ki, pes!

Tek başına;

Bir türlü ilâhî hakikatin kapısına çıkarmıyor.

Tarih boyu; sadece aklı merkeze alarak yaşayan nice meşhurların hayatlarına bakın; sonsuz kurtuluşun eşiğinden adım atamamışlar.

Akıl; insana o adımı attıramadıktan sonra ne işe yarar? Gidilecek en doğru hedefi belirleyemeyen ve başka yollarda insanı şaşkın şaşkın dolaştıran akıl, ne kadar kılavuzdur? Hele nefsin ve şeytanın yâverliğine soyunmuş bir akıl, hangi fazîlete ve güzelliğe anahtar olabilir?

Vahiyden kopuk akılcılar; iyi ve temiz bir gidişat tuttursalar da, kendi kendilerine müstakim olmaları imkânsız. Fakat onlar, bunu anlamadılar. Bazen;

İnsanları vuslat mîrâcına götüren hakikat dağının eteğine geldiler, fakat tanıyamadılar, bilemediler. Dönüp başka vadilerde bataklıklara saplandılar. Fırsat önlerine geldiği anlarda fark edemedikleri için ebedî kurtuluş isimli uçağı kaçırdılar. Sonra aynı isimdeki treni de kaçırdılar. Sonra aynı isimdeki vapura da binemediler. Böylece cilâlı akılları onları hüsrana yuvarladı.

İlâhî vahiyden kopuk beşerî düşünceler ve bilgiçlikler, kitap kemirgenliğinden başka bir şey değil. Muhammed İkbal’in bir şiirinden şerh ile:

Bir gece vakti. Kütüphanede güve ile pervâne (kelebek) konuşmakta. Güve dertli ve ıstıraplı:

‒Ey pervâne! Şu raflarda kimlerin eserlerini sayfa sayfa hatmetmedim ki! İbn-i Sînâ’dan Fârâbî’ye nice kitapları harf harf dolaştım. Lâkin âh şu hayat felsefesi! Onu bir türlü kavrayamadım. Günlerimi aydınlatacak bir güneşim de yok. Türlü endişeler içinde kıvranıp durmaktayım. Muzdaribim. Perişanım.

Kanatları yanık pervâne, aşkın hayat sırrına dikkat çekti:

‒Güneş istiyorsan, kanatlarını yak!

Güve şaşırdı:

‒Niye?

‒Gerçek hasret bu. Bu hasretle zâhirî kanatlar yanar, yandıkça candaki muhabbet çırpınışları rûhu kanatlandırır. Nihayet ruh kanadıyla gönüller vuslat mîrâcına ulaşır.

Beşerî aklı ve düşünceyi kurtuluş sanarak hareket edenler kitap aralarında hayatı kavrayamayan güve gibidirler. Hazret-i Peygamber’in yoluna tam teslîmiyeti önemsemeyişleri yüzünden türlü endişeler içinde kıvranıp dururlar. Perişan bir ömür yaşarlar. Fakat Muhammedî sünnete gönül verenler ise pervâne gibidirler. Kendileri fedâ ederler ve ebedî câna mazhar olurlar.

Şeyh Ömer Sühreverdî buyurur:

“Şu filozofları kaç kez ikaz ettim. Onlara; «Siz İbn-i Sînâ’nın Şifâ kitabını ölçü yaptınız. Düşünce ve hareket tarzınız hep ona göre. Bu yüzden uçurum kenarına doğru kayıyorsunuz!» dedim. Bu ikazı hafife aldılar, değer vermediler. Umursamadılar bile. Biz Allâh’a sığındık, o bize kâfî geldi. Ne yazık ki onlar Aristo dîni üzere can verdiler. Bizler çok şükür ki Muhammed -aleyhisselâm-’ın dîn-i mübîni üzere hayat sahibiyiz.”

İnsan, suallerle dolu bir varlık. Kucağında bol bol cevaplar olsun ister. Cevap ihtiyacı, insanın aldanmaya en müsait yönüdür. Hiç bilmediği bir meselede aldanışı ise tabiî ki daha fazladır. Yol tıkansa öndekine sorar:

‒Ne oldu?

‒İleride büyük bir kaza olmuş, on kişi ölmüş!

‒Vaay…

İşte bu malûmat, artık onun için bilgi olmuştur. Cep telefonuna sarılır, etrafına bunu anlatır. Aldığı bilgiye itimat etmeyip; «Kaza olduğu söyleniyor, kaza olmuş!» şeklinde de söylese, bilgisi bundan ibarettir. Ardında oluşan trafik kuyruğundan kendisine aynı suali sorduklarında aynı cevabı verir. Çünkü dağarcığında bu cevap vardır. Var olan cevap, onun için hakikat hükmünde ve kullanılabilecek tek bilgi çıkınıdır.

Fakat ya işin aslı?

Her şekilde olabilir. Belki yola kaya düşmüştür. Belki köprü yıkılmıştır. Belki kaza da olmuştur. Belki bir kontrol vardır. Belki teröristler yolu kapatmıştır. Belki büyük bir araç bozulmuştur. Belki şu veya bu, muhtemel ne varsa onlardan biri meydana gelmiştir.

Ayıklamak gerek.

Zannı bilgiye dönüştürmek, bilgiyi de belgeli bir gerçek hâline dönüştürmek gerek.

Dünyevî basit bir meselede insanın hâli bu iken; uhrevî, semâvî, rûhî ve dînî yüce meselelerde nasıl olur? Tamamen acziyet. Bilmediği ve bilemeyeceği yığınla gerçek. Bu gerçeği idrak etmeden felsefî uydurmalarla bilgi adına lâkırdı üretenler hakkında Hazret-i Allah şöyle buyurur:

“Onların bu hususta bir bilgileri yoktur, sadece zanna uyarlar. Zan ise asla gerçeği ifade etmez.

(Zanna uyup da o) Bizi anmaktan yüz çevirenlere ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlere aldırma!

Bu, onların ulaştıkları bilginin seviyesini gösterir. Doğrusu Rabbin; yolundan sapmış olanı pek iyi bilir, doğru yolda olanı da çok iyi bilir.” (en-Necm, 28-30)

İnsanlar, ne kadar akıllı olursa olsun, ne kadar kütüphane güveliği yaparsa yapsın yine de Allâh’ın;

“… Dilediğinden başka, O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar…” (el-Bakara, 255)

Sayısız felsefî tıkanıklıklar sebebiyle sırf bu hakikati idrâk edemediği için; insanoğlunda yığınla zanlar, şüpheler, tartışmalar, tarihten beri devam edip gidiyor. Kader meselesi ayrı bir tartışma, ruh meselesi, kıyâmet meselesi ve daha nice meseleler hep tartışılma ve şüphecilikler içinde. Niçin? Çünkü O’nun dilediğinden fazlası insanın kavrama alanı içinde değil. Çünkü insana çok az ilim verilmiştir. Çok az ilimle elbette ki sınırlarını aşan bilgiler hususunda tıkanmaktan başka bir netice elde edemez insan. Filozoflar da bu noktada; «Biz tıkanmadık!» şeklinde kaba bir gururla sadece zan uyduran gafiller durumundadır. İşin doğrusu Ziya Paşa’nın dediği gibi;

İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez,
Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez!

Malûm;

“Allâh’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır.” (el-A‘râf, 89)

Beşerin ilmi ise, yarın başına ne geleceğinden habersizdir!

Bu gerçekten habersizlere ve idraksizlere Cenâb-ı Hak, kısa düşünüşlü diyor. Şöyle buyuruyor:

“Kör ile gören, inanıp amel-i sâlih işleyenler ile kötülük yapan bir değildir.

Ne kadar kısa düşünüyorsunuz?

Kıyâmet günü mutlaka gelecektir. Bunda şüphe yoktur, fakat, insanların çoğu inanmıyor.

Rabbiniz buyurmuştur ki: Bana duâ edin ki duânıza icâbet edeyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir!” (el-Mü’min, 58-60)

Kısa düşünüş nelere mâl oluyor. Her şeyden önce aklı öldürüyor; fikri, şuuru ve idrâki öldürüyor. Dolayısıyla tefekkürü öldürüyor.

Tefekkür ki, insanın hayatında ancak belli sağlam temeller üzerinde gerçekleştiği ölçüde çok kıymetli. Eğer tefekkür belli temel esaslar etrafında gerçekleştirilmezse o zaman büyük bir zararın ve yanlış tıkanmaların içerisinde insanı helâk eder. Zaten ustaca tefekkür, bir şeyleri düzeltmek ve doğru anlamak içindir. Onun yanlış kullanılması, tefekkür gerçeğine aykırıdır. Fakat insan; bunu bilmediği zaman, tefekkürü hakikatlerden kopuk bir şey gibi algılıyor ve onu çok yanlış kullanıyor.

Oysa;

Hakikatlerden kopuk bir tefekkür, hikmet değildir. Doğrulardan kopuk bir tefekkür, düşünce değildir.

Tefekkürün doğru ve faydalı olması için en gerekli şart, onun sağlam bir teraziye sahip olmasıdır. Şayet sağlam ve doğru bir terazi olmazsa o zaman insanın -tıpkı freni olmayan bir araba gibi- nerede duracağı belirsiz bir tehlike ve uçurum ortasında helâk olması kaçınılmazdır.

Elbette ki

Tefekkür, çok verimli bir melekedir; ancak onu farklı bir tuzak gibi kullanmak da, felsefenin en büyük çıkmazıdır. Bu çıkmaz içinde felsefe, tefekkürü çok yerinde kullanmak derdinde görünse de aslında onu perişan ediyor. Felsefe adına tefekkürün ve mantığın perişan edilmesi insanı huzursuzluğun girdabında boğuyor.

Hâlbuki insan huzursuz olduktan sonra felsefe neye yarar? Hiç.

Ârifler bilir ki; çilelerin içerisinde yoğrulmak ayrı bir şey, huzursuz olmak ayrı bir şeydir. İnsan bin bir çile içinde olabilir, ancak huzurun zirvesindedir. Fakat hiçbir çile içinde olmadığı hâlde huzursuzluğun en dibinde perişan olmak, ne akıldır, ne mantıktır!

O hâlde;

Dünya ve âhireti anlamayan bir felsefe, aklı kullanma hakkına sahip değildir. Bu dünyayı anlamayan bir felsefe, doğru bir düşünce sistemi değildir. İnsanı ilâhî çerçevede anlamayan ve çözemeyen bir felsefe, asla gerçekçi ve faydalı bir düşünce sistemi de değildir. Yani;

İnsanı, sürekli karmaşık hâle getirmek ve onu dağınık vaziyette perişan etmek, asla düşünceyi çalıştırmak değil, bilâkis insana düşmanlıktır.

Büvelek gibi iş gören düşünce sistemi, çare değil derdin ta kendisidir. Büvelek; malûm, ısırdığını çıldırtan, kan emici bir sinek türü.

Ayrıca;

Herkesi ve özellikle de İslâm tefekkürünü felsefeden etkilenmiş göstermek, son derece yanlış bir tespit ve kompleksli bir davranıştır. Her bakımdan asil ve kusursuz bir bülbülün tutup da bir merkepten etkilendiğini ve ötüşüne örnek aldığını söylemek, sadece tuhaf bir cehâlet lâkırdısıdır. En güzel takvâ özellikleri içinde yaşayan İslâm büyüklerinin de ellerindeki hak dîne zıt mahiyette bir düşünce sisteminden etkilenmesi diye bir şey de aynı şekilde tuhaftır; uydurmadır, kasıtlıdır. İslâm, kendi düşünce sistemine sahip mi değil? Bilâkis noksansız, tutarlı ve muazzam bir düşünce sistemi var İslâm’ın. Yapısında kendisiyle kıyas edilebilecek her şeyden daha güçlü, daha tutarlı ve mükemmel seviyede, hem de rakipsiz ve tek. Böyleyken başkasından, hele bir bâtıldan akıl almak gibi bir düşünceye kapı açar mı İslâm? Asla!

Üstelik;

Felsefe, üzerinde çok oynanan bir kelime. Kimilerince aşırı bir pâye verilen kimilerince de her tarafa çekilen âdî bir sakız gibi.

Bu kadar darmadağın olmuş bir düşünce sistemini merkeze almak ne kadar mantıklı?

Kaldı ki;

Dînî bir otorite noktası ve ayar terazisi bulunmayan her düşünce sistemi, aslında yığınla düşüncesizliğin mahkûmu bir sistem olmaktan kurtulamaz. Çünkü herkesin bir tarafa çektiği kontrolsüz bir orta-malı hâlindeki ilim, hiçbir zaman sınırları belli, oturaklı ve dengeli bir gerçek oluşturamaz. Oluşturamamıştır da zaten.

Bu vaziyette bir felsefenin büvelek tarzı bir düşünce sistemi, ne kazandırır? Aklı azgınlaştıran, dengesizleştiren, herkesi hor görmeye kalkışan ve sonra iradeyi bir zavallıya çeviren büvelek tarzı tefekkür, insana değer mi katar, değer mi kaybettirir?

Hâsılı;

Tefekkürü kullanmak, aklı yaratan ve yaşatan kudretin otoritesine teslim olarak düşünüş ile mümkündür. Aklı yaratan ve yaşatanla kavga ederek onu verimli kullanacağını sananlar; son derece zavallı, gafil ve ahmak kimseler olmaktan kurtulamamışlardır.

Onlara bakarak Hazret-i Mevlânâ ehl-i îmâna şu tembihte bulunur:

“Aklı ve zekâyı sat da, hayranlığı satın al. Çünkü zeki olmak, akıllı olmak bir zanna kapılmaktan ibârettir. Hâlbuki hayranlık; Yaratıcı’nın güzelliğini, kudretini, sıfatını görmek, şaşırıp kalmaktır.”

Burada ifade etmeli ki:

İslâm tefekküründe beğenilmeyen akıl, âciz ve hata yuvası olan akıl, eskimez tabirle akl-ı maâş denilen akıldır. Akl-ı meâd denilen rûhî akıl, beğenilmeyen aklın dışındadır. Çünkü rûhî akıl, vahye teslim olmuş makbul olan bir akıldır, içinde ilâhî hayranlık ve muhabbet dolu olan bir akıldır.

Beğenilmeyen aklın ardında;

Nefsâniyet var. Şeytan vesveselerine sahip çıkmak var. Zulüm var, haksızlık var, isyan var, ahlâksızlık var, sonunda da hüsran var. Âkıbet cehennem var.

Beğenilen aklın ardında ise;

Rûhâniyet var. İlâhî iradeye teslîmiyet ve inkişaf var. Adâlet var, itaat var, ahlâk var. Hayırlı bir yaşayış var. Sonunda da ebedî kurtuluş var. Nihayet cennet-i âlâ var.

Biri boş felsefelerin felâketi, diğeri İslâm tefekkürünün bereketi.

Ne mutlu her iki dünyayı ihyâ edecek bereketli bir İslâm tefekkürüne nâil olabilenlere!